Soner Yalçın

Ergenekon’u geliniz burada arayalım

25 Temmuz 2010
12 Eylül 1980 darbesinin ilk idamları, devrimci Necdet Adalı ile ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu’nun dava dosyalarındaki benzerlikler şaşırtıcı. İkisi de silahla kahvehane taranıp adam öldürme iddiasıyla yargılandı. İkisinin de eline silah verenler cezaevinden kaçıp kayıplara karıştı. Adalı’nın davasında “MİT ve polis ajanıyım” diyen kimdi? Pehlivanoğlu itirafçı olmasına rağmen neden asıldı? Bugün her taşın altında Ergenekoncu arayanlar, asıl “planlayıcıyı” hep gözden kaçırıyor. Kim mi o?

HAKAN Aygün 25 yıllık gazeteci. Arkadaşlığımız daha da eski.
Geçen hafta, “Necdet Adalı’nın silahla kahvehane taradığına beni kimse inandıramaz; bu işte bir bit yeniği var; arşivinde konuyla ilgili dosyalar varsa kurcalasana” dedi.
Hakan Aygün, Samsun Anadolu Koleji’nde öğrenciyken “Kurtuluş” örgütüne yakındı.
Ankara Yıldırım Beyazıt Lise öğrencisi Necdet Adalı da “Kurtuluş” sempatizanıydı. 1977’de Ankara’da kahvehane tarama eylemini yaptığında 19 yaşındaydı.
Aradan yıllar geçmesine rağmen Hakan Aygün’ün anlayamadığı “Kurtuluş”un bu eylemi neden yaptığıydı?
Haklıydı. Şöyle ki...
Örgütün şiddete bakışı

Yazının Devamını Oku

Atatürk hangi türküyü yasaklattı

18 Temmuz 2010
Halk türkülerini yasaklatan bir lider ulusalcı olabilir mi? Ne ideoloji biliyorlar ne de siyaset! Bela Bartok’tan bile haberleri yok. Klasik Türk müziğinin yıllar önce saraydan Osmanlı hanedanları tarafından kovulduğunu bile bilmiyorlar.

Bizans kiliselerinde okunan dua makamlarının, klasik Türk müziğindeki uşşak, hüzzam, hicaz, rast makamlarına benzerliğine kafa yormuyorlar. Okumuyorlar, araştırmıyorlar sürekli TV’lere çıkıp ahkâm kesiyorlar. Ne diyorlar: “Atatürk türkülerimizi yasaklattı!” Peki öyle mi?..

ATATÜRK türkülere yasak getirir mi?
Aksine, Cumhuriyet kurulur kurulmaz, 1924 yılında halk müziği derlemelerine başlandı. İstanbul Konservatuvarı’nın 1924’teki halk müziği derleme anketinden sonra, MEB Hars Müdürlüğü Seyfettin-Sezai (Asaf) kardeşleri Batı Anadolu’ya derlemeye gönderdi. Derlenen türküler “Yurdumuzun Nağmeleri” adı altında yayımlandı (1925).
İstanbul Konservatuvarı 1926-1929 yılları arasında Anadolu’ya dört derleme gezisi daha düzenledi; bu gezilerde derlenen ezgiler “Halk Türküleri” adı altında 15 defter halinde yayımlandı.
1929’daki dördüncü gezi sırasında bazı halkoyunlarımız filme de alındı. Devlet ödeneğiyle yapılan bu derleme gezilerine başta Konservatuvar Müdürü Yusuf Ziya (Demircioğlu), Rauf Yekta, Dürri Turan, Ekrem Besim, Muhittin Sadık (Sadak), Mahmut Ragıp (Gazimihal), Ferruh (Arsunar), Abdülkadir (İnan) gibi isimler katıldı.
İstanbul Konservatuvarı devlet ödeneği almaksızın Halkbilgisi Derneği uzmanlarının iştirakiyle 1932 yılında beşinci bir derleme gezisi daha düzenledi.
Bela Bartok çağırıldı

