Medyayı izliyorsunuz. Atılan manşetler “ormanlarımız yanıyor.” Bu aşamada bile “birinci çoğul şahıstan”, “bizim ormanlarımız” ifadesi kullanıyor. Oysa milyarlarca yaş almış bir yerkürenin yine milyarlarca canlısından sadece biri bu “insan” denen varlık. Esasında “varlık” kelimesi bile fazla.
Zira sadece “yokluk” getiriyor, tüm dünyayı “hiçliğe” sürüklüyor.
İnsanoğlu esasında en nitelikli canlı türüydü. Din kitapları “eşref-i mahlukat”, yaratılmışların en şereflisi, diye belirtirdi insanı. Ancak bir başka canlıda olmayan “düşünce” yetisini hep kötüye kullanılıyor. Evrenin muhteşem dengesine uyumlu bir gezegen, kendi iç işleyişinde insan denen yaratığın müdahalelerini kaldıramaz noktaya geldi. Yaşadığımız sistematik çevre felaketlerine muhatap olan ilk nesiller biziz, muhtemeldir ki son nesil de biz olacağız.
“Bu yaşlı dünya bu yükü daha çok kaldırır” zihniyeti halen devam ediyor. Soluk soluğa “kirletme” dur durak bilmiyor. Türkiye daha Paris İklim Sözleşmesi’ni imzalamadı bile. Ülkenin dört bir yanını tarumar etmeye devam ediyoruz. Duyarlı kişiler, kuruluşlar, yöneticilerimiz nerede ise feryat ediyor. Doğu Karadeniz’de HES’ler olmasın, Gediz kirletilmesin, göllerimiz yanlış sulama politikaları ile kurutulmasın, karbon emisyonu, sera gazları...
Aklımız başımıza geldiğinde çok geç olacak. Topyekûn bir seferberlik gerekiyor. Sadece ülkemiz değil, bütün dünya “tabiat cinayeti” işlemeye eş zamanlı son vermek, tedbir almak durumunda. Hani tarihin en kabul edilemez suçu “soykırım” denilirdi, “çevre” o suçu bile ikinci plana atacak ve en ağır yaptırımı gerektirecek kadar vahim ve önemli hale geldi.
İzmir, tüm bileşenleri ile birlikte, kamu, sivil toplum “yeşil mutabakat”a dair uluslararası duyarlılığa dahil olmaya çaba sarf ediyor. Bu noktada bile, “aksi halde ihracata gelen vergi nedeniyle işlerimiz bozulacak” gerekçesini, maalesef birincil öncelik olarak ifade ediyoruz. Bu mesele ticaretin devamlılık kaygısını çoktan aştı. Artık, çoluk çocuğun, hayvanların, bitkilerin, tüm ekosistemin bekası meselesi haline geldi. Birkaç yıl öncesinde orman yangınları gibi bir felaket yaşandığında üzülür, birkaç gün sonra unutulurdu. Ama şimdi böyle bir şey olmayacak. Tabiat her daim bize, bizlerin “kriminal aymazlığını” hatırlatacak. Çevreci hareketler başladığında, yeşillere, çevreyi militanca savunan örgütlere bıyık altından gülen, küçümseyen, çevre için bilinç oluşturmaya çalışanları “börtü, böcekle uğraşma, çöpleri toplat” diyen zihniyet, bugün herhalde başını önüne eğmeye başlamıştır.
Kamu vicdanı aksini makul görse de terörden pedofiliye linç ya da ölüm cezası uygar ülkelerde kabul edilemez. Tüm bunların gerekçesi, değilmi ki dünyaya “insan” olarak geldiniz, bu vasfınızdan dolayı tartışılamaz haklara sahip oluşunuzdur. İnsana “insan kimliği” nedeniyle saygı göstermek, onu bir “nefret objesi” yapmamak, aşağılamamak, tek tek ya da toplu olarak yaşam koşullarını kısıtlamamak, yok etmeye çalışmamak, hukukun üstünlüğünü esas almış toplumların “günün sonunda” geldiği bir mertebedir.
