Paylaş
“Demokratikleşme Kongresi” adı verilen bu kurultayda alınan kararlara sevinen Said-i Nursi, CHP genel sekreteri Hilmi Uran’a mektup gönderdi. 19 gün süren CHP tarihinin bu en uzun kongresinde partililer bakın hangi kararları aldı?
1946’da ilk kez çok partili genel seçimler yapıldı.
Seçimleri CHP kazandı.
Kazandı kazanmasına ama bir gerçekle de yüzleşti:
Popülist politikalara başvurmazsa gelecek seçimleri kaybedilebilirdi.
CHP de muhalefet partileri gibi yapmalı; yani, dini söylemlere ağırlık vermeliydi.
17 Kasım 1947 günü başlayan yedinci CHP kurultayı, partinin tüzük ve programını bu amaç doğrultusunda yeniledi.
19 gün süren CHP kongresinde bakın hangi tarihi kararlar alındı…
Din dersi meselesi
17 Kasım 1947 tarihi CHP için dönemeç oldu.
Yedinci kurultayda alınan kararlarla Cumhuriyet Devrimi’nin temel ilkeleri tasfiye sürecine sokuldu.
Cumhuriyetçilik ilkesi sadece seçime indirgendi.
En önemli kararlar kuşkusuz laiklik konusunda alındı.
İlkokullara; “dinimize kayıtsız kalamayız”, “dinsiz millet olmaz” denilerek din dersi konuldu.
Yani, CHP’nin bugünkü ruh hali dün de aynıydı!
Şöyle düşünüyordu partililer:
“Halkın önemli bir bölümü bizim din düşmanı olduğumuzu sanıyor. Bu yanlış algıyı yıkmamız lazım. Dindar olduğumuzu ispatlamamız şart.”
Kimi Behçet Kemal Çağlar gibi CHP’liler bu söyleme karşı çıktı; kimi Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi CHP’liler bu fikri savundu.
Bugün türban konusunda CHP’nin aradığı “orta yolu” o günlerde İsmet İnönü buldu:
“İlkokulların dördüncü ve beşinci sınıf öğrencilerine okul içinde ama ders zamanları dışında isteğe bağlı olarak din dersi verilebilir.”
Din dersi zorunlu değildi; sadece öğrenci velisinin, “çocuğumun din dersi almasını istiyorum” diye dilekçe vermesi yeterliydi.
Sonuç:
Azınlıklar dışında tüm veliler bu dilekçeyi verdi. O günlerde “mahalle baskısı” kavramı henüz bilinmiyordu!
Din dersi uygulamasına 15 Şubat 1949’da başlandı.
Yıl 2010.
Okullarda artık zorunlu olarak okutulan din dersini hala konuşuyoruz; hala tartışıyoruz.
Demek ki neymiş, CHP okullara din dersi koyarak sorunu çözüme kavuşturamamıştı! Neyse, bu ayrı konu devam edelim…
İmam Hatipler açıldı
1947 CHP kongresi, İmam Hatip okullarının açılmasına da “yeşil ışık” yaktı.
Ankara’da İlahiyat Fakültesi kurulmasına onay verildi.
Bu tartışmaya girmeyeyim diyorum ama dayanamıyorum; ne ilginç değil mi; Türkiye 61 yıl sonra hala bu okulları tartışıyor.
Bitmedi.
CHP’liler, hacca gitmek isteyenlere hükümet tarafından döviz verileceğini açıkladı.
CHP milletvekilleri coşmuştu bir kere; muhalefet bir söylüyorsa onlar bin söylüyordu. Kimi partililer, tanınmış evliyaların tekkelerinin, dergahlarının açılmasını gündeme getirdi.
İsmet İnönü bile baskıdan nasibini aldı: mitinglerde “Allah” adını ağzına almalıydı. O da mecbur kaldı, konuşmasını “Allahaısmarladık” diyerek bitirmeye! Oysa İnönü namazında, orucunda bir devlet adamıydı.
Din siyasete alet edilmişti bir kere; İnönü’den Çankaya Köşkü’ndeki seccadesini halka göstermesi istendi!
Hedefinde sandık zaferi olan bir rüzgar vardı; ve kimse önünde duramıyordu.
Asıl tehlike irtica değil
O yıllarda devletin tehlike algısı da değiştirildi.
Asıl tehlike irtica değil komünizm idi. (Bunun sonucu “1947 Türkiye Komünist Partisi Tevkifatı” yapıldı. Geçen hafta kaybettiğimiz usta şairimiz Arif Damar da tutuklananlar arasındaydı.)
Tüm bunların adı ta o zamandan kondu: “Demokratikleşme.”
“Demokratikleşme”nin dış politikada da yansılamaları oldu:
Aynı yılın şubat ve mart aylarında Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’na giriş gerçekleştirildi.