Yazının Devamını Oku

İki onurlu hayat Füsun Akatlı-Metin Altıok

11 Temmuz 2010
İkisinin de hayatında bir tarihin özel bir yeri var: 2 Temmuz. O gün; Metin Altıok’un da kaldığı Madımak Oteli’nin etrafı gözü dönmüş katillerce sarıldı. Yıllar sonra aynı gün; Füsun Akatlı vücudunu ölümcül bir virüsün sardığını öğrendi. İkisini de terör otelde buldu: Metin Altıok Madımak’ta öldü. Füsun Akatlı The Marmara’dan yaralı kurtuldu.

İşte iki aydının onurlu hayat hikâyesi…

Ne çok öldürdüler bizi.
On gündür Anadolu’dayım. 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde yavrularını kaybetmiş ailelerle görüşüyorum.
Bir sabah vakti haberini duyduk: Füsun Akatlı öldü.
Herkesin aklına hemen 2 Temmuz’da Madımak’ta yakılan aydınlarımızdan Metin Altıok geldi.
İstanbul’a döndüğüm gün koşarak Füsun Akatlı’nın evine gittim. Kızı Zeynep Altıok’la balkonda sohbet ettik.
“Ne tesadüf” dedim; “17 yıl önce tam bugün Metin Altıok’un evindeydim. Ölüm haberini alınca Ankara Dikmen’deki evine gitmiştim. Şimdi aynı tarihte buradayım.”

Yazının Devamını Oku

Aşk-ı Memnu Ergenekon ürünü

4 Temmuz 2010
Ne Osmanlı-Türk romancılığı ne de reyting rekorları kıran diziler üzerinde yeterli özgün çalışma yapılıyor. Aşk-ı Memnu dizisinin neden bu kadar seyredildiğini nedense kimse tahlil etmedi. Keza dizi gibi, Eren Talu-Defne Samyeli ilişkisinin de gündem yaratması üzerinde duruldu. Oysa bunlar yapılmadan ne Aşk-ı Memnu romanının yazıldığı ve çok beğenildiği II. Abdulhamid’in baskıcı rejimi, ne de Aşk-ı Memnu dizisinin çok seyredildiği Ergenekon’un yarattığı korku toplumu analiz edilebilir. Kafanız mı karıştı; halbuki tüm bunların basit bir yanıtı var.

MİMAR Erdem Talu’nun yanında çalıştırdığı mimarlardan biri de Emel Evgin’di.
Bir gün Emel Evgin, patronu Erdem Talu’nun kız kardeşi Çiğdem Talu’nun söz yazarı olduğunu öğrendi. “Benim eşim de şarkı söylüyor, birbirlerini tanıştıralım” önerisinde bulundu.
Erol Evgin ve Çiğdem Talu böyle tanıştı. Aralarına sonradan katılan Melih Kibar’la birlikte bir dönem Türkiye’nin dilinden düşmeyen şarkılara imza attılar.
Türkiye bugün, mimar Erdem Talu’nun oğlu mimar Eren Talu’nun eski eşi Defne Samyeli’yle boşanmasını konuşuyor.
Kamuoyunun bu ilişkiyi ve Aşk-ı Memnu dizisindeki çarpık ilişkileri merakla takip etmesinin sebebi nedir?
Bu merak tesadüf mü? Merakı doğuran neden-sonuç ilişkisi üzerinde durmak gerekmiyor mu?
İlginçtir: Aşk-ı Memnu eserinin yazarı Halid Ziya Uşaklıgil ile Eren Talu’nun büyükdedesi Recaizade Mahmut Ekrem iki yakın dosttu. Hayır, anlatmak istediğim bu benzerlik değil.

