Hz. Muhammed’in soyundan gelenlere "seyit" deniliyor. Dikkat ediyor musunuz; özellikle Doğu ve Güneydoğu’da ne çok seyit olduğunu söyleyen aile var! Bunlar gerçekten Hz. Muhammed’in soyundan mı geliyor, yoksa çoğu "çakma seyit" (müteseyit) mi? Türkiye’de kutsal soy aristokrasisi oluşturan "seyit enflasyonu" ne zaman, nasıl doğdu? Peki, tüm bunların Kürt sorunuyla ne ilgisi var?
SEYİT olmanın tek temel ölçütü vardır; Hz. Muhammed’in ailesi, yani "ehlibeyt"e mensubiyettir.
Ehlibeytin kimleri içerdiği bugün dahi tartışılan bir konudur.
Şiiler "Ál-i Aba"dan, yani Hz. Muhammed’in kendisi, kızı Hz. Fatma, damadı Hz. Ali ve iki torunu Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’den ibaret olduğunu ileri sürerler.
Sünniler ise bu konuda iki gruba bölünmüştür; bir grup Hz. Muhammed’in tüm eşlerini de ehlibeyte dahil ederken, diğer grup amcalar, torunlar, yeğenler gibi tüm akrabayı yani Haşimiler’i ehlibeyt sayarlar.
Bazı küçük mezhepler ise Abdullah Mesud, Selman-ı Farisi gibi sahabileri de ehlibeyte dahil ederler.
Türkiye’deki -ki hemen hepsi Kürt- seyitler, ehlibeyte mensup mudur?
Evet, konuyu artık yaşadığımız topraklara, Anadolu’ya getirebiliriz...
’Çakma seyit’ hep vardı
Seyitlerin Anadolu’daki tarihinin ne zaman, nasıl başladığı, boyutlarının ve mekánlarının ne olduğu tam olarak bilinmemektedir. Bilinen, seyitlerin büyük ölçüde kabul gördüğü bölgelerin başında Anadolu’nun geldiğidir.
Anadolu’daki seyit tarihi, Selçuklular dönemine kadar götürülebiliyor. Öncesine ait yazılı metin yok.
Selçuklular döneminde seyit olduğunu iddia eden o kadar çok kişi/aile var ki, seyitlerin nesebi konusunda ilk çalışma başlatıldı. Bu iş Sadreddin Yusuf’a verildi.
Ancak gerçek seyitler ile "çakma seyitleri" (müteseyitleri) birbirinden ayıran ilk çalışma, Abbasiler döneminde başladı. Yani sorun sadece bize özgü değildi. Sahte seyitler tüm İslam ülkelerinin sorunuydu.
Benzer çalışmalar Osmanlı döneminde de sürdü; Yıldırım Bayezid 1400 yılında konuyla ilgili olarak "nakibü’l eşraf" kurumu oluşturdu.
Seyit belgesi: Hüccet
Seyit olduğunu iddia eden kişi iddiasını "nakibü’l eşraf" kurumu önünde ispat etmek zorundaydı. Bunu ispatlamanın iki şartı vardı; elindeki belgeler ve (yıllar içinde sayıları sürekli artan) şahitler.
Seyit olduğunu kanıtlayanların hüccetleri/unvanları ibraz edilir ve defterlere kaydedilirdi. Bu defterlerden günümüze sadece 38 adedi ulaşmıştır ve bunlar da İstanbul Müftülüğü Şeriye Sicilleri Arşivi’nde saklanmaktadır.
Kurul sadece seyitliği onaylamaz, aynı zamanda "çakma seyitlerin" önüne geçmek için sık sık Anadolu’daki kaymakamları aracılığıyla teftişler yaptırırdı.
Peki, bu sıkı incelemeye rağmen "çakma seyitler"in önüne neden geçilememişti? Bu işlerde rüşvetler dönüyor muydu?
Meseleyi tam kavrayabilmek için, seyit olmanın ne gibi avantajları vardı, önce ona bakmak gerekiyor...
Vergi muafiyeti
Seyitlik salt yüksek sosyal statü meselesi değildi.
İşin ekonomik ayrıcalığı vardı; seyitler vergiden muaftılar! Sadece kendileri değil birinci-ikinci dereceden tüm akrabaları da vergi vermiyordu.
Vergi vermedikleri gibi vakıflardan da belli gelir payları alıyorlardı.
Seyitlerin ayrıcalıkları çoktu. Örneğin, seyitleri normal mahkemeler/kadılar yargılayamıyordu, sadece nakibü’l eşraf kurumu yargılayabiliyordu.
