Paylaş
Yazarı Filibeli Ahmet Hilmi’dir. Kitabı satır satır okuyup notlar alan kişi ise bir tuğgeneraldir. Eseri Birinci Dünya Savaşı’nın zorlu şartlarında cephede okumaktadır. Üstelik... Hem elinden kitabı düşürmemiş hem de Kürt milislerle birlikte Rusları Muş’tan, Bitlis’ten kovmuştur. Bu askeri başarısından dolayı Mecidi Nişanı’yla onurlandırılmıştır. Bugünlerde ağır hakaretlere maruz bırakılan bu tuğgenerali tanıdınız mı?
TARİH 10 Ocak 1916.
Miralay Mustafa Kemal Çanakkale Savaşı’ndaki üstün başarılarından dolayı Alman devletinin “Demir Salip Nişanı”yla onurlandırıldı.
Düşman Çanakkale’de durdurulduktan 6 gün sonra Edirne’deki 16’ncı Kolordu Komutanlığı görevine atandı.
Sofya’daki arkadaşı Fethi Okyar’ı ziyaretten hemen sonra yeni görevine başladı.
Büyük komutanlarımızdan İzzettin Çalışlar, Edirnelilerin Mustafa Kemal’i nasıl karşıladığını günlüğüne şöyle yazdı:
“15 Kanunusani 1331 (28 Şubat 1916)
Hava sabahleyin sis, sonra güzel. Öğleden evvel 11’inci Fırka zabitanı dairede toplandılar. Oradan hep birlikte atlarla Sultan Selim Camii’ne gittik. Cuma namazımızı müteakip otomobil ile şehir haricine çıktık. Vali Bey kumandanla (Mustafa Kemal) beraber kumandanın otomobiline, ben de Müftü Efendi’yle birlikte Vali Bey’in otomobiline bindik. Yollar hıncahınç ahaliyle dolmuş, bütün mektepler mahalli mahsuslarına ahzı mevki etmişlerdi. Şehir serapa donanmış, müteaddit takı zaferler yapılmıştı. Abacılar Caddesi’nde biri ‘Yaşasın Arıburnu ve Anafartalar Kahramanı’; diğeri ‘Yaşasın Arıburnu ve Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’ yazılı iki büyük levha asılmıştı...”
Bu olay Mustafa Kemal’in hayatında bir ilk oldu. İlk kez Edirne’de sivil halkın coşkusuna muhatap olacaktı.
Şaşırmıştı.
Şaşkınlığı şöhretinin bu derece yayılmasına ve halk tarafından bu derece sevilmesineydi.
Sevinçler o günlerde hep kısa süreliydi. O günlerde, Rus ordusu Doğu Cephesi’ni yarıp Erzurum’a girmişti.
Başkomutan Vekili Enver Paşa Rus ordusunu kimin durduracağını iyi biliyordu. 10 Mart 1916’da Mustafa Kemal’e telgraf çekti; 16’ncı Kolordu Komutanı olarak acilen Diyarbakır’a gitmesini istedi.
Bir gün sonra...
Mustafa Kemal ve karargâhındaki subay arkadaşları trene atlayıp yola çıktılar...
Muş’u ve Bitlis’i kurtaran paşa
Tarih 1 Nisan 1916.
Mustafa Kemal mirlivalığa (tuğ/tümgeneral) yükseltildi.
Diyarbakır’a gider gitmez hemen bölgenin ileri gelenleriyle toplantılar yaptı. Kürt milis kuvvetlerini organize etti. 16’ncı Kolordu birliklerini harekete geçirdi.
Ve başarı kısa sürede geldi.
Mustafa Kemal’in komutasındaki 16’ncı Kolordu’ya bağlı 8’inci Tümen, Muş’u düşman işgalinden kurtardı. Tarih 7 Ağustos 1916 idi.
Bir gün sonra...
16’ncı Kolordu’ya bağlı 5’inci Tümen, Bitlis’i düşmandan temizledi.
Göğüs göğüse çarpışmalar yaşanıyor; Mehmetçik Rusları Anadolu’dan kovmak için var gücüyle mücadele veriyordu.
Öyle bir savaş ki, 2’nci Kolordu Komutanı Faik Paşa bile şehit düşmüştü. Görevi hemen İsmet (İnönü) Bey devralmıştı.