Yazının Devamını Oku

Bir devrimcinin adıdır İlhan Selçuk

27 Haziran 2010
Tanışma ile tanıma sözcükleri ülkemizde hep birbirine karıştırılır.
İlhan Selçuk’la tanışan herkes onu tanıdığını belirten makaleler kaleme aldılar. Ben İlhan Selçuk’la tanışmadım. Ama onu tanıdığımı iyi biliyorum. Fakat bugün tanıdığım İlhan Selçuk’u yazmayacağım. İstiyorum ki yazdıklarını okuyunuz ve onu yakından tanıyınız. Bugün sizi İlhan Selçuk’la tanıştırmak istiyorum sadece...

İLHAN Selçuk 11 Mart 1925’te doğdu. Babası subaydı, Mehmet Kasım.Baba tarafı Girit göçmeniydi, ressam El Greco’nun şehri Kandiya’dan.
Girit elden gidince Anadolu’ya, Milas’a göç etmişlerdi.

Mehmet Kasım bıyıkları yeni terlemiş Harp Okulu öğrencisi iken Birinci Dünya Savaşı’na katıldı. Suriye’de Mustafa Kemal’in komutasında savaştı.
Büyük yenilgi ve ardından büyük direniş günleri, Kuvayı Milliye emrinde Uşak Cephesi’nde savaştı. Ve zafer kazanıldı.
Mehmet Kasım artık yüzbaşıydı. Cepheden cepheye koşarak, kurşun atarak, şarapnel parçaları yiyerek mezun olmuştu askeri okuldan.
“Yüzbaşı Selahattin’in Romanı”ydı bu...
‘Kurtuluş’tan sonra her subay ailesi gibi Anadolu’nun dört bir yanını dolaştılar.
İlhan Selçuk okula Aydın’da başladı. İkinci sınıfı Sivas Yıldızeli’nde okudu. Üçüncü sınıfı Ankara Keskin’de. Dördüncü ve beşinci sınıfı İstanbul Şişli’de.
Ortaokulu ise İstanbul Taksim, Mersin Silifke ve Adana’da...
Adana’da sıra arkadaşı Latif Mutlu’ydu, gazeteci Zafer Mutlu’nun babası. Bir diğer okul arkadaşı ise Yaşar Kemal...
İlk eylemi
Ortaokul son sınıftaydılar.
Bir gün duydular ki, Hatay’ın anavatana katılması için Fransızlar güçlük çıkarıyor. Toplandılar, Fransız Konsolosluğu’na gidip slogan attılar. Bu ilk eylemiydi ama son olmayacaktı.
İlhan Selçuk liseye Adana’da başladı. Öğretmenleri arasında, sürgün edilen Abidin Dino’yu yalnız bırakmamak için bu kente gelen solcu Güzin Dino da vardı, sağcı Arif Nihat Asya da...
İlhan Selçuk’un kaleminin güçlü olduğu o yıllarda ortaya çıktı.
Bir gün edebiyat öğretmeni kompozisyon ödevi verdi: “Herkes istediği konuda yazsın”. Birincilik İlhan Selçuk’a verildi. Şöyle yazmıştı:
“Öğretmenimiz bize serbest kompozisyon ödevi verdi. ‘Dilediğiniz konuyu yazın, toplayıp okuyacağım’ dedi. Ben şimdi tutup caddelerdeki bozuklukları, yolların çamurlarını yazsam, bu belediyelerin işine gelmez. Onun için yazmayayım. Caddelerde gezen, üstü başı pamuklarla dolu işçi ameleleri yazsam, bu yöneticilere dokunur. Onu da yazmayayım. Ben şimdi...” Yazı böyle devam ediyordu ve sonunda şöyle bitiriyordu: “Bu durumda en iyisi hiçbir şey yazmamak.” (Latif Mutlu Kitabı, İş Bankası Y.)
İlhan Selçuk hayatı boyunca hep o kompozisyondaki çelişkileri yazacaktı...
Aydınlanma’yla/Rönesans’la o yıllarda Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in Türkçeye çevirttiği klasik dünya edebiyatını okuyarak tanıştı. Bu sayede, Moliere, Balzac, Cervantes, Goethe, Schiller gibi yeryüzünün en büyük yazarlarını tanıdı.
Hocası Schwarz’dan etkilendi
İlhan Selçuk liseyi Adana’da bitirip İstanbul’a hukuk okumaya geldi. İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği dönemdi. Savaş sonrası barışçıl dönemin etkisiyle avare yıllar yaşadı. Siyasal bilinci pek yoktu, ulusal değerlere bağlıydı. “Komünistlere ölüm” sloganıyla Sertellerin Tan Matbaası’nın yıkılmasında oradaydı. Rüzgâra kapılmıştı. Bu olayı hiç unutamadı, oyuna getirildiklerini kavradı ve rüzgâra hayata boyunca bir daha kapılmadı.
Çokpartili siyasi hayatın getirdiği kısmi özgürleşmeyle birlikte Mehmet Ali Aybar’ların, Aziz Nesin’lerin, Rıfat Ilgaz’ların çıkardığı dergilerle tanıştı. Nâzım Hikmet okumaya başladı.
