Uzun ince yoldayız

Haberin Devamı

KÜRT politikası öyle kolay bir şey değil. PKK var, PYD var, Barzani var, Talabani, Pejak ve diğerleri var.
Üstüne üstlük, altı petrol denizi olan topraklar var, cari açığımız var. Hepsinden önemlisi bu ülke vatandaşı 15 milyon Kürt var, milyonlarca ortak aile var...
Yani, siyaset, sosyoloji, ekonomi, kültür, evrensel demokrasi... Akla gelebilecek ne kadar konu varsa Kürt meselesi ile ilintili.
Dolayısıyla, kestirmeden çözümler, köşeli tutumlar, sihirli formüller yok.
Uzun ince bir yoldayız. Anladığımız, tarihin yeniden şekillendiğidir. Sancılı bir süreç kaçınılmazdır.
Şu aşamada en önemli şey şiddetin durmuş olmasıdır.
Amaç Türk-Kürt kardeşliği ve dayanışmasını temin etmektir.
Bölge ülkelerinden süper güçlere, dengeleri gözeterek, onlara rağmen veya onların onayı ile ortak bir paydayı, alabildiğince genişleterek hayata geçirmeye çalışmaktır.
Sezen’den Ahmet Kaya ve İbrahim Tatlıses’e yakaladığımız duygu birliğini Şivan’lara yayabilmek, bu uğurda hayatını kaybetmiş 50 bin insanımızın anısını ortak acımız haline getirmeyi becerebilmektir.
Çok zor, çok yıpratıcı bir süreç bizleri bekliyor.
Hangi siyasi iktidarla bu mücadele verilirse verilsin çok sağlam bir duruş ve kararlılık gerektiriyor.
Dediğimiz gibi, neticede tarih yeniden yazılıyor.

Haberin Devamı

Atatürk ve Türk Milleti

CUMHURİYET değerlerini benimsemiş insanlarla muhafazakarlar arasında “Türk” kavramına yüklenilen anlamlar itibariyle farklılıklar var. Örneğin, İzmir’de, 29 Ekimler’de, 10 Kasımlar’da meydanları dolduran insanlar, genelde CHP’ye oy veren, muhafazakar iktidardan hoşlanmayan ve Atatürk üzerinden, onunla bütünleştiklerini düşünerek muhalefet geliştiren kitlelerdir.
Öncelikle belirtelim ki, bu ülkede Mustafa Kemal Atatürk takdiri, marjinaller dışında 76 milyonundur.
Ancak Atatürk ile Kemalizm aynı şey değildir.
Kemalizm bir ulus devlet ideolojisidir, uygulamaları ile toplumun bazı kesimlerinin kendilerini mağdur hissetmesine yol açmıştır.
Kemalizm; tüm insanlık tarihi boyunca, toplumların iki temel realitesi olan din ve etnisiteye müdahil olmaya çalışan ve bu yönü itibariyle limitleri zorlayan bir sosyal mühendislik projesidir.
Din konusunda; bu topraklarda gayri Müslümleri tercih etmemiş, Alevileri ikinci plana almış, Sünniliği resmi mezhep statüsüne yükseltmeye çalışmış ve fakat onu da Diyanet denetimli bir din anlayışıyla olabildiğince baskılamaya çalışmıştır.
İyidir, kötüdür, laiklik ilkesi bu sayede maya tutmuştur... Bunları tartışmıyoruz.
Etnisite konusunda daha da iddialı bir projeye kollarını sıvamıştır.