Denilebilir ki en uygar bilinen ülkelerde bile bu kurallara ne ölçüde uyuluyor? Doğrudur, ama bahsi diğerdir. Bu noktada kıymetli olan, sözünü ettiğimiz ilkeleri insan kimliğimizle samimi olarak içselleştirebilmektir. Bu anlamıyla kişisel gelişiminde mesafe almış, empati ve vicdan kalitesini oluşturmuş her “insan evladı”, muhatabı yine bir “insan”sa, ona karşı tutumlarında saygılı olma durumundadır.
Konuyu Afgan ve Suriyeli göçmenlere getirmek istiyoruz. Şüphesiz bu konuya ilişkin her türlü görüş, değerlendirme, eleştiri yapılabilir. Ama bir kritik husus var ki, o da bu kişilerin “insan” olduğudur. Bu duruma yol açanlara tepki göstermek yerine, muhtelif gerekçelerle buralara savrulmuş insanlar hedefe konularak, bir “çevre felaketi” muamelesi yapılmamalıdır.
Türkiye bir göçmen diyarıdır. Tarihsel olarak bu böyledir. Son yüzyılda artan ölçüde kalabalıklaşan nüfus nedeniyle, sadece bizim ülkemizde değil, tüm dünyada genel eğilim “doğudan batıya” göçtür.
Demografi bilimiyle ilgilenenler birkaç yüzyıla kalmadan önce Anadolu’nun, sonra Avrupa’nın Arap, Afgan, Hint, Pakistanlı nüfusun çoğunlukta olduğu yerler haline geleceğini belirtirler. Bizim ülkemizde de Batı’ya ve büyük şehirlere göç yoğun yaşanan bir gerçekliğimizdir. Ekonomik, sosyal, siyasi, iklimsel gerekçelerle binlerce yıldır oluşmuş bu trend güncel tartışmaların ötesinde “büyük resimde” ayrıca not edilmesi gereken bir husustur. Avrupa ve ABD bu anlamıyla bir çekim merkezidir.
Avrupa ve ABD’ye güney sınırlarından ve eski sömürgelerinden yoğun bir akım uzun zamandır söz konusudur. Bu durum öyle anlaşılıyor ki orta vadede engellenemeyecektir. Memleketimizde bile, en refah içinde olan kesimler dahil, yapılan anketlerde çok insanın gözü ve gönlü bahse konu batı ülkelerindedir.
Sevgili Tunç Soyer’in Gediz havzasına yönelik geçenlerde gerçekleştirdiği etkinlik bu sebeple bir başlangıç vuruşu olarak çok önem taşıyor. Bu neviden çabalar bir İzmir projesi, bir Ege ve nihayet böylesi bir bilincin dalga dalga yayılacağı Türkiye ve insanlık projesidir. Tüm sivil toplum kuruluşlarımızla ve tabii ki merkezi hükümetimizin sahiplenmesi ile “çevre bilinci” her daim birinci gündem maddemiz olmak zorundadır. Doğa üzerinden bir maliyet planlaması yapma çocuklarımıza, torunlarımıza karşı bir haksızlık, ötesinde vicdansızlıktır. Gediz Nehri’ne atığını boşaltan ve benzer aymazlıklara teşebbüs eden zihniyet hiçbir seviyede tolere edilmemeli ve bir doğa cinayetinin faili olarak toplum ve hukuk nezdinde mahkum edilmelidir.
