Peki, yıllardır alkışlanan Mozart’ın “Zaide” operasına ne ceza keseceğiz? Ya da Avrupa’da 300 yıldır Kanuni-Hürrem ilişkisini anlatan onlarca tiyatro oyununu, operayı ve baleyi nasıl sansürleyeceğiz? Ve işin daha acıklı yanı, onlarca yıldır bu konuda niye hiçbir yetkili ya da “çokbilmiş” birileri ortaya çıkıp bu eserleri gündeme getirmedi? “Türk’ün Türk’e propagandası”na bayılıyoruz!
MOZART’ın, başkahramanı Kanuni Sultan Süleyman olan ünlü bestesi “Zaide” operasını bilir misiniz? 1780’te Salzburg’da bestelendi. Ancak bitiremedi. Çünkü “Saraydan Kız Kaçırma” operası onu daha çok heyecanlandırdı.
“Zaide”, Kanuni’nin haremindeki bir tutsaktı; padişaha değil taşocaklarında çalışan köle Gomatz’a âşıktı. Bu üçlü arasındaki ilişkiyi konu alan operanın librettosunu A. Schachtner kaleme aldı. Ancak bu metin sonra kayboldu. Kim buldu dersiniz; Alfred Einstein!
“Zaide” operasının ana sahnesini harem oluşturuyor.
Bugün “Muhteşem Yüzyıl”ı eleştirenler yıllardır Türkiye’de sahnelenen Mozart’ın “Zaide”sine niye hiç seslerini çıkarmıyor acaba? Farkında bile değiller, öyle değil mi?
Sadece Mozart değil; Verdi’den Rossini’ye kadar tanınmış besteciler Türk temasıyla hep ilgilendi. Bestecilerin, oyun yazarlarının ve koreografların ilgisini en çok çeken padişah ise Kanuni Sultan Süleyman oldu.
Türkiye’den birilerinin çıkıp, “Bunlar Kanuni’yi küçük düşürüyor, Harem’i yanlış anlatıyor” dediğini, yazdığını duydunuz mu?
Oysa Türkiye’de de gösterilen bu tiyatro, opera, bale temalarında neler neler var...
250 yıldır sahneleniyorYıl: 1756.
Yer: İtalya/Torino, Regio Tiyatrosu.
Librettosunu G. A. Miglivacca’nın kaleme aldığı, M. A. Valentini’nin “Soliman” operası sergileniyor.
Opera, Kanuni’nin (Soliman), Hürrem Sultan (Rosselena) ile evlenmesiyle başlıyor. Sonra Hürrem’in öz oğlu Cihangir’i tahta geçirmek için Şehzade Mustafa’yı yok etme girişimlerini, damadı Rüstem Paşa’yı (Rufteno) işbirliğine ikna etmesini vs. anlatıyor.
Yani “Soliman” operası, doğru ya da yanlış sarayın/haremin içyüzünü 250 yıldır sahneliyor. Bu operaya itiraz eden birini gördünüz mü?
Peki...
1784 tarihinde metnini C. S. Favart’ın yazdığı, müziğini G. Favart’ın bestelediği “Sultan Süleyman” adlı operaya karşı çıkanı duydunuz mu?
1811 tarihli Totolo’nun veya 1827 tarihli Garcia’nın ya da 1755 tarihli D. Fischiette’nin eserlerine karşı çıkan bir ses işittiniz mi?
Bakınız: Kanuni Sultan Süleyman’la ilgili yazılan-bestelenen operaları sıralasak bu sayfaya sığmaz.
Peki ya bale?
Kanuni konulu baleler18’inci yüzyılda modern balenin kurucusu sayılan Jean G. Noverre Türkleri konu alan üç bale tasarladı.
Koreografisini ve müziğini G. Angiolini’nin yaptığı “Solimano Seconda” balesi bunların başlıcası. (Çoğu Avrupalı yanlışlıkla Kanuni’ye “II. Süleyman” demektedir.)
L. Henry, C. Rianciardi, A. Campra vd. balelerinin konusu hep “Muhteşem Yüzyıl” dizisine benzemektedir. Bunlar 300 yıldır Avrupa sahnelerinde gösterimdedir. Kanuni nasıl çapkındır nasıl çapkındır, anlata anlata bitiremezler. Elinden de içki kadehini düşürmezler.