Orta Asya’dan gelenlerle sınırlı olmayan bir coğrafyada 36 ayrı etnisik yapıyı Türk kimliği üzerinden konsolide etmeye çalışmıştır. Başlangıçta ırki vurgulamalar taşıyan uygulamalar gerçekçi olmadığından bir müddet sonra kültür milliyetçiliğine dönüşmüş ve Türk kavramının bir “hissediş” olduğu ifade edilmiştir.
Muhafazakarların bu konularda tavrı bellidir.
Onlar, aslonanın “din” olduğu, ümmet anlayışının geçerli olması gerektiği, etnisitenin “kavmiyetçilik” olarak muteber bir şey olmadığını ifade ederler.
Ancak “kavmiyet”, din gibi, en az onun kadar tarihsel ağırlığı olan bir realitedir.
Bu iki kavramdan bağımsız olarak bir üçüncü realite de “dil”dir.
Anadolu coğrafyasında tarihsel olarak “Türkçe” yaygın bir kullanım ağırlığına sahiptir.
Türk kavimlerinin Malazgirt Savaşı sonrası Anadolu’ya egemen oluşu Türk dilli bir coğrafyanın oluşmasında etkin rol oynamıştır.
Dolayısıyla, Kemalizm’in toplumu Türk üst kimliği üzerinden tariflemeye çalışmasında bu faktör çok kritik bir nedendir. Esasında muhafazakarlar da bu kavramın, bir biçimde çok uzağında değildir.
Türk-Müslüman kavramı
Türk egemenlerin 10. yüzyıldan itibaren Müslümanlığı tercih etmeleriyle, bu defa süreç, anti Hristiyan algıyla, Türk ve Müslüman kavramlarının iç içe geçmesine yol açmaya başlamıştır.
Hatta o kadar ki, “Arap olmayan Müslümana Türk derler” yaklaşımını, bugün dahi bazı düşünürler seslendirmektedir.
Diyeceğimiz, günümüzde ki muhafazakarların söylemlerinde sahiplendikleri “Türk Milleti” kavramı, işte böyle bir Müslüman tını içermektedir.
Kemalistler, her ne kadar Türk kimliğini zaman içerisinde “vatandaşlık bağı” üzerine oturtmaya çalışsalar da gayri Müslümlere yönelik bozuk sicilleri, dikiş tutmadığı için dönmek zorunda kaldıkları ırki referanslarında kalan akılları, dindarlığa mesafeli bakışları, neticede kimsenin net olarak anlayamadığı karmaşık bir kavram oluşturmuştur.
Bu sıkıntılı durum tıpkı muhafazakarlar gibi, hep bir “kem küm” konusu olmuştur.
Devir değişip bu topraklara az biraz demokrasi gelmeye başlayınca, Din ve etnisiteye getirmek istediği yaklaşım zor savunulur hale gelmiş ve oluşan “sallantı”, bir “kurucu lider kültü” yaratılarak ve tarihi, geçmiş 90 yıldan ibaret sayarak, doldurulmaya çalışılmıştır.
Atatürk yaşasaydı herhalde kendisinin bu denli kullanılmasına müsaade etmezdi.
Zira, muasır medeniyet hedefi bir müddet sonra demokrasiyi hedeflemektir.
Dikkat edilirse muhafazakarlar bu Mustafa Kemal’i sahiplenmektedir.
Diyeceğimiz, muhafazakarlar ne Türk Milleti kavramını ne de Mustafa Kemal’in tapusunu öyle kolayından muhaliflerine teslim etmeyeceklerdir.
Sadece bu değerlere ne anlam yüklüyorlar, neden 1920 ruhuna sahipleniyorlar, ona bakmak ve bu yaklaşımın Kürtler için bir mana ifade edip etmeyeceğini tartışmak gerekiyor.