Pek tabi mevzu sadece nehirlerle sınırlı değildir. Son dönemlerde tüm dünyada yaşanan iklim faciaları gidecek başka bir gezegeni olmayan insanlığa çok katı tedbirleri tavizsiz dayatmaktadır. İzmir iş insanlarının “yeşil mutabakat” kavramını gündemde tutarak meselenin ciddiyetine vardığını gözlüyoruz. Bu arada “Paris İklim Antlaşması”na henüz dahil olunmadığını hatırlatıyoruz. İnsanoğlu yaşlı dünyamızı, ülkelerimizi, kentlerimizi çok yordu, yıprattı. Asıl olanın “korumak” olduğunun bilincine maalesef sınırlı sayıda ülke yeni yeni varıyor. Çevre duyarlılığının yanı sıra tarihi dokulara, geçmiş kültürlere ve bizlere emanet gelen her türlü değere sahipleneceğimiz zamanların geldiği idraki, artık iş insanlarından siyasetçilere bilinçlerde uyanma durumundadır.
Başa dönersek; Kütahya, Uşak, Manisa, İzmir il ve ilçe belediyelerimizin bir işbirliği anlayışı içerisinde Gediz’e yönelik yapacakları korumacı icraatlar hem “delta” hem “körfez” için çok önem taşıyor. Kamu görevlileri için bu konunun bir tercih değil vecibe olduğunu ısrarla hatırlatma durumundayız.
Hıristiyan kesimden Müslüman ve Türk eşrafa intikal eden işyerleri de bahse konu sahipleri tarafından devam ettirilmemiştir. Esasında kalıcı olmama hali bugün de bir gelenek gibi devam etmekte, sermaye sürekli el değiştirmektedir. 1950’li yıllardan itibaren Marshall yardımıyla başlayan süreçte oluşmuş sanayi tesislerin kurucu ailelerinin çoğu yine hisselerini devrederek iş hayatından çekilmişlerdir. Anlaşılan, İzmir iş insanları kuşaklar boyu tüccar ve sanayici kalmayı hayal etmiyorlar. İstisnaları olsa da kişiler bir şekilde oluşturdukları iş düzenlerini belirli bir seviyede elden çıkartarak varlıklarını nakde dönüştürmeyi istiyorlar.
Bu neden böyledir? Neden insanlar iş yerlerini çocuklarına, torunlarına bırakmayı hedeflemezler?
Hani, “aldığım para bana yeter, ölümlü dünya, risk, stres nereye kadar, ya iş bozulursa, bu memlekette ne siyasi ne ekonomik istikrar yok zaten, ortaklar hiç anlaşamıyoruz” gibi gerekçelerle niçin kendilerini ikna edip erken emekliliğe hevesle geçiyorlar? Pek tabii beşeri sebepler dışında sosyolojik geri planın biçimlendirdiği zihin yapısı da bu kararlarda rol oynuyor. Böyle olunca iş-insan ilişkisi uzun soluklu olamıyor, oluşturulmuş değerlerden “acele vazgeçişler” yaşanıyor.
İşin sıkıntılı süreci çok kişide hisseler devredildikten sonra başlıyor. İşini “satan”lar kısa bir mutluluk evresinden sonra başka bir alana yönelmemişlerse bir boşluğa düşüyorlar. Aynı zamanda toplum içinde sahip oldukları “iş insanı prestijinin” giderek kaybolduğunu ve sosyal kimliklerinin yara aldığını, yaşamaya başlıyorlar. Bir süre sonra, biraz da kendilerini avutma adına genelde, küçük çaplı ticarete veya risksiz gördükleri gayrimenkul gibi işlerine yöneliyorlar. Kimi durumlarda da “hazıra dağ dayanmaz” deyiminin pratikleri yaşanıyor.
Neticede denilebilir ki; hayata karşı bu denli temkinli pozisyon almanın ekonomik ve sosyal anlamı tartışılmaya muhtaçtır. Esasında işi devretmek gibi radikal kararlar sadece hissedarların hakkı olmamalıdır. O iş yeri ki, beyaz ve mavi yaka çalışanları, tedarikçileri, müşterileri ile birlikte herkesi ilgilendirir. Patron, sadece o bütünün bir parçasıdır ve bütünü etkileyen bir kararı çok boyutlu düşünerek alması icap eder. Neyse, mülkiyet hakkına tabii ki kimse karışamaz. Ancak bu tercihte bulunanların İzmir ticaret kültürüne de olumsuz anlamda dokunduklarının farkında olmaları gerekiyor.