Bir de Hitler’den kaçıp Türkiye’ye gelen hukuk fakültesindeki hocası Prof. Andreas B. Schwarz’dan etkilendi. Onun hukuka bakışı/hukuk sistematiği ve olaylara yaklaşımındaki mantık duruluğu İlhan Selçuk’un dünyaya bakışını değiştirdi. Artık her şeyi sorgulamaya başladı.
Fakülte bitince sınıf arkadaşı Selahattin Hakkı Esatoğlu’yla yazıhane açtı. Fakat mesleğe bir türlü ısınamadı, adliyeye gidip gelmek, dilekçeler yazmak, dosyalarla uğraşmak istemiyordu.
Ağabeyi Turhan Selçuk karikatürist idi. Dergi çıkarmaya karar verdiler.
İlk çıkardıkları derginin adı “41 Buçuk” idi. Yıl: 1952 idi.
Dergi 5 ay çıkabildi.
İlhan Selçuk sonra matbaacı oldu. Hayali vardı, matbaacılıkla işe başlayacak, yayın şirketi kurup dergiler, gazeteler, kitaplar çıkaracaktı. Olmadı. Beceremedi. Anlamıştı, kendisini edebiyata, felsefeye veren bir insanın parayla, ticaretle ilişkisi olmuyordu. Bu nedenle 6 yılda, 3 dergi, 1 günlük gazete, 2 de matbaa kurup batırmıştı!
Bu arada sürekli yargılandı.
Yazı nedeniyle ilk kez 1952’de hâkim karşısına çıktı. Aradan 58 yıl geçti, ölmeseydi Ergenekon davası nedeniyle yine hâkim karşısına çıkarılacaktı!
Evet “darbeciydi”
Günümüzde yandaş medya İlhan Selçuk’un hep “darbeci” olduğunu yazıyor.
Evet “darbeciydi!” Nasıl mı?
1959’da askere gitti.
Manisa Demirci Astsubay Okulu’nda asteğmen olarak görev yaparken 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi oldu.
O gece nöbetçi subaydı.
Telefonun ucundaki komutanı sevinçten ağlayarak emretti: Kasabaya el koy!
O da el koydu...
İlhan Selçuk bir Ege kasabasında yaşadığı bu olayı hep Aziz Nesin’in öykülerine benzetti ve bu konuyla ilgili kitap yazmak istedi. Bir türlü fırsat bulamadı.
1961’de askerden dönünce Akşam Gazetesi’nde çalışmaya başladı. Birinci sayfada imzasız yazıyordu. Ardından Tanin ve Vatan’da da yine imzasız yazdı.
Bu arada 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlük ortamında Doğan Avcıoğlu’yla birlikte “Yön” Dergisi’ni çıkardı.
“Pencere” adını kim verdi
1963’te Yaşar Kemal’in davetiyle Nadir Nadi’yle tanıştı, Cumhuriyet’te çalışmak için teklif aldı. Hiç para konuşmadılar. İlhan Selçuk sadece ne kadar özgür olacağını sordu. Nadir Nadi gülümseyerek, “Burası Atatürkçü bir gazetedir, burası Atatürk devrimlerini savunan bir gazetedir, burası özgürlükçü bir gazetedir, istediğinizi yazabilirsiniz” dedi. El sıkıştılar. İlk kez adını koyacağı, yani imzalı makale yazacaktı.
Köşesinin adını Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni Cevat Fehmi Başkut koydu: “Pencere”. Önce bu ismi pek beğenmedi ama sonra çok sevdi.
Bir gün...
Yeni çalışmaya başladığı Cumhuriyet Gazetesi’nin bulunduğu Babıâli yokuşundan inerken şair- yazar Yusuf Ziya Ortaç’la karşılaştı.
Yıllar sonra bu karşılaşmayı 1 Ocak 2009’da şöyle yazdı:
“(...) O, kıl pranga kızıl çengi, kravatlı, fötr şapkalı bir üstad, ben yakası bağrı açık, çiçeği burnunda bir yazar. Vilayet’in önünde durdu. Muzip bakışlarıyla beni süzüyor, dudakları kımıldıyordu. Ortaç yemek seçer gibi sözcük seçerdi:
‘- Talihlisin’ dedi, ‘mazin yok...’
Yüzüne baktım, ne demek istiyordu?
Açıkladı:
‘- Mazin olsaydı, şimdi bir tarafını bulup hücum ederlerdi, Babıâli’de bir geçmişin yok ki saldırsınlar’(...)”
Ortaç yanıldı. İlk taşı, daha küçükken babasına makalelerini okuduğu Ahmet Emin Yalman attı: “Solcuların Cumhuriyet’te ne işi var?”
İlhan Selçuk yıllarca aydınlanma mücadelesi verdi. İşkencelerden geçirildi. Hapisler yattı. Bıkmadı, usanmadı, korkmadı, hep yazdı.
Ve bizlere örnek alınacak bir mazi bıraktı.
Evet, biz seni de, Cumhuriyet’i de çok sevdik ve sevmeye de devam edeceğiz İlhan Abi...