Haberin Devamı

Aytun Çıray

GEÇEN hafta “İzmir Medeniyeti Yükselirken” başlıklı yazımızda Sayın CHP İzmir Milletvekili Aytun Çıray’ın aynı isimli kitabına dair düşüncelerimizi ifade etmiştik.
Sayın Çıray, kapsamlı bir yazıyla yaklaşımlarımıza cevap verme nezaketini göstermiş.
Kendilerine teşekkür ediyoruz.
Cevabını özetlemeye çalışmak kendisine haksızlık olur diye düşündüğümüzden, yazının tam metnini www.hurriyet.com.tr’den bu haftaki yazımız ekinde yayınlıyoruz.
Ancak, özetle belirtilirse, Sayın vekil, İzmirlilik olgusunun bir gerçeklik olduğunu, bu gerçekliğin pozitif unsurlar içeren bir örnek teşkil ettiğini, demokrat kişiliğinin İzmirlilik üzerinden bir kutuplaşma çabasına asla müsaade edemeyeceğini nazik bir üslupla ifade etmiş.
Lütfen, yazının tam metnini okumanızı tavsiye ediyorum.

Haberin Devamı


Sayın Sıtkı Şükürer,
‘İzmir Medeniyeti Yükselirken’ ismini taşıyan son çalışmam üzerine yazdığınız yazıyı hayretler içinde okudum. Değerli yazar acaba İzmir Medeniyeti Yükselirken’i gerçekten okudu mu diye şüpheye düştüm. Çünkü eleştirilerinizde objektif bir değerlendirme yerine içinden geçtiğimiz dönemin modasına uygun birtakım hazır yargıların ve şablonların açık izlerini gördüm. Ne yazık ki bu izler sizi yanlış bir yere götürmüş. Bu çalışma isminde anlaşılabileceği gibi İzmir’e ve İzmirlilere adanmış bir çalışma. Ancak takdir edersiniz ki, ben bir siyasetçiyim ve benim için önem taşıyan en önemli unsur İzmirlilerin yargıları. Dolayısıyla bu çalışmanın peşin hükümlerle gölgelenmemesi gerekiyor. Bu nedenle birkaç önemli noktayı hemen açıklamam, sizin de bu açıklamaları aynı hassasiyetle İzmirli hemşerilerimize aktarmanızı rica ediyorum.
Sayın Şükürer, İzmir Medeniyeti Yükselirken ‘zaptedilmekte zor tutulan bir öfkenin’ eseri değildir; tıpkı bir ömrün süzgecinden geçen siyaset anlayışımın anlık duyguların ürünü olmadığı gibi. Bu çalışma, peşin hükümler ve belli çıkarlarla optiği bulanmamış her sade okurun fark edebileceği gibi İzmir’e ve İzmirlilere temsil ettikleri sosyo-kültürel ve politik değerler nedeniyle duyulan sahici ve samimi bir sevgiyi yansıtıyor. İzmir’e bu değerler ve bu değerler üzerinde bina ettikleri hayat tarzı ve bunu politikaya yansıtma şekillerine hep hayranlık duydum. Bu hayranlık İzmirli olmamın gururuyla pekişti. Bu duyguların sizin bana daha ilk cümlenizde bulaştırmak istediğiniz negatif duyguyla hiçbir ilgisi olmadığını kabul edersiniz. İzmir’e ve İzmirlilere duyduğum şükran bu çalışmanın başlıca varlık nedenidir. Sizin değerlendirmenizi bu nedenle çalışmamın varlık sebebine yapılmış bir hakaret/haksızlık sayıyorum.
Ancak yazınızda maalesef yaptığınız haksızlık bu kadarla sınırlı kalmıyor. Beni çalışmamı gerçekten okuduğunuzdan ciddi olarak şüpheye düşüren bir değerlendirmede daha buluyorsunuz. Eleştiri görünümlü peşin hükmünüze göre güya ben ‘kendimce önemli bulduğum düşünceleri’ İzmirlilik ortak paydası altına oturtmaya çalışarak, bir ‘biz kampı oluşturmaya’ gayret gösteriyormuşum. Bu da ‘kutuplaşmaya’ hizmet etmek gibi geliyormuş. Sayın Şükürer , ne yazık ki, ‘gibi gelmek’ kalıbının yapay nezaketine ve korunmasına sığınarak söyledikleriniz tam bir çarpıtmaya dönüşüyor. İzmir’in temsil ettiği değerleri vurgulamamızı kabaca sanal bir kimlik oluşturma ve ötekileştirme çabası olarak yorumluyorsunuz. Bu arada hekim olduğumuzu hatırlatıyor, sosyal bilimlerle ilgili bu konularda haddimizi bilmediğimizi ima ediyorsunuz. Böylece belki de asıl siz haddinizi aşıyorsunuz. Hem de çalışmamı gerçek anlamda incelemek bir yana, üstünkörü bile okumadığınız yolundaki izlenimimi iyice pekiştiriyorsunuz. Bu bana göre peşin hükümlülüğün de bir açıklamasını veriyor. Çünkü böyle olmasıydı İzmir Medeniyeti Yükselirken ile ilgili şu tamamen ters düşen kafa bulandırıcı tespitlerde bulunmazdınız. Bu tespitlerin sizin sosyal bilimler konusunda daha yetkili olduğunuzun bir işareti olarak yorumlanacağına vehmetmezdiniz.