Büyükşehir Belediyesi bu konuda çok çaba sarfediyor. Özellikle arabalı feribotlar vasıtasıyla 15 dakikaya inen seferler, Bostanlı ve Üçkuyular iskeleleri arasında çok rahatlatıcı fonksiyon icra ediyor. Bu hatta bir köprü yapılıp yapılmaması son 6-7 senedir çok tartışılmıştı. Tabii ki trafiği rahatlatan, sıkışıklığı azaltan her çözüm desteklenmeli. Ama artık dünyamıza her yatırım tercihinin, çevresel etkilerini göz önünde bulundurularak alınması birinci öncelik haline geldi. Kendi adımıza Gediz Deltası’ndaki kuşları, hele flamingoları görünce buralarda oluşabilecek en küçük bir zararın bile göze alınamayacağını düşüncesindeyiz. Bu sebeple köprü fikrine “heyecanlanmayanlar” safındayız.
İzmir körfezinin yüzülebilir hale gelmesi özellikle 1970’lerden beri bu kentte yaşayanların en büyük hayalidir. Tamam arıtma tesislerimiz yapılmıştır ama bir türlü istenen seviyelere gelemiyoruz.
Şimdilerde atık sularla yağmur sularını ayrıştırma, birincisinin arıtmaya ikincisinin körfeze verilmesi çalışmaları Büyükşehir Belediyesi tarafından hızla sürdürülüyor. Beklenti, bu yatırım tamamlandığında iç körfezin kendi kendini doğal sirkülasyonu ile temizlemesi. Yanısıra, körfeze akan nehirlerin ilk kaynak bölgelerinden itibaren denetleniyor olması önem taşıyor. Geçen hafta Tunç Soyer ve ekibi Kütahya, Uşak, Manisa il sınırları içinde Gediz’e deşarj edilen her türlü atık için neler yapılacağına dair bir dizi temas gerçekleştirdi.
Neticede, giderek anlıyoruz ki gezegenimiz küçük ve sınırlı. Bu ölçüde hoyrat davranılmasına artık tahammülü yok. Tüm dünya “Yeşil Mutabakat” diye çığlıklar atmaya başladı. Artık tabiata zarar vermek, giderek bir “insanlık suçu” haline dönüştürülmeli. İzmirliler bu konuda örnek olmak zorunda. Ama maalesef çok duyarlı olduğumuz söylenemez.
Şimdi yaz akşamları başladı. Bunun anlamı kordon kıyı boyunca “çekirdek kabuklarının” da mevsiminin başlıyor olması demektir. Pazartesi sabahları, belki de İzmir’in en güzel yeri “Narlıdere Sahil Evleri”nde bir yürüyüşe çıktığınızda etrafa saçılarak bırakılmış çöpleri görünce insan profilimiz konusunda iyimser duygularımız yerle bir oluyor.
Başa dönersek; İzmir için körfez hayati öneme sahip. Kalbimizden geçen, tertemiz plajları, yelkenli tekneleri ve en aşağı dört-beş marinası ile “Akdeniz incisi” unvanına geri dönme yolunda hayli mesafe almış bir İzmir. İzdeniz şirketi eski Levent Marina’yı kiraladıktan sonra yapmış olduğu düzenlemelerle harika bir “deniz kıyısı vahası” oluşturmuşlar. İçinde sosyal tesislerin, yüzme havuzunun ve “Nefes” adıyla çok özenli bir restoranın olduğu tesis bu sayede kentin “kıyı kalite envanterine” kazandırılmış.