Yani seyit olmak çok avantajlıydı. Bu durum Osmanlı’nın gerilemeye başladığı dönemde sosyal ve iktisadi ayrıcalığa kavuşmak isteyen insanlara çok cazip gelmeye başladı.
Seyit olmanın sağladığı ayrıcalıkların kısa sürede fark edilmesiyle Anadolu’da özellikle 16. yüzyıldan başlayarak bir "seyit enflasyonu" yaşandı!
Yani, Osmanlı siyasal ve iktisadi olarak geriledikçe "çakma seyit" sayısı buna paralel olarak arttı.
Seyitliğin maddi ve manevi kazançları insanları o kadar yoldan çıkardı ki alınan sıkı tedbirlere rağmen "çakma seyitlerin" önüne geçilemedi.
Rüşvetle seyit oldular!
"Çakma seyit" olmak o kadar zor değildi. Bunun çeşitli yöntemleri vardı.
En masumu olan iltimas/hatır için verilen hüccet belgesiydi. Gerçi bu durum öyle bir hal aldı ki; Osmanlı Medine’de hatır için sürekli hüccet veren nakibü’l eşraf Seyit Ahmed’i 1576’da uyarmak zorunda kaldı. Bu uyarılar ne kadar işe yaradı bilinmez ama "çakma seyitler" hep bir yol buldular.
Vilayet kátiplerine birkaç akçe rüşvet vererek Defter-i Hakani’ye kendilerini "seyit" olarak yazdırmaları da bu yollardan biriydi.
Devlette tanıdığı olmayanlar, rüşvetten korkanlar ise düzmece şecerelerin peşine düşüyorlardı. Veriyorsun parayı, alıyorsun soylu bir geçmişi! Yeter ki paran olsun; yoksul seyit öldüğünde ailesi şecereyi iyi para verene satabiliyordu.
Ya parası olmayanlar ne yapıyordu? Evlere girip şecere çalıyorlardı!
Bitmedi. Yoksul, bilgisiz halkı kandırmak isteyen kimi uyanıklar, belgeye, şecereye ihtiyaç duymadan seyitlik alameti olan yeşil sarığı başına sarıp köy köy dolaşıyordu. Gelsin etler, sütler, akçeler...
Uzatmayalım; görüldüğü gibi Osmanlı’da seyit olmak o kadar da zor değildi! Yeter ki yakalanmasınlar.
Aslında Osmanlı kiminin seyit olduğuyla pek ilgili değildi ama işin içinde para vardı. "Çakma seyitler" yüzünden devletin vergi gelirleri o kadar düştü ki Osmanlı önlemlerini sıklaştırdı. Kapsamlı teftişler sayesinde "çakma seyitler" ortaya çıkarıldı. Toplanan yeşil sarıklar İstanbul’a gönderiliyordu. En çok yeşil sarık toplanan şehir ise Diyarbakır’dı!
Cumhuriyet ve seyitlik
Cumhuriyet, nakibü’l eşraf kurumunu kaldırdı.
Doğal olarak seyitlerin vergiden muaf tutulmaları gibi benzeri imtiyazlara son verildi. Seyitlik sadece sosyal statü için gerekli bir kimlik olarak kaldı.
Kuşkusuz bu dinsel statü, bölgedeki tüm asalet ve şeref rütbelerinin üstündeydi. Kendilerini hep bir asil nesebe bağlama ihtiyacı içinde olan Türkiye’nin gelişmemiş bölgelerindeki aşiretler, "seyit" unvanı için her yolu denediler.
Biliyorlar ki seyit olmak, diğer aşiretler nezdinde onlara prestij kazandırıyordu.
Ve dolayısıyla bölgede her aşiret şeyhi şeceresini ehlibeyte dayandırmak için her yola başvurdu. Zaten denetleyen bir kurum da yoktu ortada! Böylece elinde sahte-gerçek şecere bulunduran her şeyh soyunu Hz. Muhammed’e dayandırdı. Ve bu nedenle bugün bölgede "seyit enflasyonu" yaşanmaktadır.
Bunun büyük çoğunluğunun "çakma seyit" olduğunu belirtmeye gerek var mı?
Bu bilgilerden sonra gelelim meselenin özüne:
Terörden kaçan Kürt aydınlar, hızla feodal "çakma seyitlerin" hegemonyasına girmektedir. Bu birliktelikten çok memnun olanlar ise yandaş medyayı sonuna kadar "çakma seyitlere" açan dinci-liberal kalemlerdir.
