Paylaş
Anayasa mahkemelerinin 2. Dünya Savaşı sonrası güç bulmasının nedeni budur; hedef de iktidarla yargının, anayasaya uygun davranmasını sağlamaktır. Türkiye’de de, bazı yanlış kararlarına rağmen Anayasa Mahkemesi (AYM), hukuk devleti yolunda ilerlemeye hizmet eden önemli bir kurum haline geldi.
AKP de, ‘hukukun üstünlüğü’ iddiasıyla AYM’yi yeniden şekillendiren referanduma gitti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da 25 Nisan 2013 günü şunu dedi:
“Ülkem adına iftiharla ifade etmeliyim ki şu anda özgürlükleri daraltan, siyasete sınır çizen, birey karşısında devleti koruyan bir Anayasa Mahkemesi değil, özgürlükleri, demokrasiyi, milli egemenliği güçlü şekilde muhafaza eden bir Anayasa Mahkemesi var.”
BAŞKANVEKİLİ GELENEĞİ
Bu sözlerden önce de AYM Başkanı Haşim Kılıç dahil, yüksek yargının başkanlarına atıfla Bülent Arınç, “Rabbim verdikçe veriyor” demiş, AKP’nin kapanma davasındaki tavrı nedeniyle Kılıç, ‘kahraman’ ilan edilmiş, o günlerde bakanlarla birlikte görünmesine tek itiraz gelmemişti.
İktidarı memnun eden bu tablo, YouTube, Twitter benzeri ‘özgürlükleri muhafaza’ eden kararların ardından bozuldu ve AYM’yi Erdoğan’ın hedefine oturttu.
Kılıç’ın konuşmalarına bazen siyasi sos eklemesi de göz ardı edilemez; ama işin özünde mahkemenin, özgürlüklerin lehine, Anayasa dışı gördüğü hükümetin bazı uygulamalarının ise aleyhine kararlar alması yatıyordu.
AYM’ye iktidar tepkisi ‘paralel yapının uzantısı’ suçlamasına kadar vardı.
Yargının her noktasını şekillendirdiği görülen iktidar, AYM’nin de aynı noktaya gelmesi için başkan seçimine odaklanmış gibi. Oysa, Ahmet Necdet Sezer’in seçimi hariç, AYM’de güzel bir gelenek oluşmuş.
Başkanvekili bir sonraki başkan seçiliyor, böylece tecrübe ve işleyiş noktasında yeterlilik kazanmış biri görevi devralmış oluyor.
ARSLAN İLGİNÇ BİR İSİM
Aynı geleneğin yine sürmesi, Başkanvekili Serruh Kaleli’nin başkan seçilmesi bekleniyordu, ama süreç ansızın durduruldu. Abdullah Gül’ün seçtiği Zühtü Arslan’ın, iktidarın desteği ile aday olduğu haberleri yayılınca da kafalar iyice karıştı. Neden mi?
Çünkü, yüksek lisans ve doktorasını Leicester Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yapan Arslan, AKP’nin Polis Akademisi’ne atadığı ilk sivil rektör oldu.
Polis Akademisi’ni, AKP dönemine göre şekillendiren en önemli kurmaydı, ama bugün aynı AKP, Polis Akademisi’ni ‘Cemaat yatağı’ diyerek tasfiye ediyor. (Bakınız, TBMM’deki iç güvenlik yasa paketi.)
“Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim” başlıklı TESEV raporuna bölüm yazan, AKP’nin hazırlattığı anayasa taslağının mimarlarından biri de Arslan’dı. (TESEV raporu nedeniyle dönemin Genelkurmay Başkanı, sonraki günlerin Ergenekon sanığı İlker Başbuğ tarafından da mahkemeye verilmiş.)
Malum; bugün Cemaat ile bağlantılı denen polislerin çoğu ABD’nin Utah eyaletinde eğitime yollanmış isimler; İlginçtir, Arslan da Utah’da eğitim aldı.
‘Dinlerarası İlişkiler’ başlıklı projesi de Cemaat’ten büyük ilgi gördü.
Bir de dün ‘Rabbim verdikçe veriyor’ denen isimlerle bugün selam sabah dahi kesilmişse, yüksek yargıya gelenek dışı böylesi müdahaleleri sürdürmenin amacı şüphe çekmez, kafaları karıştırmaz mı?
Paylaş