Hasan Cemal ’e kızgın mıydı

HÜRRİYET’te Yalçın Doğan yazdı:
“Siyasal duruşunda ne kadar inatçı ve ödün vermez ise, insani ilişkilerinde o kadar hoşgörülü ve karınca ezmez. Kendisine kötülük etmiş olanları bile affeden bir İlhan Selçuk. (...)
Hastanede yattığı sırada, Hasan Cemal, araya döneklerden birini sokarak, Hikmet Çetinkaya’ya haber gönderiyor, İlhan Abi’yi hastanede ziyaret etmek istediğini aktarıyor.
İlhan Abi müthiş: ‘Gelsin kerata, ben onun kulağını çekerim, olup biter’ diyor.”
İlhan Selçuk insan ilişkilerinde neden bu derece hoşgörülüydü?
Bunun ipuçları Alpay Kabacalı’ya verdiği röportajda var:
“İlk anımsadığım kitap, Victor Hugo’nun Sefiller’i. İlkokulda okuyorum, büyük ağabeyim Orhan, İstanbul Erkek Lisesi’nde. Lisenin ilk sınıfında edebiyat öğretmeni bir ödev vermişti: Sefiller’i okuyun, özetleyin, yorumlayın. Sefiller okundu ve nasıl yorumlanacağı konusunda evde bir tartışma başladı: Jean Valjean kürek mahkûmudur, hapisten kurtulur, bir papazın evine gider, yardıma muhtaçtır. Papaz onu konuk eder. O ise geceleyin papazın altın şamdanlarını çalarak evden kaçar. Polis yakalar, eve getirir. Jean Valjean yeniden kürek cezasına çarptırılacak. Papaz der ki, ‘Ben şamdanları kendisine hediye etmiştim.’ Bu büyüklük, bu erdem Jean Valjean’ı etkiler. Ondan sonra yaşamını değiştirir. Evde günlerce bu tartışıldı: Bu ne demek, nasıl böyle bir şey olabilir? Anlamı nedir? Ben daha ilkokuldayım. Hiç unutamadım...” (Aydınlanma Bilgesi, Gürer Y.)
Fazla söze gerek var mı?

