Onu göklere çıkaranlar da yerin dibine batıranlar da var.
Halbuki İsmet Paşa gibi Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı, Milli Mücadele, devrimler, İkinci Dünya Savaşı ve demokrasi dönemlerini yaşamış bir siyaset ve devlet adamını taraftar veya hasım gözüyle değil, “tarihi öğrenmek” için okumak gerekir.
Ben Büyük Zafer’in ardından kahramanların yolları ayrıldıktan sonraki birkaç olayı ele almak istiyorum.
RADİKAL İSMET PAŞA
Şubat 1925, Şeyh Sait isyanı.. Ankara’da iki fikir var: Ilımlılara göre isyan bölgesinde sıkıyönetim ilan edilip isyan bastırılmalıdır... Başta Atatürk olmak üzere radikallere göre, bütün ülkede “Takrir-i Sükûn” ilan edilmeli, muhalefet de susturulmalıdır.
İşte Barzani bağımsızlık işareti verirken, KCK da Güneydoğu’yu “Rojava” haline getirmek için terörü tırmandırıyor.
Parti ve ideoloji at gözlüklerini bir kenara atarak, yakından bakalım.
“Demokratik özerklik” denilen totaliter sistem Öcalan tarafından teorileştirildi ve 2005 yılında Kandil’de Kongre-Gel toplantısında kabul edildi. Bildiğimiz demokrasiyi reddeden, Stalin-Kaddafi karması bu “özerklik” modelinde yasama, yürütme ve yargı örgütlerinin yanında bir de “özsavunma” adıyla silahlı güçleri de vardır.
14 Temmuz 2011’de Diyarbakır’da “Demokratik Toplum Kongresi” (DTK) toplantısında Aysel Tuğluk tarafından “demokratik özerklik ilanı” bildirisi okundu...
SİLAHLI-BOMBALI ÖZERKLİK
En önemlisi kendi güvenliğinin ve hatta güney sınırının tehdit altında olmasıdır; işte Rusya açıkça PKK kartını oynuyor.
Rusya Suriye’ye askeri güç olarak yerleşince NATO’yu çağırdık. Değerli diplomat Ünal Çeviköz, bunu “Türkiye NATO’yu yeniden keşfediyor” diye yorumladı. Aynı şey AB için de geçerli...
Dahası, İsrail’le ilişkilerin düzeltilmesi süreci de hızlanmış bulunuyor.
İslamcı kesimde “ümmet coğrafyası, yüz yıllık parantezin kapatılması, Şam’da Ulu Cami’de bayram namazı” gibi romantik sloganlarla ifade edilen siyasetten şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nin klasik dış politikasına dönülüyor.
2012 yılına gelindiğinde, Türkiye’de ta Soğuk Harp yıllarından kalma yasak kitaplar listesi, afiş ve broşürler dahil 23 bine ulaşmıştı! İlya Ehrenburg’un Sovyet gözüyle yazılmış fakat edebi değeri yüksek “Paris Düşerken” romanı hâlâ yasaktı...
Sosyalist-feminist Clara Zetkin’i ben Attilâ İlhan’da okumuştum, Zetkin’in kitabı da yasaktı.
Dönemin reformist Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in inisiyatifiyle “Üçüncü Yargı Paketi”nde hem basın affı niteliğinde düzenlemeler vardı hem “kitap yasakları” kaldırılıyordu.
İktidarın bugünkü cezalandırmacı, otoriter tavrının aksine, liberal bir yaklaşımı vardı.
CNN Türk’te “Sağım Solum Tarih” programındaki konularımızdan biri, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmemeyi başarmasıydı. Program için hazırlanırken büyük diplomatlarımızdan merhum Ferudun Cemal Erkin’in “Türk Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi” adlı kitabına tekrar baktığımda, gücün sınırını bilmenin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha gördüm.
MEYDAN OKUMA YAPMADAN
Atatürk döneminde, Lozan’da sakat kalan ‘Boğazlar Rejimi’ 1936’da Montrö’de nasıl düzeltilmişti? Lozan’daki imzacı devletler nasıl olmuştu da şimdi Lozan’daki Boğazlar rejimini Türkiye lehine değiştirmeye ikna edilmişti?
Yaklaşık 300 milyon dolar.
Tarihte 14. Louis son derece önemlidir. “Kanun demek ben demek” sözüyle ve şatafatıyla ünlü bir “mutlak kral” numunesidir.
Niye Japonlar ve Güney Koreliler çok daha zengin oldukları halde böyle saraylara, şatolara, kâşanelere para yatırmazlar?
Ortadoğu kültüründeki şatafat ve aşırı süs unsuru, petrol zengini ülkelere gittiğinizde hemen gözünüze çarpar.
Japonlar ve Güney Koreliler ise Batı’da büyük şirketlerin hisselerini satın alıyor.
Bu son derece önemli kültür sorununa biraz yakından bakalım.
Evvela işin pratiğinde, Başbakan sürekli olarak “başkanlık sisteminin acil gündem konusu olmadığını” söylüyor. Ülkenin terörle mücadele, Rusya ile kriz, ekonomi gibi sorunlarının aciliyetini hatırlatıyor. Hatta açıkça, “Sabah akşam başkanlık konuşamayız” diye uyarıda bile bulunuyor.
Başbakan’ın bu sözlerinin gazetelerde yayınlandığı gün; yani dün, Cumhurbaşkanı Konya’da “Bu sistemle Türkiye daha fazla yoluna devam edemez” diyerek başkanlık sistemi vurgusunu sürdürdü.
Aralarında öncelik farkı olduğu açık... Fakat sadece bu değil.
KİŞİSEL FAKTÖR
Tartışmanın “şahsi” tarafı yok mu? Olmaz olur mu? Hem de belki en önemli tarafı.
PKK Barzani’nin bölgesine hâkim olmak, orada da totaliter “KCK sistemi”ni kurmak istiyor.Barzani ile KCK arasındaki bu çatışma, KCK’nın Türkiye’deki amaçlarını anlamak bakımından önemlidir.Zaten KCK’nın dilindeki “dört parça” terimi, Türkiye, Irak, Suriye (Rojava) ve şimdilik erteledikleri İran’dan alınacak topraklarda totaliter bir “konfederal” yapı anlamındadır.Bu bir yorum değildir, kendileri açıkça ilan ediyorlar.
2013 ÇATIŞMASI
Barzani ile PKK arasındaki bu eski ihtilaf, Suriye’deki olaylarla yeniden su üstüne çıktı. KCK güdümündeki PYD, Esad’ın desteğiyle Kuzey Suriye’ye, Rojava’ya hâkim oldu. Diğer bütün Kürt gruplarını silahla tasfiye ederek “kanton” dedikleri totaliter KCK yönetimini kurdu. Bu, Stalin-Kaddafi karması bir modeldir. PYD, Mayıs 2013’te Barzani yanlısı Kürt Azadi Partisi’nin lider kadrosundan 75 kişiyi de tutuklayınca, Barzani sınırı PYD’ye kapattı ve şu açıklamayı yaptı:“PYD benim için bitmiştir. Elindeki yurtseverleri serbest bıraksa bile bu değişmez.” (21 Mayıs 2013)Barzani’nin Başkanlık Divanı Üyesi Ali Avni “Salih Müslim gibi bir diktatörü istemiyoruz” diye konuştu. (19 Kasım 2013)Kandil de sürekli olarak Barzani’yi ve Irak Kürdistan yönetimini suçladı.