Kürt aydınlar bu büyük oyunun figüranı yapıldıklarının farkında değil midirler?
Bir solcu adam: Gündüz Aktan
MEHMET Ali Birand ile "Özallı Yıllar" belgeselini yaparken tanıştım Gündüz Aktan’la...
Bu belgesel çekimleri sırasında kimin anlattığını anımsamadığım bir olayı sizinle paylaşmak istiyorum:
Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu yıllar.
Gündüz Aktan, Çankaya Köşkü’ne rahat girip çıkan isimlerden biri. Cumhurbaşkanı Özal dışında kimseyle de pek konuşmuyor. Zaten soğuk bir tipi var; kimse de ona yanaşmıyor. Ama Özal’la yakın ilişkisi kıskanılmaya başlanıyor, dedikodu çarkı işliyor: "Gündüz Aktan, Dışişleri Bakanlığı’nın en sıkı solcularından biridir."
Bu sözler Turgut Özal’ın kulağına da fısıldanıyor. Özal gülüp geçiyor.
ANAP ve Köşk’teki muhafazakár kadro işin peşini bırakmıyor. Özal dayanamıyor, gelenleri tersliyor: "Adam gibi adam, işini çok iyi yapıyor, gerisi kimseyi ilgilendirmez."
Gündüz Aktan emekli olduktan sonra Radikal Gazetesi’nde köşe yazmaya başladı. Makaleleri, dinci-liberal ittifakının tepkileriyle karşılaştı.
Ulusalcı, bağımsızlıkçı tezleri savunması üzerine bu kez yine, "Bu adam nasıl solcu" sözleri duyulmaya başlandı.
Ve o, hep belgelerle yazdı, belgelerle konuştu.
Solcu olduğunu hiç saklamadı. Omurgalı bir aydının nasıl olması gerektiğinin ispatıydı.
Sonra Devlet Bahçeli kendisini MHP’ye davet etti. Bir dönem Çankaya Köşkü’nde dillendirilen dedikodu bu kez MHP’de de fısıldanmaya başlandı: "Bu solcu adamın ülkücülerin arasında ne işi var!"
Devlet Bahçeli, tıpkı Turgut Özal gibi yanıt verdi: "Gündüz Bey adam gibi adamdır!"
Evet, Türkiye adam gibi bir adamı kaybetti. Allah rahmet eylesin.
Kürt aydınının travmatik dönüşümü
SON dönemde ülkemizdeki iki gelişme çok dikkat çekici hale geldi:
Birincisi; Kürt aydınları dünün ve bugünün şeyhlerini, aşiret reislerini -ki bunların hepsi seyit olduğunu iddia etmektedir- övgüler düzüp yüceltmeye başladı.
İkincisi; Kürtler sorunlarının çözümü için bu "çakma seyitlerin" ağızlarından çıkacak iki cümleye büyük önem verip, bunlara "kurtarıcı misyonu" vermeye başladı!
Aşiret düzenini yıkmayı hedeflemeyen, yüzlerce yıllık gerici gelenekler arasında boğulmakta olan Kürtleri özgürleştiremeyen Kürt münevverleri, bölgedeki aydınlanmayı "çakma seyitler" ile mi gerçekleştireceğini düşünüyor?
Sahi, tıpkı müritler gibi körü körüne bağlanmaya başladıkları bu "çakma seyitlerin" olağanüstü yetenekleri haiz olduklarını sanıp bunların geleceği görerek mucizeler yaratabileceğine mi inanıyor?
Çocuk mu bunlar. Bu, bu toprakların 150 yıllık aydınlanma mücadelesine savaş açmaktır. Terörden daha tehlikelidir.
Bilmezler mi; bunlar, sadece "çakma seyit" değil, çoğu -Barzani gibi- kökeni bilinmeyen, kılıç zoruyla "beylik" almış şeyh figürleridir.
Son günlerde ardı ardına aşiret reislerine övgüler düzen kitapları yazanların hedefi nedir? Kendi kültürüne sahip çıkmak, gericiliği yücelterek olmaz. Çağ dışı kalmış şeyhleri tıpkı bir müridin yaptığı gibi uçurmaya çalışmak trajikomiktir!
Kürt aydınları kendilerini kandırmamalıdır; geleneksel hiyerarşiye boyun eğerek, şeyhlerin mutlak otoritesi altına girerek gericileştiklerini görmelidirler.