Niye makaleleri kısacıktı

İLHAN Selçuk çocukluğunda “Çocuk Sesi”, “Afacan” gibi dergileri okudu. Ortaokul, lise yıllarında Adana’da çıkan “Görüşler” Dergisi’ni takip etti.
Babası ve annesi de okumaya meraklıydı. Evlerine hep iki gazete girdi, bunlardan birincisi Cumhuriyet’ti. İkinci gazete hep değişti, kimi zaman Son Posta, kimi zaman Tan ya da Akşam oldu.
Babası ona hep gazete okutup dinlerdi.
Cenaze töreninde Ali Sirmen’in söylediği gibi, 1930’larda İlhan Selçuk daha ilkokul öğrenci iken ilk okuduğu gazete Cumhuriyet oldu.
Sadece Yunus Nadi’yi değil, diğer gazetelerin başyazarlarını da okudu.
Ancak...
Özellikle Ahmet Emin Yalman’ı okuduğunda canının çok sıkıldığını fark etti. Bunun nedenini yine kendisi keşfetti: Çünkü Yalman’ın makaleleri çok uzundu. Sıkılmamanın yöntemini buldu: Okurken paragraf atlamaya başladı. Paragraf atladıkça babasının farkına varmadığını gördü. Düşündü, “Demek ki bazı yazıların bazı paragrafları fazlaydı!”
İlhan Selçuk’u yazı konusunda en çok etkileyen isim annesi Hikmet Hanım oldu.
Hikmet Hanım, aydın bir kadındı, Cumhuriyet kadınıydı, okumaya, yazmaya meraklıydı.
İlhan Selçuk hep söylermiş çevresine, “Annem yazıya, yazının kompozisyonuna, yazının mimarisi fikrine çok önem verirdi. Annem aşıladı bunu bana.”
İlhan Selçuk’un Cumhuriyet’in 2’nci sayfasındaki makalelerinin kısa olmasının nedeniydi annesi Hikmet Hanım.
(Karikatürist Turhan Selçuk yazar Füruzan’la evliydi. Kızlarının adını “Hikmet Aslı” koydular. Hikmet Aslı bugün Yıldız Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesidir. Hikmet Hanım’ın açtığı yoldan torunları da yürüyüşe devam ediyor.)