Ruslar geriliyordu...
Mustafa Kemal’e 12 Aralık’ta Muş ve Bitlis cephelerindeki başarıları nedeniyle İkinci Rütbeden Mecidi Nişanı verildi.
Kuşkusuz zafer, Türk ve Kürt halkının direnişiyle gelmişti.
Kazanılan zaferde Mustafa Kemal’in savaş stratejisinin de önemli bir payı vardı.
Cephede kitap okuyan general
16’ncı Kolordu’nun merkezi Diyarbakır’dı.
Mustafa Kemal görev yaptığı dönemde sık sık bölgeyi ziyaretlere çıktı. Bölge halkıyla dostluklar kurdu. Kürt milislere moral verdi; iaşeleriyle bizzat meşgul oldu.
Veysel Karani, Nakşibendi Küfrevi gibi bölgedeki önemli türbeleri ziyaret etti. Dergâhlara para yardımında bulundu.
Bitlis’te yolda gördüğü 12 yaşındaki yetim Ömer’i yanına aldı. Bu görülünce hemen çevreden üç yetim çocuğu daha getirdiler; bakacak durumu olmadığı için onlara para verdi.
Bölgedeki arkeolojik eserlerle yakından ilgilendi.
Kuşkusuz bunlar Mustafa Kemal’in kimliğini tanımamız açısından önemli ipuçları.
Ancak...
Bunlardan ziyade Mustafa Kemal’in ayırt edici bir özelliğini sizinle paylaşmak istiyorum.
Tarih: 6 Teşrinisani 1332 (19 Kasım 1916).
Mustafa Kemal günlüğüne Alphonse Daudet’in “Sapho” romanını o gün bitirdiğini yazdı.
Fransızcasını okuduğu romanla ilgili günlüğüne notlar yazdı. Birkaç cümleyi alıntı yaptı. “Gelmeyeceğim. Şimdiye kadar lüzumundan fazla sevdim, artık sevilmek isterim.”
Biliyoruz ki o tarihte Mustafa Kemal, Sofya’da tanıştığı Madame Corinne ile mektuplaşıyordu.
Mustafa Kemal sadece aşk romanları okuyan bir subay değildi.
Savaşla da yakından ilgiliydi.
Örneğin...
İki gün sonrasının günlüğüne, komutanların askerlerle ilişkilerine dair bir kitap yazmayı düşündüğünü yazıyor. “Bazı noktaı askeriye hakkında bir eser yazayım. Bunun için Fransızca bildiğim bir eser var. Onu da evvela okuyayım ve bu zemine ait esaslı sualleri umum zabitana vazife olarak vereyim. Mühim noktalar hakkında bazı büyük kumandanların mütalaasını talep edeyim.”
Mustafa Kemal bu kitabı yazdı. Kitap zamanla kayboldu. Ancak sonra bulundu; 10 Kasım 1989’da ilk defa Harp Akademileri mensuplarına tanıtıldı. Aynı yıl Harp Akademileri yayını olarak “Tabiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Sureti Tahririne Dair Nesayih” (Taktik Meselesinin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına Dair Öğütler) adıyla basıldı.
İbn Rüşd, Gazali okuyan komutan
Tarih 14 Teşrinisani 1332 (27 Kasım 1916).
Mustafa Kemal Siirt’i teftişe çıktı.
Alphonse Daudet’in “Sapho” adlı romanını bitiren Mustafa Kemal yanına yeni bir kitap aldı:
“Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?”
Yazarı; vahdeti vücuda inanan Osmanlı’nın önemli din bilgilerinden Şehberderzade Filibeli Ahmet Hilmi’ydi.
Mustafa Kemal bu kitabı üç günde bitirdi.
3 Aralık tarihli günlüğüne bu kitabın özetini yaptı. Düşüncelerini belirtti. İlim ve fen yolundan yürüyenlerin makbul olduğunu yazdı. İmam Gazali, İbn Rüşd, İbn Sina hakkındaki düşüncelerini açıkladı.
Düşünebiliyor musunuz?
Cepheden cepheye koşan Mustafa Kemal salt savaş stratejisine kafa yormuyor. Batılı uzmanların bile en önemli savaş stratejisi dehası olarak kabul ettikleri Mustafa Kemal sadece savaş kitabı okumuyor; yazmıyor.