ABD Başkanı Truman’ın meclisten geçirdiği 400 milyon dolarlık Türkiye yardımı sevinç yarattı. Bu aslında “ileri karakol” olmayı kabul etmekti.
ABD ile ilişkiler ekonomi anlayışını da değiştirdi.
1947 kongresinde devletçilik ilkesi değiştirildi:
Devlet sadece, özel sektörün karlı bulmadığı alanlarda yatırım yapacaktı. Kar amacı olmayan denizyolu, karayolu taşımacılığı gibi kamu hizmetlerini artık özel sektör yürütecekti.
Esas olan özel girişimdi. Yani liberalizm.
Bu arada halkçılık ilkesinin en önemli unsuru toprak reformu kanunu rafa kaldırıldı.
Toprak reformunu unutmakla kalmayan CHP, bir yıl sonra Tarım Bakanlığı’na Çukurova bölgesinde geniş toprak sahibi olan Cavit Oral’ı getirdi!
Bugün Kürt meselesinin çözümünde kimse ağzına toprak reformunu almıyor. Dün CHP’nin, DP’nin yaptığını bugünkü partiler de aynen uyguluyor:
Kırsal oylarda etkisi olan büyük toprak sahipleriyle ilişkileri düzenlemek!
Öyle ki…
1947 yılına kadar CHP’nin Güneydoğu Anadolu’da parti örgütü bile yoktu!
Evet, 1947 CHP için dönemeçti.
Cumhuriyet devrimlerinin kültür ocağı halkevleri de bu kongreden sonra yok oluş sürecine girdi. Kurultayda halkevleri meselesi ele alındı; Prof. Fahrettin Kerim Gökay başkanlığında bir komisyon kuruldu ve her kurulan komisyon gibi bundan da bir sonuç alınamadı. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti ezici bir çoğunlukla iktidara gelince, halkevlerinin durumu netleşti: kapatıldı, mal varlığına el konuldu.
Köy Enstitülerinin akıbeti de aynı oldu.
Kuşkusuz tüm bu olup bitenleri takdir edenler vardı…
Said-i Nursi memnun
CHP yedinci kongresinde alınan kararlar Said-i Nursi’yi memnun etti. Ancak yapılanların az olduğunu düşünüyordu. Kongreden genel sekreter çıkan Hilmi Uran’a mektup yazdı.
“(…) katib-i umumi olduğun Halk Fırkasının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:
Bin seneden beri alem-i İslamiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslamiyeyi muhafaza eden ve alem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri!
Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'ân a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur'âniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size katiyen haber veriyorum ve kat i hüccetlerle ispat ederim ki, alem-i İslamın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; ve şimdi alem-i İslamı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup, alem-i İslamın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.”
Said-i Nursi 1947 yılının son günlerinde kaleme aldığı mektubunda 1946 seçimlerini de değerlendirip CHP’yi ne yapması konusunda şöyle uyardı:
“Size karşı elbette çok cihetlerde dahili ve harici muarızlar var. Ben dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksaydı, birden sizi mağlup ederdi. Çünkü bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an ane-i İslamiye ile, ruh ve kalble bağlanmış. Zahiren muhalif, fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfüru etse de, kalben bağlanmaz.” (Emirdağ Lahikası)
Aslında son cümlesiyle Said-i Nursi doğru söylemiyor mu?
CHP bu köklü değişimi oy almak maksadıyla yaptı ise, Said-i Nursi’nin oyunu almış mıdır?
Ya da mesele toplumdaki dindarlık algısını değiştirmekse, CHP bu kararlarıyla halktaki bu algıyı yıkmış mıdır?
Mesele demokratikleşme ise, bugün, 27 Avrupa ülkesinin niye sadece 4’ünde din dersi var?
Tüzük de değişti
Asıl demokratikleşme parti tüzüğü değişikliğiyle gerçekleşti.
Bugün CHP’de tüzük tartışması, “genel sekreterlik” üzerinden yürütülüyor. 1947 kurultayında önemli tüzük değişiklikleri oldu.
Madem genel sekreterlik örneğiyle başladık bu konuyla devam edelim: Genel sekreteri artık parti genel başkanı atamayacaktı. Genel sekreteri parti meclisi belirleyecekti.
“Parti Meclisi” de ilk kez bu kongrede oluşturuldu.
Şöyle:
Genel başkan, genel başkan vekili ve genel sekreterden oluşan “Başkanlık Meclisi” kaldırıldı. Yerine kongre tarafından seçilen 40 üyeli “Parti Meclisi” kurumu geldi. Bu meclis kendi içinden 12 kişilik “Genel Yönetim Kurulu”nu seçecekti.
Bir önemli değişiklik de şu oldu: Valilerin aynı zamanda il başkanı olması uygulaması kaldırıldı. Parti il başkanları seçimle belirlenecekti.
Keza bugün Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği “önseçim” konusunda ilk kez bu kongrede ele alındı: Milletvekili adaylarının yüzde yetmişi yerel parti örgütlerince seçilecekti.