Tabii ki bu durum ülkeyi yönetenlerin “Devlet politikası” tercihidir. Bu neden böyledir, ne gibi yararlar umulmaktadır... mutlaka öncesinde değerlendirilmiştir. Ancak bu tutumun karşılıklı ilişkilere bir “gerginlik” yüklediği açıktır. Ak Parti iktidarının ilk dönemlerinde aksi bir dış politika uygulanıyordu. AB parlamentosunda üyeliğe yönelik çabalarımız teşvik ediliyordu. Ermenistan’la sınır kapılarının açılması, Suriye ile ileri dostluk ilişkileri dış dünyaya Türkiye’nin barışçı pozitif iklimini yayıyordu. Bu durumun sonucu doğrudan yabancı sermaye akımında rekorlar kırılıyor, Türk Lirası istikrar kazanıyor, tüm ekonomik parametreler iyiye gidişi işaret ediyordu.
Sonra hava değişmeye başladı. Bunda başta ABD olmak üzere dış dünyanın siyasi ve ekonomik tutumlarının farklılaşması rol oynadı.
Bağlı olarak dış dünya ile karşılıklı itibarsızlaşma politikaları giderek tırmanır oldu. Türkiye artık uyumlu bir ülke izlenimi verme gayreti içinde değildi. Tabii ki bu tavrın ekonomi alanına yansımaları olumsuz olacaktı. Bugün sıradan insanlar uluslararası toplumla mesafeli olunmanın ne gibi bir yarar hesabı ile tercih edildiğini anlamaya çalışıyor. Böylesi konularda yeteri kadar bilgi sahibi olmadan, genel çerçevede hükümler oluşturmak hiç şüphesiz doğru değildir. Aradığımız cevap; uzmanların, tarihçilerin ve yayınlanırsa otobiyografik eserlerin açıklamaları ve değerlendirmeleri ile aydınlanır.
“KADİM HEMŞEHRİ” PLAKETİ
GEÇENLERDE usta gazeteci Hasan Tahsin Kocabaş “İzmirliyim diyenlerin çok düşük yüzdesinin dedesi İzmir’de doğmuştur” diye yazarak 8500 yıllık kentin insanlarının kadim yerleşik olmadığını, hatırlatıyordu. Hakikaten pek azımız, bırakın bir üst kuşağı, halen kendi doğduğumuz evde yaşıyor. Kent’in en eskileri, gayrimüslüm yerleşikler hariç, çok büyük ölçüde “mübadele” ile gelenlerdir.
Bir gazeteci; vicdan sahibi olsun, demokrat olsun, araştırsın, teyit etsin, dik dursun, işinin gerektirdiği moral değerlere sahip olsun, o değerleri korumanın tatmini ile mutlu olsun, bir kamu hizmeti yaptığının bilincinde olsun, geçim kaygısının onu zedelemesine imkan tanımasın, yazılarında, röportajlarında muhatabı karşısında ön yargısız ve objektif olsun, hiçbir politik görüşün ve ideolojinin askeri olmasın...
Bir amatör köşe yazarı olarak gazetecilik mesleğinden anladığım bunlardır. Kutsal olan halkın haber alma hakkıdır. Gazeteci sadece bu işin “vasıtası”dır. Ötesi rol çalmaktır, had aşmaktır. Gazeteci mesleğin dışına taşmaya görsün nereye savrulacağı belli olmaz.
------------
KAPI DUVAR
YAŞAM içerisinde bir hareketlilik oluşabilmesi için “etkiye tepki” gerekir. İçinizde istediğiniz kadar öfke biriktirin, hiddet gösterin, şayet karşınızdaki hiçbir tepki vermiyorsa durumda bir değişiklik olmaz. Ülke siyasetimiz de bu esas geçerlidir. Muhalefetten sosyal medyaya sıkıntılı görülen konuları gündeme getirerek sarsıcı sonuçlar doğurmasını bekleyenler, muhatap aldıkları nezdinde kaale bile alınmıyor ve hiçbir şey olmuyorsa, bu durum demokrasileri “dumur”a uğratır.