Sayın Şükürer, ben bir İzmirli kimliği, dolayısıyla bir İzmirlilik paydası yaratma iddiası içinde değilim. Çünkü bir İzmirlilik kimliği zaten var; bu bir olgu. Bunun varlığını, İzmir kimliğini (ki bu hinterlandındaki şehirleri de şu veya bu ölçüde etkileyen bir kimlik) Türkiye entelejansiyasının etkili bütün isimleri kabul ediyor. Bir örneğini İzmir Medeniyeti Yükselirken’i okusaydınız Murat Belge’den yapılan bir alıntıda görecektiniz. İzmir’in Türk modernleşmesindeki istisnai yeri çok açık. Bizim yaptığımız bir olgunun objektif tespitinden ve hakkının tesliminden ibaret. Amerika’da New York’un veya San Fransisco’nun Washington’dan farklılığının altı çizilir. Philadelphia’yla Washington karşılaştırılırken bunlardan ilkinin Amerikan kurucu ruhu açısından önemi güçlü bir şekilde vurgulanır. Demek şehirlerin temsil ettikleri bazı değerler vardır. Bu değerler birtakım tarihsel-sosyolojik olgulardan kaynaklanır. İzmir’in de Türkiye’de bu tür bir pozisyonu olduğu bir olgu olarak inkâr edilemez. Dikkat ediniz olgudan, yani İngilizce ‘fact’ kelimesinin karşılığından bahsediyorum. İzmir’i ve İzmirlileri farklı kılan değerlerin var olduğunu ve bu değerlerin gözlemlenebilir bir şekilde İzmir’in bütün alanlardaki hayatına yansıdığını görüyorsanız bu nasıl oluyor da sanal bir kimlik paydası oluyor? Sayın Şükürer, kabul ederseniz etmezsiniz bir İzmir kimliği vardır. Görmek istemeyen gözler dahi bu yılki 29 Ekim kutlamalarında bunu bir kere daha gördüler. 10 Kasım’da bunun sağlamasını da yaptılar. Demek biz bir kutuplaşma peşinde değiliz, ötekileştirme peşinde hiç değiliz. Hem sizden lütfen şunu açıklamanızı istirham ediyorum: İzmir’i farklı kılan değerlerin varsa ve siz bundan bir olgu olarak söz ediyorsanız bu nasıl olup da ötekileştirme veya kutuplaştırmaya hizmet oluyor? Bu değerlendirmenizin yanlışlığını ve yanıltıcılığını ortaya koyacak bir örnek vereyim hemen. İzmir’in sosyo-iktisadi gelişme için son derece elverişli bir coğrafi koşullara sahip olduğu bir olgudur. Bunun belirtilmesi ve bu koşulların avantajlarının belirtilmesi bunlara sahip olmayan yerlerin küçümsenmesi anlamına gelmez. İzmir’e özgü değerlerin varlığı da, mesela kendiliğinden bir Diyarbakır’ın küçümsenmesi ve bağlantılı olarak Diyarbakırlının dışlanması demek değildir. Bunun için bu anlama açıkça gelebilecek bir mukayesenin yapılması gerekir. Kaldı ki, eğer çalışmayı gerçek anlamda okusaydınız bu tür yanlış anlamaların önünü tamamen kapattığını fark edecektiniz. Ayrıca fark edeceğiniz çok önemli bir nokta, İzmir Medeniyeti Yükselirken’in bizim iktidarın her icraatını eleştirmek için yaptığımız bir çalışma olmadığı gerçeği olacaktı. Biz ‘İzmir Medeniyeti Yükselirken’de iktidarın yaptığı her icraatı eleştirmedik. Başta Reyhanlı’da Cumhuriyet tarihimizin en büyük toplu terör katliamı olmak üzere, Türk Milletinin çok ağır maddi-manevi bedeller ödediği ve ödemekte olduğu icraatlarını eleştirdik. Üstelik bu eleştirileri TBMM çatısı altında, Genel Kurul’da yaptığımız konuşmalarda dile getirdik. Muhalefet görevimizi yerine getirdik ve iktidarı sorumluluklarını yerine getirmeye davet ettik. Asıl sizin suni ve hesaplı Pollyannacılığınız bu kadarını dahi çok bulabilir. Fakat bu da nihayetinde İzmir’in kendisini farklılaştıran değerleri ve hayat tarzı gibi bir olgudur. Bu olgunun bizdeki etkisi ve tezahürüdür.
Sanırım insan bilimlerinde bizim vakıf olamadığımız meziyetleriniz size bu olguyu farklı bir şekilde yorumlama yetkisi veriyor. Bense bu özensiz ve temelsiz sözde eleştirilerinizi, sadece ‘muhalefete muhalefet özgürlüğü veren’ AKP yönetim vasatının sonucu olarak görüyorum. Kısaca bunu da bir olgu olarak görüyorum. Tıpkı İzmirlilerin hayat tarzları ve politik-sosyal tercihleriyle ortaya koydukları pozisyonları gibi benim için medeni olan ne varsa onları ifade etmesi gibi. Buna sosyal-siyasi felsefede olgudan değere geçme diyorlar. Mekanizmasını bir tıp doktoru olarak daha sonra anlatmaya çalışırım. Keşke ‘rasyonalite’, ‘kaos’, ‘kimlik paydası’, ‘ötekileştirme’ gibi artık kullanımları ayağa düşmüş sosyal bilimler soslarına buldumcuk olmuş gibi hemen ilk adımda atlamaya kalkışmasaydınız. Böylece kendinizde bir tıp doktorunun bambaşka bir bağlamdaki çalışmasını eleştirinin ötesine geçerek saptırma otoritesini bulmasaydınız. Önce olguyu, yani taktiksel olarak milliyetçiliği ayıplayan ırkçılığı, ‘yetmez ama evet’çi anlayış yüzünden zaten üstünlüğü sağlanamamış hukukun 12 Eylül referandumu ile Başbakan’ın emrine verildiğini görseydiniz. Kısacası keşke neyle karşı karşıya olduğunuzu anlamaya çalışsaydınız. İşte o zaman okurlarınızı İzmir Medeniyeti Yükselirken konusunda gerçekten aydınlatır, eleştirilerinizi de daha gerçek bir zemine oturtabilir ve inandırıcı kılabilirdiniz.
Dr. Aytun Çıray, CHP İzmir Milletvekili

Yazarın Tüm Yazıları