Partinin gençleşmesi için de adımlar atıldı:
Partiye üye olma yaşı 22’den 18’e indirildi.
Gelelim sonuca:
CHP şanslı parti; ders alacağı koskoca bir parti tarihi ve Atatürk gibi büyük bir lideri var.
Peki, bugünkü kafa karışıklığının sebebi ne:
Temel neden siyasi kimliksizlik mi?
Bu partiye günümüzün cılız yapay düşünceleri yakışmıyor.
FİLOZOF HEIDEGGER’DEN ÇIKARILACAK DERSLER
İki haftadır yine Martin Heidegger (1899–1976) okumaya başladım.
Son günlerde aydın-iktidar ilişkisi üzerine düşünüyorum.
Kafamda sorularım var:
20’inci yüzyılın en etkili felsefe üstatlarından biri ve aynı zamanda tarihin en büyük “entelektüel zanlısı” olan Heidegger, Alman Nasyonal Sosyalistleri neden destekledi?
Hitler, sadece kendi içinde yıkılmış, zihni parçalanmış, istekleri darmadağın olmuş yığınları değil, filozof Heidegger gibi entelektüelleri de nasıl büyüledi?
Sorunun yanıtını Heidegger’in sevgilisi felsefeci Hannah Arendt’te buldum:
“Birinci Dünya Savaşı’nda dünkü dünyanın değerlerini yitiren entellektüel seçkinler, faşist hareketlerin iktidara geldiği anda gemileri yakarlar. Bu savaş sonrası seçkinlerin içine gömülmeyi arzuladığı kitledir.”
Arendt’e göre bu, “yığın ile seçkinler arasındaki ittifak” idi.
Peki…
İyi bir noktaya geldik:
1990’da Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla başlayan “yenilgi süreci”, Türkiye’deki entelektüelleri nasıl etkiledi?
İdeolojik yenilgi ruhlarda hangi tahribatlara yol açtı? Bugünlerde sürekli dillerinden düşürmedikleri popülist söylemlerin-kavramların sebebi; geniş kitlelerin içine gömülme arzusu mu? Onaylanma, takdir edilme duygusu mu?
Keza…
Bu kadar saldırganlığın, kibrin, küstahlığın altında hangi onarılmaz ruhsal yaralar, yalnızlıklar var?
Benzer travmayı Heidegger de yaşadı mı?
Bakınız…
Hitler kendini hiç saklamadı.
Nefretini gösterdi. Öfkesini haykırdı. “Şeytan” dediği “öteki”yle savaşacağını ilan etti. Heidegger bunları duymadı mı?
Hitler’in kişiyi aşağılayarak nesneye dönüştürdüğünü Heidegger görmedi mi?
Hitler’in kaostan beslendiğini, sürekli korkutarak kazandığını anlamadı mı?
Aslında gerçek şuydu:
Heidegger’in kafasında felsefi bir teorisi vardı. Teorisine uygun “gerçekleri” görüyor ötesini görmek istemiyordu.
Ya diğer Alman entelektüelleri?
Farkında olamadılar, analiz edemediler mi ayak sesleri duyulan faşizmi?
Aslında çoğu Heidegger gibi farkındaydı.
Görmek istediklerini gördüler, duymak istediklerini duydular.
Şiddeti, kötülüğü, bayağılığı, kabalığı yok saydılar. Zamanla yok olacağına inandılar. Geçiş döneminin sancıları olarak değerlendirdiler tüm olup biteni. Ufukta, iyiliğin-güzelliğin var olduğunu sandılar.
Aslında işin özü şuydu:
Düşünme yetisini kaybetmişlerdi.
Siyasi zekalarını kaybetmişlerdi.
Yani kaybedendiler.
Bu nedenle gerçekle bağları kopmuştu; siyasi olmayan bir siyaset özlemi içindeydiler.
Başta Heidegger olmak üzere sandılar ki, “Hitler’i yönetiriz, kontrol ederiz.”
Yanıldılar.
Tarihte bunun yığınla örneği var zaten:
Kimi entelektüeller, fikirleriyle yönlendirmek için politik liderlere yanaşır. Oysa o politik liderlerin çoğu, kendilerini yönlendirmeye kalkışanlardan nefret eder. Bu nedenle, birçok entelektüelin sonu acıyla bitmiştir.
Heidegger bunun sadece bir örneğidir. Bir gecede gözden düştü. Hitler o gece (Uzun Bıçaklar Gecesi) bin küsur SA’yı öldürdü.
Heidegger’in şu sözlerinden umarım Türkiye’de bazı aydınlar dersler çıkarır:
“Şiddet kullanan, iyiliği ve dinginliği bilemez. Ne rahatlamayı, ne huzuru, ne ateşkesi bilir; ne de bunlardan haberdardır.”
Paylaş