Paylaş
DEVLETİ yönetenlerden siyasi partilere, herkes, hepimiz “Terörü” lanetliyoruz.
Terör ve terörist derken, PKK’yı kastediyoruz.
Böylelikle ülkenin Doğu ve Güneydoğu’sunda yaşananları, Devlet olmanın getirdiği meşruiyet gücü nedeniyle alt seviyede bir problem olarak kodluyoruz.
Oysa 1984’den beri devam eden olaylar bir terör hareketinden çok daha kapsamlı.
Devlet fiili olarak etnik bir “kalkışmaya” karşı, “düşük yoğunluklu savaş” yürütüyor.
PKK bir Kürt isyancısı.
ANAYASALAR ARASINDAKİ FARK
Meselelere güncel telakkiler yerine siyasal tarih gözlüğü ile baktığınızda, 1921 ve 1924 Anayasaları arasındaki farktan hareketle, diğer tüm kimliklere olduğu gibi, Kürtlere yönelik bir “baskılama hali” hiç şüphesiz bir vakaadır.
Bu hakların alınması asla şiddetle olamazdı.
Neticede 50 bin insanımız hayatını kaybetti.
İnsani açıdan baktığınızda, karşılığında elde edilebilecek hiçbir şey bu müthiş maliyeti izah etmez.
Neyse buraları geçelim...
Şu anda bir durum tespiti yapıldığında; Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan Kürt vatandaşların çok büyük kısmı, söz konusu şiddet örgütünün siyasal uzantısı olan HDP’ye oy vererek, meseleye “taraf” oldukları mesajını verdi.
Yani, gelişmeleri hala “terör, terörist” tanımlarıyla izah etmek yetersiz kalmaktadır.
Karşımızda, Kürtlerin yaygın kabulü ile güçlenmiş bir siyasal hareket bulunmaktadır.
Nitekim, Devletimiz de aynı idraktan hareketle “çözüm süreci” denilen politikalar üretmiş, beri yandan Kürt hareketi, HDP eliyle, ayrılıkçı olmayan demokratik bir siyaset için, kendi ifadeleri ile “Tüm Türkiye’ye ellerini uzatmış”, adeta her makul insanı mutlu eden gelişmeler yaşanmaya başlanmıştı.
DEMOKRATİKLEŞME PROJESİ
Ancak son birkaç ay içinde “şemsiye” bir anda terse döndü.
Gerekçeyi sadece Devleti yönetenlerin siyasi hesaplarında aramak “sığ” bir yorum olur.
Zira, barış süreci, günün sonunda bir topyekün “demokratikleşme projesi”dir.
Örgüt, katı, totaliter bir yapıdır.
Oysa, refere edilen “Avrupa Birliği Konseyi Yerel Yönetim Özerklik” statüsü, özünde Maastricht Antlaşması ile uyumlu liberal ve demokratik bir çerçevedir.
Bu sebeple, tıpkı Türkler gibi, o cenahta da demokratik bir dönüşüme gidilmesi kaçınılmazdır.
Kaldı ki, Kürt ve Türklerin beraberce kurdukları en az 6 milyon aileden söz ediyorsak, bu denli iç içe geçmişlikte “demokratikleşme” hepimizin problemidir.
---------
Vatan - Bayrak
“Vatan” heyecanlandırıcı bir kavram. Şüphesiz sosyolojik ve kültürel anlamı çok daha derin. Bu kavramı sadece tansiyonu yüksek çağrışımlarla değerlendirmemek gerekir. Maalesef, hakim otoriteden güç alan milliyetçi söylemler “Vatan” vurgusunu, “düşman, ülke bütünlüğü, onu tehdit edenlere karşı safları sıklaştırma, uğrunda kendini feda, geri her şeyin teferruat olması...” gibi kalıplarla sınırlı olarak kullanıyorlar.
Bu sebeple, hakkaniyet, adalet, demokrasi, eşit vatandaşlık gibi, bir toprak parçasını “vatan” yapan ana bileşenler ikinci planda kalıyor, “hamasetçiler” bu özel olması gereken kavramı “bitap” hale düşürüyorlar.
Aynı kader “Bayrak” için de geçerlidir.
İşin enteresanı Vatan ve Bayrak üzerinden gerçekleştirilen bu neviden “edebi” söylemler, geniş halk kitlelerinde karşılık buluyor.
Siyasilerimiz; Tek Millet, Tek Devlet, Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Dil nutuklarını pek seviyor ve fakat her birinin Türkiye tasavvuru farklı olduğu için kim neyi kastetmiş, zorlanıyoruz.
Yanı sıra, içeriğini kendilerine göre anlamlandırdıkları için, örneğin MHP’nin “Vatan” vurgusu HDP nezdinde kabul görmüyor, hatta, muhtemelen “dışlayıcı” bir çağrışım yapıyor.
TOBB’un yürüyüşü ile ilgili ortaya çıkan “Bayrak” polemiği de böyle bir şeydi.
Burada Selahattin Demirtaş’tan beklenen tavır, toplumun büyük kısmının hoşuna gitmeyen bir negatif çıkış yerine, kendi yüklediği anlam üzerinden bir birleştirici Bayrak tanımı yaparak, bu yürüyüşe destek vermesiydi.
HDP bir fırsat kaçırmıştır. Anlaşılan tırmanan olaylar onları da soğukkanlı olmaktan alıkoyuyor.
Paylaş