Denize doğru uzanan, Pasaport İskelesi ile birlikte başka bir yer yoktur iç körfezde. Yıllar önce, hani “hoyratlığın zirvesi” anlamında, özensiz bir şekilde “balık hali” olarak kullanılıyordu. Sonraları ihale ile özel sektör yatırımcılarına devredildi. Uzun yıllar boyunca “eksik randımanlı” bir alışveriş merkezi olarak kent sakinlerinin istifadesine sunuldu. Medyada sürekli hukuki çekişme haberini duyardık. Keşke bu tarihi değeri daha efektif olarak nasıl kent envanterine dahil edebiliriz, diye İzmir bileşenleri projeler oluştursalar.
Mevcut işletici firma da haklarının kullandırılmadığı gerekçesi ile uzatmak istiyor. Bu kıymetli mülkün Paris şehrindeki meşhur Eyfel kulesinin mimarı tarafından çizildiği söylenmektedir. 1867 yılında Gümrük Binası olarak kullanılmak üzere inşa edilmiştir. 1960 yılından 1995 yılına kadar Balık Hali olarak kullanılmıştır. Bu yerin tarihsel hassasiyetine göre korunup korunmadığı hep tartışma konusu olmuştur.
Ama hali hazır durumunda bile bir “muhteşem yapıdır” ve kent mimarisinin en gözde eserlerinden biridir. Hep söylenen bu güzide yerin bir “park yeri” problemi olduğudur. Hani bugünün teknolojisinde otopark sıkıntıları, denizin altı da dahil, çözülemeyecek meseleler değildir.
Konak Pier için bizim gönlümüzden geçen, yoğun aktivitelerle beslenen bir “kültür merkezi” olarak hizmet vermesidir.
Konak Pier’in denize doğru az açığında Pasaport iskelesine kadar uzanan diğer tarihi yapı “Mendirek”dir. Mendirek, ayrıca değerlendirilebilecek müthiş bir görseli olan bir diğer imkândır. Bu yerde butik bir “marina” yapılabileceği gibi, ışıklandırılarak fıskiyeli su gösterileri ile Las Vegas, Bellagio otel benzeri, kent simgesi olabilecek düzenlemeler planlanabilir. Yine üzerinde Cumhuriyet ve Demokrasi Anıtı yapılarak bir mimari şaheser oluşturabilir.
Diyeceğimiz, kentimiz için Konak Pier çok özel bir mücevher. Bu sebeple, iyi düşünmeli, tartışmalı ve aradığımız kent simgesini yaratma anlamında herkesin içine sinen bir sonuç elde etmeliyiz.
-----------------
OTOPARK PROBLEMİ
Yanısıra, tatile ayırdıkları zaman içinde mümkün olduğu ölçüde tek bir yere bağlanmak istemiyorlar. Dolayısıyla “Karavan Turizmi” bir anda çok önemli bir turizm türü olarak karşımıza çıkıyor. Bugün dünyada karavanla yapılan seyahatler ilgili ülkelere müthiş bir katma değer bırakabiliyor. Örneğin Prag, Paris, Roma, Berlin gibi şehir merkezlerinde yaygın olarak tahsis edilen alanlarda 1 gecelik konaklama fiyatları bir çocuklu bir aile için 20 ile 45 Euro arasında değişiyor. Türkiye bu konuda kısmi bir mesafe almış durumda. “Türkiye Kamp ve Karavan Derneği”nin “Kuzey Anadolu Kalkınma Ajansı”yla hazırladıkları raporda ne yapılması gerektiği kapsamlı olarak belirtiliyor.
Sözü İzmir’e getirmek istiyoruz. Kent yönetimi bu konuya özel bir önem vermeye başladı. İl sınırları içinde muhteşem ormanlık alanlarımız var. Tabii ki gerekli tedbirler ve altyapı sağlanarak, zaten üst seviyede bilinçli bir turist profili olan “Karavancı”lara bu imkânlar sağlanmalıdır. Kozak yaylasından İzmir Kent Ormanı’na bu kenti karavan turizmi merkezi haline getirmek kentimiz için harika bir gelişme olacaktır.