Haklarını yememek lazım, efsane ve yiğit kavramlarının altını çizmişlerdir ama diğer yandan da hep acımasızlığı ve şehvet düşkünlüğü ile işlemişlerdir Kanuni’yi.
Komedisini bile yapmışlardır.
“Süleyman ve Üç Hanım” adlı güldürü oyunu hâlâ, Fransız tiyatrosunun en iyi güldürü oyunlarından biri olarak gösterilmektedir.
Machiavelli’nin komedyası “La Mandrogola”sı da bunun bir başka örneğidir.
Tiyatroda Kanuni
Kanuni ile ilgili en çok eser tiyatro için yazıldı.
Örneğin Kanuni tiyatro olarak Fransa’da ilk kez 1561’de sahnelendi. “La Sultana” adlı tiyatro oyununu birkaç yılını İstanbul’da tutsak olarak geçirmiş N. Moffa yazdı.
Bu eserde olduğu gibi neredeyse tüm tiyatro oyunlarında konu aynıdır hep: Kanuni’nin gözdesi Hürrem (Rose) damadı Rüstem Paşa’ya işbirliği yapıp Şehzade Mustafa’yı saf dışı etmeye çalışmaktadır.
G. Thilloys’un 1608 tarihinde yazdığı oyunun konusu da aynıdır.
Kanuni-Hürrem ilişkisi Avrupa’da hep ilgi gördü.
İtalyan P. Bonarelli’nin 1618’de sahneye koyduğu “Soliman”ın ilk gösterimine 4 bin kişi geldi.
17’nci yüzyılda J. Mariet, C. Dalibray, Desmarets ve Jacquelin gibi oyun yazarları Kanuni’yi tiyatro sahnesine taşıdılar. Senaryo konusu hep aynıydı: Hürrem Sultan’ın entrikaları.
İngiltere’de 1579-1642 yıllarında yazılan 47 oyunun 31’i Türklerle ilgiliydi. Ve çoğu Kanuni-Hürrem ilişkisi üzerine idi. İspanya, Avusturya, Almanya örneklerini sıralamaya gerek yok. Başta Kanuni olmak üzere Türklere ilişkin onlarca eser yazıldı, bestelendi, sahnelendi.
Sonuçta...
Bunların her biri sanat eseridir. Yazarının, bestecisinin yaratılarıdır. Kim ne diyebilir ki? Ama bizim ülkemizde fırtınalar koparılıyor.
Öyle ya...
“Türk’ün Türk’e propagandası”na bayılıyoruz.
Tarihimizi, salt savaşlar ve kahramanlıklar üzerine anlatırsanız/öğretirseniz olacağı budur. Muhteşem Yüzyıl’a gelen tepkilerin nedeni, resmi ideolojinin okul müfredatıdır.
SULTAN ABDULAZİZ HEYKELİNİ VALİDE SULTAN’DAN ZOR KURTARDI
TARİH: MÖ 1300’ler...
Tarihte bilinen ilk açık hava heykel atölyesi Hitit İmparatoru Şuppillulima döneminde (MÖ 1375-1335) Anadolu’da bulundu. Burası aynı zamanda bir heykel okuluydu.
Kuran-ı Kerim’de olmamasına rağmen İslam’ın tasvir yasağı getirdiği yorumları Osmanlı’yı da etkiledi; 15’inci yüzyıla kadar resim ve heykel yapımı reddedildi. (Oysa Selçuklu sanatında insan ve hayvan figürlü kabartmalara rastlanmaktadır. Örn: Konya Kalesi.)
Belirtmeliyim ki; bu yasakçı tutuma karşın Osmanlı fethettiği yerlerdeki anıtlara, heykellere, resimlere pek dokunmadı.
İlk resim portresini büyük devrimci Fatih Sultan Mehmet yaptırdı. Keza Avrupa’dan getirttiği heykeltıraş Bartolomeo Bellano’ya madalyalar üzerine kabartmalarını işletti.
Fatih’ten sonra diğer padişahlar da resimlerini yaptırdı.
Portresini çoğaltıp halka dağıtan ilk padişah Sultan III. Selim’di.