Dalkavuk ve soytarı

DALKAVUK Doğu’nun ürünüdür, soytarı Batı’nın...
Her ikisi de eski çağlardan beri kurumsallaşmıştır.
¡ ¡ ¡
Kralın soytarısı sarayda özel yeri olan bir kişiliktir, tahtın yamacına konmuştur, protokolün hem içindedir hem dışında...
Bir bakarsın ki soylu törenlerin en görkemli dakikasında soytarı yerde yatıp yuvarlanmaya başlamış, prenslerin, düklerin, baronların, kontların, nazırların, rektörlerin, kardinallerin kırmızı bayram balonu gibi şişirilmiş ciddiyetlerini sivri yergileriyle delerek ortalığı birbirine katmış, öfkeleri, kahkahaları, fısıltıları, kaygıları soytarılığın sarmalına dolayıp saray halısı gibi salona yayıvermiş.
Soytarı “Evet efendimci” değildir.
Kimi zaman efendisini bile mizahın gergefinde iğneleme yetkilerini benliğinde duyabilir. Batı dünyasının hoşgörü kuyusundan çıkrıkla çekebildiği kadarınca yergilerini bağlı bulunduğu egemenin yüzüne karşı söyleyebilir.
Böyle durumlarda kralın suratı asılır bir an, ama aldırmaz görünür.
- Canım bir soytarının söylediğinin soytarılıktan gayrı ne anlamı olabilir ki?
Soytarı, zanaatının koşullarında, kişilere ve olaylara yönelik yergileri gülmeceye dönüştürüp taşı gediğine koymasını bilen kişidir.
Egemenlik güçlü halktan değil Tanrı’dan kaynaklanan kralların saraylarında cins ev köpekleri gibi cins soytarıların bulunduğunu tarihler yazarlar. Öyle bir av köpeğidir ki soytarı, kralın çevresindeki soyluları kokularından tanıyıp gülünç yanlarını ortaya çıkarır, alayla karışık, şakayla barışık biçimde vurgular.
¡ ¡ ¡
Dalkavuk Doğu’ya özgüdür.
Ne iğnesi vardır dalkavuğun, ne yergisi, ne de eleştirisi...
Dalkavuğun görevi ya “Evet efendim” ya da “Sepet efendim”le bağlanır.
Osmanlı tarihinde bol bol dalkavukluk vardır da, soytarılığa ilişkin kurumsallık oluşamamıştır. Çünkü soytarılık Batı tarihinin hoşgörü geleneğiyle bağdaşır, dalkavukluk Doğu tarihinin küt kafalı egemenlerine yaraşır.
¡ ¡ ¡
Soytarı balonları iğneler.
Dalkavuk balonları şişirir.
Ne olursa olsun, ister bir yüksek makamda otursun, ister bir yargı kurumunda bulunsun, ister bilim adamı kılığına bürünsün, ister kalem erbabından sayılsın dalkavuğun soytarıdan besbeter olduğunu tarihler yazar.
Çünkü soytarının zaman zaman efendisini uyardığı görülmüştür de dalkavuğun şişirdiği balonlara tutunarak yükselmek kimseye nasip olmamıştır.
Hey gidi dalkavuk...
Sana soytarı bile denemez, çünkü soytarılık senin için rütbe sayılır. Sen dalkavukluk için belini kırıp ikiye katlanırken, senin görüntüne bile katlanmak ne büyük acı...

(İlhan Selçuk, 29 Haziran 2009)
Yazının Devamını Oku

Siyasi Islamcılar için Gazze neden önemli

20 Haziran 2010
12 Eylül 1980’de toplumsal hayatın “İslamileştirilmesi” aynı dönemde Filistin topraklarında da yaşandı. Tesadüf değildi. ABD bu “yeşil kuşak projesi”ni aynı süreçte, aynı amaçla Filistin’de de hayata geçirdi. Bugün Türkiye’de ağzından “Gazze” sözcüğünü düşürmeyen siyasi çevreler ile Gazze’yi merkez yapan Hamas bu büyük projenin ürünüdür. Gelin Türkiye ve Filistin’in nasıl “İslamileştirildiğine” bir göz atalım. Ki bu siyasal ittifakı anlayalım...

BU sayfada ısrarla bir konunun altını çizmeyi sürdüreceğim:
Türkiye’de yaprak kımıldasa kafanızı yukarı kaldırıp bakacaksınız, dünyada rüzgâr nereden esiyor?
Şimdi, “Siyasal İslam Türkiye’de en çok ne zaman devlet katında himaye gördü?” diye sorsam ne yanıt verirsiniz?
“12 Eylül 1980 askeri darbesi” doğru cevaptır.
12 Eylül’ün iki önemli dayatması oldu.
Biri, neo-liberal iktisada geçiş.
İkincisi, sol tehlikeyi tamamen ortadan kaldırmak.

Yazının Devamını Oku

Tarih kitapları Mustafa Kamil’i niye yazmıyor

13 Haziran 2010
GAZZE meselesi bir tartışmayı yine gündeme getirdi. Türkler Arapları sevmez. Arapların da Türkleri sevmediği bilinir. Peki bu dargınlık niye? Türk tarafına göre “Araplar bizi 1916’da sırtımızdan hançerledi.” Arap tarafına göre ise “Türkler bizi 400 yıl sömürdü.” Gerçek bu mu? Hayır. İki tarafın tarih yazımında büyük hata olduğu kesin. Geliniz size hiç tanımadığınız birini; Mustafa Kamil’i tanıtayım...