ŞEHİR DEVLET ZAMANLARI GELİYOR
DEVLET; insanların huzur ve esenliğini temin ve mülkiyet haklarını korumak için oluşturulmuş bir organizasyon. Devletin vergi alması, kural koyması, cezalandırma yetkisine sahip oluşu, kaynağını hep bu ihtiyaçtan alır. Diğer değişle devlet; teorik planda sınırları içindeki insanlara servis verme amaçlı oluşturulmuş bir yapıdır. Fiiliyatta devletin soyut varlığı, bahse konu yetkilerin deformasyonuna yol açmış ve bürokratik yapı zamanla mutlak güç haline gelmiştir. Öyle olunca da bu güç etki alanını artırmak için hep “genişlemeci” olmuştur. Oysa, yetkiyi veren insanlara sorsanız, nispeten kontrol edebilecekleri “Şehir Devlet” modelini tercih ederler.
Eski Yunan’da bu model işlemiş, ancak sürdürülebilir olamamıştır. Sonraki süreçler “İmparatorluklar” dönemidir. Hesapta, uçsuz bucaksız ülkelerde yaşayanların “can, mal, ırz” güvenliği imparatorlardan sorulmuştur. 19. yüzyılla birlikte, sosyoekonomik gerekçelerle imparatorluklar, “ulus-devlet” ölçeğine doğru evrilmiştir. Bunun anlamı, tebaadan vatandaşa dönüşen insanların birbirleriyle mesafelerinin azalmasıdır. Peki, ulus-devlet ideal ölçü müdür? Hiç şüphesiz, devlet ne ölçüde küçültülebiliyorsa “doğrudan demokrasi” anlamında “ideale” o ölçüde yaklaşılır. Ancak ulus devletlerde de merkeziyetçi yapı kırılamamıştır. Bu sebeple ABD, İspanya, Britanya, Belçika, İtalya ve daha pek çok ülke insanları; ekonomik, etnik ve sair gerekçelerle bölünmek istemektedir.
Tabii ki, bir payitaht olan İstanbul gibi olması beklenemezdi. Ama civar şehirler olan Manisa, Bursa, Edirne’ye göre de bu anlamda kalıcı eser katkısı çok sınırlıdır. Bu sebeple kentimize dair simge yapı “nöbeti” hep “Saat Kulesi”ne tutturulur.
Hani Kemeraltı bölgesinde birkaç ibadethane, Konak Pier, Pasaport İskelesi, Buca ve Bornova’da az sayıda Levanten köşkleri dışında tarihi kimliğimizi parlatacağımız yerler maalesef yok denecek kadar azdır. Kaldı ki bahse konu binalar ne bir Süleymaniye Camii, ne de bir dev katedral boyutunda olmadığından “simge” niteliği için yeterli değillerdir. Hiç şüphesiz eski çağlardan kalan Kadifekale ve Agora akla gelebilir. Ancak kentin vitrininde yer alan, ilk gelenin anında gördüğü, etkilendiği, İzmir denilince eş anlamlı zihinlerde canlanan bir sembol anıtın eksikliği artık bariz şekilde hissediliyor. Cumhuriyet tarihi boyunca da İzmir’imizde bu manada bir özel görsel eser maalesef oluşturulmamıştır. Diyeceğimiz; hiç olmazsa Cumhuriyet’in 100. yılına yetişecek şekilde, demokratik imgelerle beslenen bir İzmir sembolü bu kente çok yakışacaktır.
KADEHİMDEKİ ŞİİRLER
BU hafta duygu dünyamıza değerli gazeteci Adnan Sökmen’in yeni yayınlanan şiir kitabı ipotek koydu. Sevgili Sökmen sevilen ve sayılan bir meslek mensubudur. Yanısıra bir başka kalitesine de “Kadehimdeki Şiirler, Tutku İle Yaşamak” adıyla çıkardığı şiir kitabında tanık oluyoruz. “Kadehimdeki Şiirler” bir mahalle kültürü. Sınırlı ekonomik imkanların çerçevelediği bir yaşamda; hayal kırıklıkları, sevinçler, mutluluklar, sıcak dostluklar, aşklar, hüzünler... Ama her koşulda her türlü zorluğa karşı dik duruşunu koruyan insanlar anlatılıyor. Değerli şairimiz Atilla İlhan ve Ümit Yaşar Oğuzcan’dan esintiler taşıyan sürükleyici ve keyifli bir üsluba sahip. Samimi dizeleri ile buram buram yaşanmışlıklar üzerinden sosyolojik bir dünyanın betimlendiği bu şiir kitabından edinmek isteyenler ’e mailinden ulaşabilirler.