Cumhuriyet ile birlikte okuma olanağına kavuşmuş yoksul Kürt ailelerin aydın çocukları, dinsel özellikleri ağır basan şeyhlerin bugün nasıl müridi olur? Bu kendi tarihlerine bile hakarettir. Osmanlı’daki Kürt hareketlerinin bile gerisine düşmüşlerdir.
Kürt aydınlarına ne oldu böyle? Gerçek hayattan nasıl koptular?
Türkiye’deki yozlaşmanın/avamlaşmanın Kürt aydınlarını da etkilediğini söyleyebilir miyiz?
Sadece bu mu?
Osmanlı’nın son döneminde, İngilizlerin Kürt sorununun çözümünü "çakma seyitlere" havale etmesiyle, bugün Amerikalıların aynı aşiretlerle kol kola olması arasında hiç mi bağ kurmuyorlar?
"Çakma seyitlerin" nasıl rol çaldıklarını düşünüyorlar?
"Turuncu Devrim" peşinde koşanların Kürt aydınlarını bu oyunun taşeronu yapmak istediklerinin farkında değil midirler? Karşı koyanlara neden "Ergenekoncu" yaftası vurulduğunu sanıyorlar?
ABD ve İsrail’in Ortadoğu politikalarına karşı çıkan Kürtler bir bir tasfiye edilirken "çakma seyitlerin" önü neden açılıyor, anlamıyorlar mı?
Türkiye’ye "emperyalist" diyecek kadar küçülen bazı Kürt aydınların, dün İngilizleri bugün Amerikalıları "kurtarıcı" olarak görmeleri hangi büyük oyunun sonucudur?
Kürt aydınları, ABD’nin Irak’ta Sünni, Şii ve Kürtlerin en gerici kanatlarıyla işbirliği yaptığından hiç mi ders çıkarmıyor?
200 yıldır çözümü şeyhlere havale edenler bugün hálá TV’lere çıkıp "Şeyhler baba gibidir" diye nasıl konuşabiliyor?
İnanmak zor ama birileri -üstelik ABD hegemonyası krize girmişken- hálá bu güçlerin ipiyle kuyuya inmeye çalışıyor!
Kürt sorunu, Türk ve Kürtlerin el ele vererek kardeşlik temelindeki politikalarla çözülür; uluslararası güçlerin ve onların işbirlikçisi "çakma seyitlere" himmet duyarak değil.
Diyarbakır neden bir Eskişehir olamadı
TARTIŞMA, Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır gezisiyle başladı: Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi başarılı mı?
Taraflar yerel seçim öncesi karşılıklı söz düellosunu sürdürüyor.
"Kimin haklı olduğuna seçmen karar verecek" gibi yüzeysel bir cümle kurmak istemiyorum. Çünkü Diyarbakır’daki seçimin yerel hizmetlerle hiçbir ilgisi olmadığını artık hepimiz biliyoruz.
Ama gelin gözlerden kaçan bir meseleyi masaya yatıralım:
DTP bölgede birçok belediye başkanlığını kazandı.
Peki, DTP bu kazandığı yerlerde yeni bir "belediye modeli" oluşturabildi mi? Hayır. Başarılı oldu mu? Hayır.
Peki, ne yaptılar; hep büyük politikalar, iri laflar peşinde koştular.
Yeni bir belediyecilik anlayışının Türkiye’ye getirilmesinde öncü olamadılar.
Hiç kimse "hükümetten yardım alınamadı" gibi gerekçeler öne sürmesin.
Çünkü Türkiye’nin bugün beğenerek izlediği DSP’nin Eskişehir örneği var. Prof. Yılmaz Büyükerşen’in hükümet tarafından desteklendiğini söylemeyeceksiniz herhalde.
Diğer yanda Diyarbakır, AB fonlarından Eskişehir’in aldığının üç katı para almıştır.
Diyarbakır’ın bırakın bir Eskişehir yapılmasını, DTP kabul etmelidir ki, 1970’li yıllarda Dev-Yolcu Terzi Fikri’nin gerçekleştirdiği bir "Fatsa ekolü" bile gerçekleştirilememiştir!
Bir yerel yönetim modelleri yoktur. Kusura bakmasınlar, sadece laf üretiyorlar.
Bunca yıllık siyasal birikimin bir şey üretememesi hazindir.
Salt kimlik siyasetiyle nereye kadar gidilebilir?
DTP özeleştiri yapmak zorundadır.
Alternatif toplumcu belediye modellerini hayata geçirerek diğer siyasal partilere de örnek olmalıdırlar.
Ve bu belediyecilik anlayışıyla Türkiye’nin her yerinden oy talep etmelidir; salt Kürt kimliğiyle değil.