Ceket, pantolon gibi Batılı giysiler giyip yağlıboya resmini yaptırıp devlet dairelerine astıran ilk padişah ise II. Mahmud idi.
Türk heykel tarihi ise Tanzimat dönemiyle başladı. Ancak öyle pek kolay olmadı. 1839’da Tanzimat ilanı ardından Gülhane Parkı’na bir adalet taşı ve Beyazıt Meydanı’na Gülhane Hattı metninin yazıldığı bir anıt dikilmesi planlandı ama yapılamadı.
Keza Paris’te yetişmiş mimar Artin Bilezikçi’nin 1855 Paris sergisi için, Kırım Savaşı’ndaki Fransız, İngiliz ve Osmanlı ittifakını anlatan heykel projesi de kabul görmedi.
Heykel korkusunu ve tabusunu yıkan ilk padişah Sultan Abdulaziz oldu.
Avrupa’dan gelen C. F. Fuller’e önce büstünün yapılmasını sipariş etti. 1872’de biten bu büst halen Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir.
Abdulaziz’i at üstünde gösteren bronz heykelini de Fuller aynı yıl yaptı.
İlk heykel olmak kolay değildi; bu heykelin başına gelmeyen kalmadı:
Fuller heykeli Floransa’da tamamladı; heykelin bronz dökümünü ise Miller Münih’te yaptı. Anlatılanlara göre, Pertevniyal Valide Sultan heykeli gemiden attırmak istedi ama başarılı olamadı!
Heykel, tepkiden çekinip halkın pek göremeyeceği bir yere saray duvarları ardına saklandı. Yani şehir meydanına filan konmadı.
Sonra...
Abdulaziz darbeyle tahtan indirilince heykel, bulunduğu Beylerbeyi Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’nın mahzenini boyladı.
1922’de sanata meraklı Halife Abdulmecid, resim atölyesi olarak kullandığı Bağlarbaşı’ndaki Mecid Efendi Köşkü’ne götürdü.
2 yıl sonra 1924’te heykel artık müze olan Topkapı Sarayı’na tekrar getirildi. Şu an ise ilk yeri olan Beylerbeyi Sarayı Müzesi’nde.
Sultan Abdulaziz döneminde yapılan bir diğer heykel hamlesi ise İstanbul’un konak ve saray bahçelerine konmak üzere Paris’ten getirilen hayvan heykelleriydi.
Halk heykele alışıyordu.
1882’de İtalyanlar Beyoğlu’nda balmumu heykel sergisi açtı. Halktan bir tepki gelmediği gibi basında sergi hakkında övücü yazılar çıktı.
Ve aynı yıl İstanbul’da açılan Sanayi-i Nefise-i Şahane (Güzel Sanatlar Akademisi) bölümlerinden biri de heykel (oymacılık) idi.
Roma’da eğitimini tamamlayıp yurda gelen Yervant Osgan (1855-1914) ilk heykeltıraşımızdı.
İlk Müslüman heykeltıraşımız ise İhsan Özsoy (1867-1944) idi. Sonra onu, İsa Behzat, Mahir Tomruk, Nijad Sirel, Mehmet Bahri, Mesrur İzzet, Bayri Bey gibi niceleri takip etti.
Kimi “Osman Hamdi”, “Naile Hanım”, “Kerime Salahur” gibi büstler; kimi ise “Kılıçla Dans Eden Zeybek”, “Saz Şairi” gibi heykeller yaptı.
Anıtlar da yapıldı.
31 Mart gerici ayaklanması sonucu şehit olanlar adına, Muzaffer Bey (1881-1920) tarafından 1911’de mermer ve bronzdan Abide-i Hürriyet Anıtı yapıldı. Bu Batı geleneğine yakın bir anlayışla tasarlanıp yapılan ilk anıttı.
İkincisi ise, İstanbul-Mısır seferi sırasında düşen uçakta şehit olanların anısına yapılan Fatih’teki “Tayyare Şehitleri Anıtı” idi.
Asırlar sonra, Anadolu’da ilk anıt heykel 1915’te Konya’ya yapılacaktı.
Tarlada fedakârlık gösteren Konyalı köylü kadınları anlatan bu anıt ne yazık ki Birinci Dünya Savaşı nedeniyle gerçekleştirilemedi.