Hayatı kavramaya çalışıyor. Düşünüyor. Soruyor. Arıyor.
Ve bunu, kanın oluk oluk aktığı cephedeki çadırı içinde yapıyor.
Mustafa Kemal’i “Atatürk” yapan bu süreçtir işte.
Şiir seven bir asker
Sadece kitap mı?
2 Aralık 1916 tarihli günlüğüne Mustafa Kemal şöyle yazdı:
“(Yetimler) İhsan ve Ömer’e ‘Yaşamak Kavgası’ namındaki Türkçe şiirin bir kısmını ezberlettim.”
Sekiz gün sonra...
10 Aralık 1916 tarihli günlüğü:
“Yemekten evvel Emin (Yurdakul) Bey’in Türkçe şiirleriyle (Tevfik) Fikret’in Rübab-ı Şikeste’sinden aynı zeminde bazı parçalarını okuyarak bir mukayese yapmak istedim. İkisi de başka başka güzel. Ancak Türkçe olanda da diğerinde de aynı derecede Arapça, Farsça kelimat var. Fark biri parmak hesabı diğeri değil.”
Mustafa Kemal şiir okuduğu dönemde etkilendiği en önemli Osmanlı aydınlarından olan Namık Kemal’i de okuyordu:
“Kemal Bey’in Malakatı Siyasiye ve Edebiye’sini okudum. İkinci kitabın sonunda idim, bitirdim. Kemal Bey’in Tarihi Osmani’sini okumaya başladım.”
Günlükler böyle sürüyor...
Rusya’da Ekim Devrimi olup Osmanlı ile barış yapılınca, Mustafa Kemal yeni bir savaş cephesine gönderildi: Bağdat’ı kurtarmak için Halep’te kurulan 7’nci Ordu Komutanlığı’na atandı.
Mustafa Kemal hemen kitaplarını toplayıp cepheye koştu...
Mustafa Kemal hayatı boyunca okudu.
Bugünlerde TV’lere çıkıp Atatürk’e dil uzatanların hiçbiri onun kadar okumadı.
Biz biliriz ki; çok bilenler konuşmaz, çok konuşanlar ise bilmez.
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kötü miras
“KÜRT açılımı” konusunda söz sarf edenler açılımın bu topraklarda ilk kez yapıldığını dile getiriyor.
“Kürt açılımı”nın ilk kez 19’uncu yüzyılda Türk-Kürt derebeylerinin tasfiyesiyle gündeme geldiğini söyleyebiliriz.
Tanzimat, bir arayışın, yeniden yapılanmanın adıydı.
Tanzimat ile önceki yıllardan devralınan sorunlar görmezlikten gelinmedi. Kurtuluşun yolu “reformdan” geçiyordu.
Teoride her şey güzeldi ama pratik farklı oldu.
Çözüm için -ne yazık ki bugün gibi- plansız, programsız, deneme yanılma yoluyla birtakım girişimlerde bulunuldu.
Yüzyıllardan beri Osmanlı toplum yapısının bir unsuru olan ağalık-beylik düzeninin tasfiyesinin kolay olacağı düşünüldü.
Sanıldı ki, ağalarının-beylerin otoriteleri kırılarak himayelerindeki insanlar doğrudan devlete bağlanacak.
Tanzimatçılar binlerce yıllık sosyal yapının bir çırpıda değişeceğini umut ediyordu.
Oysa daha düne kadar devletin aşiret nezdindeki temsilcisi aşiret ağasıydı. Vergiyi toplayıp hazineye teslim eden oydu. Savaş döneminde yardıma koşan onlardı. Onlar; bir yerde devletin içinde özerk yönetim birimleri gibiydiler.
Tanzimatçılar kolayca bu yapıyı yıkacaklarına inandılar.
Önce konargöçerleri süratle iskân etmeye çalıştılar. Çıkardıkları tehcir kararıyla göçerleri bazı bölgelere yerleştirdiler.
Ağalar bu durumdan pek memnun olmadı. Verilen toprağı verimsiz, havayı kötü, suyu yetersiz buldular. Aslında istekleri eski konumlarına dönmekti. Osmanlı konargöçerler konusunda geri adım atmadı. Çünkü buna bir başka açıdan da ihtiyacı vardı: Göçerlerin kayıtları yoktu ve bu nedenle askerlikten kaçıyorlardı. Oysa yerleşik hayata geçince askerden kaçmaları zordu.