Arapların şöyle bir sözü var:
“Hele toz duman bir dağılsın
Ata mı bindin, eşeğe mi anlarsın!”
Sanırım son on gündür dış politikada yaşadıklarımızı bu dizeler çok iyi anlatıyor. Hükümetin dış politikasının rotası konusunda medyada herkes yorumlarda bulunuyor. Benimki eksik kalsın.
Benim üzerinde duracağım konu, bu tartışmaların bir acı gerçeği yine gündeme getirmesi oldu: Türkler Arapları sevmez!
Yani deniyor ki: “Bu Araplar Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerle bir olup bizi sırtımızdan hançerledi; niye şimdi onlar için dünyayı karşımıza alıyoruz?”
400 yıl hemen hemen hiç sorun çıkarmadan yaşayan Araplar Osmanlı’ya göre “Kavm-i necip” idi. Arap dili, kültürü Osmanlı yaşamıyla kaynaştı.

Yazının Devamını Oku

Unutulmaz ‘Bayrak’ şairinin hazin hikâyesi

6 Haziran 2010
Şehit tabutlarının üzerinde, İsraillilerin saldırdığı Mavi Marmara’da, gösterilerde, tribünlerde, haberlerde, her yerde o var. Türk bayrağından söz ediyorum. Hayatın içinde bu kadar çok Türk bayrağının olmasının nedenini toplum ve siyaset bilimcilerine bırakıp, meselenin bambaşka bir yönünü yazmak istiyorum. En güzel bayrak şiirini kim yazdı? Günlerdir şehit cenazelerini gördükçe, kendimi hep bir şiiri mırıldanırken buluyorum. Üstelik şairi, siyasi olarak hiç anlaşamayacağım biri...

“BAYRAK şiirimi 35 yaşımdayken yazdım. Adana Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydim. Hatay, Gazi’nin gayretleriyle Türkiye’ye bağlanmıştı. O konudaki çalışmaları 1938 yılında başlamış, 1939 yılında neticeye ulaşılmıştı. Türkiye, yeni bir sevinç içindeydi. Bu sevinci, Adana da büyük coşkunluklarla yaşıyordu. Adana’nın Fransız işgalinden kurtuluşu 5 Ocak 1922’dir.
Bu bakımdan her sene, 5 Ocak gününde Adana’da büyük şenlikler yapılır. Adeta yer yerinden oynar. Şimdi de öyle midir, bilmiyorum.
Şehrin bir Saat Kulesi var; bir de Ulu Cami minaresi. İşte o Saat Kulesi’yle Ulu Cami minaresi arasına, her senenin 5 Ocak kutlamalarında, kocaman bir bayrak asılır. Bayrak diyorsam, öyle-böyle bir bayrak değil. On beş izcinin kolları üzerinde taşınan bir bayrak. Vay babam vay. Yani Saat Kulesi’yle Ulu Cami minaresinin arasına bir güneş doğuyor...”
Okunacak şiir bulunamıyor
“Hatay Türkiye’ye bağlandığı için 1940 yılının 5 Ocak kutlamasının daha bir güzel, daha bir heyecanlı olması isteniyordu.
O bakımdan Adana Maarif Müdürlüğü’nden bizim lise müdürlüğümüze bir yazı geldi. Mealen deniyordu ki: ‘5 Ocak kutlamasında, Saat Kulesi’yle Ulu Cami minaresi arasına Adana’nın tarihi bayrağı çekilirken, o güne uygun bir şiirin de, liseniz öğrencilerinden biri tarafından okunması uygun görülmüştür. Gereğini rica ederim. Maarif Müdürü falan filan.’
Lise müdürü bu konuda beni vazifelendirdi. Ben de öğrencilerim arasından üç-dört kişi seçtim. ‘Gidip kütüphanelerde araştırın. 5 Ocak kutlamalarına uygun güzel bir şiir bulun. Pek duyulmamış bir şiir olsun. Meşhurların da kitaplarını karıştırın; adı pek duyulmamış şairlerin de!’

Yazının Devamını Oku