Paylaş
İzmir’de Ege Mahallesi dünyanın en büyük Çingene yerleşim yerlerden biridir.
Burada yoksulluk ve eğitimsizlik kol gezer.
Ama Kadifekale sırtları ya da Agora’nın arka sokakları gibi bu kente göçle gelenlerin geçici kullandığı türden çöküntü alanları değildir, Ege Mahallesi.
Buralarda “fakirlik, dışlanmışlık, yok sayılmışlık” gibi acıtıcı kavramlarla sentezlenmiş çok özel bir kültür yaşanır.
Romanlar; kendi değerleri, gelenekleri, hayatın zorluklarını bir gülümseme ve neşe bulutunun arkasında yaşamaları ile kendi kendilerine yetebilmeyi eşsiz bir zanaat haline getirmişlerdir.
Bu anlamıyla bu toprakların diğer tüm kültürlerine yapıldığı gibi bu özel rengimizi hoyratça eritmeye çalışmamamız gerekiyor.
İstanbul Sulukule rant uğruna bitirildi.
Şimdilerde Ege Mahallesi için kentsel dönüşümden söz ediliyor.
Tabii ki, rehabilite edilsin.
Ama atılacak her adım bu neviden kültürlerin önemini idrak etmiş kararlarla ve mutlaka Roman münevverlerinin işbirliği ile gerçekleşmesi gerekir.
İzmir’in bir başka Ege Mahallesi yok.
O sebeple sevgili hemşerilerimizi pamuklara sararak sahiplenmeli ve korumalıyız.
-----
Artık silkelenme zamanı
BU ülkede hemen her şey çok hızlı değişiyor.
Şehirler büyüyor, nüfus artıyor, ihtiyaçlar çeşitleniyor, tüketim kalıpları, zevkler bambaşka yerlere evriliyor.
Tüm bu olgular insanlarımızda para kazanma hırsını körüklüyor.
Refah kavramının mutlulukla karıştırıldığı bu süreçlerde, “maddiyat” itibarlı olmanın ön koşulu haline geliyor.
Hal böyle olunca “köşe dönmecilik” yerleşik tutumumuz olmaya başlıyor.
İşte, bu noktalarda insani değerlerimiz giderek “raf”a kalkıyor, kişisel menfaatlere odaklanan hallerimiz hiçbir şeyi görmez hale geliyor.
Artık, define arayıcısıysak arkeolojik eserleri patlatan oluyoruz, balıkçıysak trolle, dinamitle yuvaları tahrip ederek avlanan oluyoruz, müteahhitsek imar mevzuatını delik deşik eden, çimentodan demirden çalan oluyoruz, sivil toplum kuruluşunun hasbelkader başkanıysak o yerlerin yapışkan besleneni oluyoruz...
Hele bir de bir kamu yöneticisiysek, bütçeleri yöneten, rantları paylaştıran mevkilerde bulunuyorsak, “yedi sülalemizin” zengin olması kimseye şaşırtıcı gelmiyor.
Türkiye 1980’lerden sonra hızlı bir koşuya başladı.
Hiç kimse iddia edemez ki, “iyiye, güzele, estetiğe, medeniyete, temiz doğaya, nizama, intizama...” doğru koştuk.
Ne yaşadığımız topraklara saygı gösterdik, ne de bir hukuk toplumu olabilmeyi, insani değerler oluşturabilmeyi, demokrasiyi, insan haklarına riayet edebilmeyi becerdik.
Geldiğimiz yer itibariyle, tüm toplum olarak yorulduk.
Evet, hepimiz yorulduk.
En gözü dönmüşümüzün bile tedirgin olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Oysa, “sıradan” insan olmanın erdemini bilen insanlardık.
Hani tabii ki, “sütten çıkmış ak kaşık” değildik.
Ama “materyal iştahımız” bu denli arsızlaşmamıştı.
Her neyse...
Bu ülkenin ciddi sosyologları 80’li yıllarda bahse konu türbülansın en az 30-40 yıl süreceğinden söz ederlerdi.
Umarız tünelin sonuna geliyoruzdur.
“Gecenin en koyu zamanı şafağın sökmesinin başlangıç noktasıdır” denir.
Hani, 70’li yılların paylaşımcı değerlerine sahip, unutulmuş bir idealist anlayış, sanki siyaset dahil ülkenin kuytu mecralarından kendince pıtırcıklanmaya, parıldamaya başladı.
2019 baharının “dibe vurmalarımızın” geride kalacağı ve insani değerlerde yükselişe geçeceğimiz zamanlar olmasını diliyoruz.
Paylaş