Ancak bu ilki Sivas gerçekleştirdi. Aynı yıl Sivas Valisi Muammer Bey Ermeni taş ustasına yaptırdığı “Osman Gazi” büstünü Hafik ilçe meydanına koydu.
Ve bu büst 1936 yılında kimliği belirsiz kişiler tarafından kırıldı! Bu da kırılan ilk heykelimizdi. Büstün konulduğu taş sütün ise hâlâ ilçedeki Tepebaşı Merkez Camii’nin musalla taşı olarak kullanılıyor!
1950’den sonra Atatürk heykelleri de dinciler tarafından sürekli tahrip edildi.
Yani:
Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli heykeltıraşlardan Mehmet Aksoy’un yaptığı ve ne yazık ki “ucube” bulunup yıktırılması düşünülen Kars’taki Barış Anıtı ilk yok edilen sanat eseri olmayacak. Ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın adı tarihe, ilk heykel-anıt yıktıran Başbakan olarak geçecek. Umarız hatadan dönülür.
Çünkü:
Oscar Wilde’nin dediği gibi; sanat aslında seyircisine ayna tutar!
TÜRK SÖZCÜĞÜNDEN KİM RAHATSIZ
DİKKAT ediyor musunuz:
Son dönemde “Türk” sözcüğünün yazılmaması ve telaffuz edilmemesi için büyük çaba harcanıyor. “Türk” demek neredeyse faşistlikle eşanlamlı hale getiriliyor.
Evet isteniyor ki, artık “Türk” sözcüğü ağızlara alınmasın.
Son olarak belki duymuşsunuz, okumuşsunuzdur:
“Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun Tasarısı” TBMM’ye sunuldu. 80 maddelik bu yasa tasarısıyla Anayasa Mahkemesi’nin statüsü yeniden düzenleniyor ve eski “2949 sayılı Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun” yürürlükten kaldırılıyor.
Tasarının en önemlisi ve dikkat çeken maddesi, Anayasa Mahkemesi üyelerinin göreve başlayabilmek için koşul olan “ant” metninde yapılan değişiklik.
Yeminden; “Türk milleti tarafından demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunan” bölümü çıkarılmak isteniyor.
Bu düzenleme, yeni anayasada “ikili ulus” kavramının getirileceğini, “Türk yurttaşı” tanımının değişeceğini, hatta belki de “Türk” sözcüğüne hiç yer verilmeyeceğini mi göstermektedir; bu konulara girmeyeceğim.
Üzerinde durmak istediğim konu başka...
“Türk” sözcüğünden-imgesinden kim/kimler rahatsız?
Hiç saklamaya gerek yok, en başta Avrupa Birliği var.
Benim “anlamadığım” işte bu!
Osmanlı’ya “Türk” diyen kimdi?
Müslüman ile Türk’ü eşanlamlı kullanan kimdi?
Oysa ne Osmanlı ne de Müslümanlar kendilerini “Türk” diye tanımladı.
“Türk” diyen sadece Avrupalılar idi.
Peki “Türk” imgesi Avrupalılar için ne ifade ediyordu?
Türk korkunun adıydı.
Türk hayranlığın adıydı.
Türk bilinemezliğin, egzotikliğin, gizemin adıydı.
En çok merak edilen, en çok konuşulan en çok yazılıp çizilen, gizli bir kıskançlık duyulan popüler bir mitin adıydı; “Gran Turco”, Büyük Türk!
Ve kesinlikle yok edilmesi gereken düşmanın adıydı. Bu nedenle Luther’den Erasmus’a kadar birçok filozof Türk düşmanlığını, zalimlikle özdeşleştirip kökleştirdi.
Uzatmayayım, Avrupa kapılarına dayanan, mağrur, muhteşem ve muzaffer Türkleri hep yok olması gereken bir düşman olarak gördüler.
Önce direndiler. Püskürttüler. Sonra saldırdılar.
Ancak yok edemediler.
Şimdi...
İşte son yıllarda “Türk” sözcüğü günlük hayattan, yasalardan, sanattan çıkarılmak istendikçe kafam karışıyor!
Yoksa Avrupa’daki “Türk” saplantısı bitmedi mi?
Ve bir soru daha:
“Türk” sözcüğünden rahatsız olanlar listesinde başka kimler var?
Bilinir ki, soru aslında yanıttır...