İlk tehcir uygulaması iyi gibiydi.
Ancak devamı getirilemedi.
Bunun iki nedeni vardı:
Birincisi, çıkan Kırım Savaşı.
İkincisi, eşkıyalık faaliyetleri.
Ağalık kurumunu ortadan kaldırmayı düşünen Tanzimatçılar, daha toprak ağalarını tasfiye edemeden çıkan eşkıyalık olayları nedeniyle onlara bel bağlayıverdi.
Aslında kendileri de iyi biliyordu; devlet gücünü sekteye uğratan ağaların kontrolündeki eşkıyaydı.
Evet Tanzimatçılar iyi niyetle, ağaların baskı ve şiddeti altındaki insanları özgürleştirmeyi düşündüler.
Zor bir işe kalkıştıklarının farkındaydılar. Kökeni yüzyıllar öncesine dayanan, töre haline gelen bir sistemi yok etmek hiç de kolay değildi.
Üstelik sosyal yapının değişimine yol açacak böylesine önemli bir açılım için ellerinde kapsamlı bir programları bile yoktu.
Dolayısıyla ağalık-beylik kurumu varlığını sürdürmeye devam etti ve Osmanlı Devleti bu özelliğini Cumhuriyet Türkiye’sine miras olarak bıraktı.
İTTİHATÇILARIN ETNİSİTE ARAŞTIRMASI
OSMANLI ’nın çöküşünü durdurmak için iktidara gelen; ancak iç çekişmeler yüzünden sürekli toprak kaybeden İttihat ve Terakki kadroları çok sarsıntılı bir sürece girdi.
1908-1914 yıllarında 3 milyon kilometrekarelik toprak parçasından Osmanlı’nın elinde 1.1 kilometrekarelik bir toprak kalmıştı.
Özellikle en verimli yerlerin bulunduğu ve “İmparatorluğun Kalbi” denen Rumeli’nin kaybedilişi İttihatçıların gözünü Anadolu’ya dikti.
Korkuyorlardı. Yüzlerce yıl birlikte yaşadıkları toplumlar bir bir kopuyorlardı.
Peki ya Anadolu’da durum neydi? Anadolu da elden gidecek miydi?
Anadolu Osmanlı’nın arka bahçesiydi. Ancak o yıllara kadar pek ilgi gösterilmemişti.
Anadolu’da kimlerin yaşadığı konusunda bile ellerinde pek bilgi yoktu.
Sadece devlet kuruluşlarından en önemlisi Sicil-i Nüfus İdaresi ve Aşair ve Muhacirin Müdüriyet-i Umumiyesi (AMMU) elinde kimlik bilgileri vardı.
Ama eksikti.
Bir de Encümen-i İlmiye Heyeti adlı kurum yabancı kaynaklardan eserleri Türkçeye çevirterek dosyaladı.
Yine de...
İttihat ve Terakki Cemiyeti Anadolu’daki etnik topluluklar için sosyal, siyasal araştırmalar yaptırma kararı aldı.
Bektaşileri ve Kızılbaşları incelemek üzere Baha Said Bey; aşiretler, tarikatlar ve Alevileri incelemek üzere Zekeriya Sertel; ahileri incelemek üzere Bursalı Mehmed Tahir ve Hasan Fehmi Hoca; Ermenileri incelemek üzere Esad Uras Bey; Kürtler ve Türkmenleri incelemek üzere Habil Adem Anadolu’ya gönderildi.
Bu araştırma sonuçları rapor olarak yazıldı mı?
Bu inceleme gezileri Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu için bitirilebildi mi?
Kitaplığımda sadece rahmetli Nejat Birdoğan’ın yayına hazırladığı Baha Said Bey’in raporu var; “İttihat ve Terakki’nin Alevilik Bektaşilik Araştırması”.
Zekeriya Sertel “Hatıralarım” adlı eserinde kısaca gözlemlerine değiniyor. Neyse...
Hâlâ yanıtını bulamayan soru şu:
İttihatçılar bu araştırmayı niye yaptı?
Anadolu’yu tanımak için mi; yoksa Anadolu’yu asimile edip Türkleştirmek için mi?
Hangisi ise, ikisine de fırsat bulamadılar...
Paylaş