Türkiye bu konuda çok üretken. Sektör, hele dizi tutulmuşsa kendi yıldızlarını yaratıyor, yapımcısına yurtiçi-yurtdışı para kazandırıyor, hepsinden önemlisi izleyenlerine hoş vakitler geçirtiyor. Bu sektörde rekabet çok yoğun ve acımasız. Şayet umulan reytingler elde edilmese, genelde 13 hafta sonunda yayından kaldırılıyor. İşte bu noktada, yani tutmayan dizinin apar-topar bitirilmesi, bir şekilde onu izleme alışkanlığı edinmiş insanlara karşı nezaketsiz bir durum oluşturuyor. Esasında tantanalı reklamlarla başlayacağı ilan edilen bir dizi izleyicileri yazılı olmayan bir sözleşmeye davet ediyor demektir. Onun davetine icap edenlere karşı bu anlamıyla yapımcının artık bir vecibesi oluşur.
Bu konuya nereden geldik? Bir kanalımızda son derece absürt “batman-superman” karışımı üstün güçleri olan bir kişiyi konu alan yerli yapım bir dizi başlamıştı. Dizi öylesine fütursuzdu ki, tıpkı Cüneyt Arkın’ın “Dünyayı Kurtaran Adam” filmi gibi, dünya çapında “absürt literatüre” girecek bir potansiyel içeriyordu.
Kahramanımız bir vuruşta on kişiyi yere serdikçe bu türün müptelası olan bizler keyifleniyorduk. Bir ara nedense diziyi özel kılan bu değerin farkında olmayan yapımcılar senaristlere müdahale etmişlerdi.
Jenerikte danışman olarak sektörün saygın senaryo yazarı Ahmet Yurdakul’un ismini görünce, eyvah dedik, şimdi dizimiz mantıklı, derli-toplu bir hale dönüşecek, “tutarsız tutarlılığı” mundar edilecek. Nitekim gelişmelerde o şekle dönüşmeye başlamıştı. Bereket ki bahse konu danışman birkaç bölüm sonra diziden ayrıldı. Tekrar eski mutlu günlere dönmüştük. “Akıncı”mız asıp kesiyordu ki, halkımız maalesef bu mümtaz eserin kıymetini takdir etmedi. Bu sebeple bir anda “sezon finali” yapıldı ve tüm karakterler rol gereği öldürüldü, yok edildi. Şimdi soruyoruz, bu “emri vaki” azınlıkta kaldık diye bizim gibilere yapılan açık haksızlık(!) değil midir?
KSK’DE ÖNEMLİ GELİŞMELER
İZMİR futbolu üzerinde ısrarla durmaya çalışıyoruz. Göztepe ve Altınordu örneğinden “şirketleşme” olgusunun önemini hep vurguladık. Çok güçlü bir camia olan Karşıyaka’da da bu anlamıyla olumlu gelişmeler yaşanmaya başladı. Eski başkanlardan Cenk Karace’nin önderliğinde kulübe gönül vermiş iş insanları 100 milyon TL sermayeli bir şirket kurma yolunda hayli mesafe aldılar. Bahse konu şirket dernekten Futbol şubesini sınırlı bir süre için aktif ve pasifiyle devir almayı hedefliyor. Tabii ki konu, önce dernek genel kurulunun onayı, sonrasında başta Türkiye Futbol Federasyonu izni olmak üzere bir takım hukuki prosedürleri gerektiriyor. Öncelikle belirtelim ki bu fedakâr girişimi yürekten alkışlıyoruz. “Kaf Kaf” ne denli büyük bir camia olduğunu bir kere daha gösteriyor. Kurulacak şirket 25.000 TL’lik sermaye paylarından oluşuyor ve hiçbir kişinin hissesinin yüzde 5’i geçmemesi öngörülüyor. Yıllar boyu Yaşar Holding’in milyonlarca dolara ulaşmış desteklerine ilaveten ilk defa bu boyutta toplu bir çaba her Karşıyakalıyı mutlu ediyor, iyi günlerin kısa zamanda geleceğine dair umutlandırıyor.