Paylaş
Çocukluğumuzun mütevazi koşullarda geçtiğinden dem vururuz. Aynı zamanda, kimsenin diğerinin dinini, mezhebini sorgulamadığını, ötesinde farkını dahi bilmediğini belirtir dururuz. Buradan hareketle, günümüzde nereden nereye geldiğimize hayıflanır, o zamanları yücelterek anarız. Hani ima ettiğimiz şekliyle, kişilerin birbirleriyle “birey” kimlikleri itibariyle, “insan” oluşlarının yeterliliği üzerinden ilişki kuruyor olması, tabii ki müthiş bir medeni seviyedir. Ancak “geçmiş” gerçekte böyle miydi?
1970’ler ve öncesinde Türkiye dışa kapalı bir ülkeydi. “Genç Cumhuriyet” toplumu kendi değerlerine göre biçimliyordu. Eğitim ve kültür politikaları ile rejime uyumlu kitleler, “geçmişleriyle mesafelendirilmiş” insanlar haline dönüştürülmüşlerdi. Kişi başı gelirin 1000 dolarlara zor ulaştığı “statik” bir toplumda “sorgulama ihtiyacından” arındırılmış zihinler hesapta “huzur” içinde yaşıyorlardı. Oysa Alevilerin kendi kimliklerini gizleme ihtiyacı içine sokulduğu, Yahudilerin 1946 varlık vergisi mezaliminden söz edilmesini kendilerine bile yasakladıkları, Dersim’de yaşananlardan, hatta 1980’lerde Diyarbakır cezaevinde insanlık dışı acılardan bihaber bırakılmamız, kimi dindar çevrelere uygulanan baskılar... Bunların hiç biri ne derdimizdi ne de merak ediyorduk.
Bizler; Süryanilerin, Ermenilerin, Pontusluların, mübadelenin, bu sebeple yaşanan insani dramların ne ayırdında olduk, ne de doğru bilgimiz vardı. Açıkça, verildiği ile yetinen mazbut insanlardık. Bu anlamıyla böylesi makbul addedilirse, evet o günlerde hem mutlu, hem huzurluyduk. Neyse; bu eleştirisel bakış tabii ki Cumhuriyet’in kazanımlarını gölgede bırakmaz. 1920’lerin şartlarında darmadağın olmuş bir toplumdan bir millet, ötesinde bir devlet oluşturmak, İttihat Terakki ile başlayan “katı tercih”leri dayatmış olabilir. Ama her “tercih” beraberinde “vazgeçişleri” getirmiştir. O vazgeçişler ki, bu coğrafyanın tarihi boyunca gördüğü en kapsamlı tedbirlerin ve sosyolojik inkârların hayata geçirilmesi şeklinde olmuştur. Bu sebeple “yaralar kolay kapanmıyor.”
Dediğimiz gibi; Cumhuriyet’in olumlu katkıları tartışılmaz. En azından “laiklik” kalitesini kazandırma çabası bile çok önemlidir. Ama, bugüne yansıyan sıkıntılarda onun da payı vardır ki; jakoben tabiatı icabı toplumda demokrasi kültürünün oluşmasını teşvik etmemesi en temel eksikliğidir.
KADIN MAKAM ŞÖFÖRLERİ
GEÇEN yıl bu köşede “Ege Makam Şoförleri Derneği”nin kuruluşundan söz etmiştik. Makam şoförlüğü her daim saygın bir meslektir. Meslek mensupları aileden biri gibidir. Böylesine önemli bir mesleğe her nedense “kadın”ların ilgisi genelde sınırlı olmuştur. Ancak örnekleri yok değildir. Mesela, Aynur Sofular ve Hale Yapşık uzun yıllardır bu mesleği başarı ile icra ediyorlar. Aynı zamanda mesleki örgütlenmenin bilincine varmış olacaklar ki “Ege Makam Şoförleri Derneği”nin yönetiminde de yer alıyorlar. Başkan Nurettin Azlal, kadın şoförlere yönelik farkındalığın bu sayede daha da artacağına vurgu yaparken, giderek güç kazanan derneklerine, bu manada ilave kalite kazandırmanın mutluluğunu yaşadıklarını ifade ediyor.
NEJAT BEKMEN
KIYMETLİ okurlar, hiç sormayın, tam anlamıyla perişan etti bizi bu kalbi çocuk. Sevgili eşi Resmiye ile çok uyumlu bir beraberlikleri vardı. İkisi de daima sevgi doluydu. Hayatın her alanını, insan ilişkilerini, mesleğini bir resital sunar gibi yaşadı. Bu kadar erken, bu kadar genç yaşta kaybettik muhteşem kardeşimizi. Sözcükler bile tıkanıyor. Düzgünlüğün sembolü sevgili dostum, huzur içinde uyu.
Başta Hürriyet olmak üzere tüm İzmir’in başı sağolsun.
Paylaş