(Mail: adnan22sokmen.as@gmail.com) - What’sApp 0535 480 5035
Sosyal hayatının türlü yönleri vardır. Bazı yerler konut bölgelerdir, bazıları eğlence, yeme-içme, alışveriş noktalarıdır. Asıl olan bunların hepsinin sadece bir semte yüklenmemesidir. Ancak Alsancak tam da böylesi bir ağırlığın hamalıdır.
Sabahın erken saatlerinde her taraftan spor amaçlı gelen insanlarla ortak yaşam başlar. Gün içinde şehirin gençleri, öğrenciler kıyı bandındaki çimlerine yayılırlar. Hafta sonları yukarı mahallelerden gelenlerin piknik alanı yine bu yerlerdir. Geceleri zaten bir başka alemdir. Sabahın saat üçlerine kadar “alkol etkisiyle” bağırıp çağıran da, romantizm yaşayan da illa bu keyiflerini Alsancak’ta yaşamak isterler. Bu arada çer-çöp, çekirdek kabuğu, boş şişe ve hatta tuvalet atıkları eksik dekoru tamamlarlar. Kıyı bandındaki mekânlara baktığınızda; cafeler, müzikli restoranlar, birahaneler gecenin ilerleyen saatlerine kadar gürültülü halleriyle tıklım tıklımdır. Yanısıra, siyasi parti mitinglerinden, açık hava konserlerine, ilk akla gelen yer hep Alsancak’tır.
Oysa, sahil binaları ağırlıklı olarak meskûn mahal, yani konuttur. İnsanların huzur talep ettiği, asude ve sakin saatleri özleyerek evlerine döndüğü anlarda pandomima yeni başlamıştır. Bu arada bu binaların bazı yerleri de işyeridir. Yanısıra, ticari mallar satan mağazalar da azımsanmayacak kadar çoktur. O, eğri büğrü taşlarla kaplı daracık Kordon yolu otopark sıkıntısı sebebiyle işgal altında tek şerite mahkûmdur... Buralarda taşıttan inmek binmek bir ıstıraptır. Trafik durur, kornalar başlar. Görüldüğü üzere Alsancak “yedi kocalı Hürmüz” den farksızdır.
Gerçekte ise; tarihsel kimliği ile her daim gıpta ile bakılan, kimsenin vazgeçemediği, bir biçimde entegre olmaya çalıştığı bir “yorgun kraliçe”dir. Kraliçe İzmir’e gelen turistlerin de gözdesidir. Şimdiye kadar Alsancak ile Kordon’dan eşanlamlı gibi söz ettik. Oysa Alsancak kıyı-kenar çizgisi tahrip edilerek oluşturulmuş alandan ibaret değildir. Bu semtin hemen birkaç yüz metre gerisinde 400 dönümlük bir “Kültürpark”, nerede ise “ıssız” bir halde gözden uzak tutulur. Kültürpark bir kesimin “seçkinci blokajı” altında “Enternasyonal Fuar”ın kan kaybettiği süreçlerden sonra, halka adeta kapatılmıştır. Görünüşte “korumacı” bir anlayışa boğdurulan, Alsancak’ta oturanların bile çok nadir uğradığı bir yasak bölgedir Kültürpark. Oysa en başta gençlerin yönlendirileceği, cıvıl cıvıl bir park, cafeleri, yeme-içme mekânları, konser alanları ve benzeri kültürel aktiviteleri ile semtle ve İzmir’le bütünleştirilebilir.
Bu sayede kıyı bandını giderek artan yükünden azat etmek ve başta konutlarda yaşayanlar olmak üzere, herkes için yaşanabilir kılmak mümkün olabilecektir.
450 milyon dolarlık bir yatırımla, 270 mağaza ve 79.600 metrekarelik bir ticari alan, 5 yıldızlı bir otel ve 20.000 metrekarelik şehir parkı, üstelik 4000 kişiye istihdam olanağı sağlayarak kent envanterine dahil oldu. Tamam, o bölgenin trafiğine yönelik bir takım olumsuzluklar yaşanacaktır. Maalesef meslek odalarının başvurusu üzerine yargı kararı ile orada bir katlı kavşak düzenlemesi yasaklanmış durumda.
Neyse, esas konu bu değil.
İzmir’imizi değerlendirenler hep şehir içi cazibesinin eksik olduğunu belirtirler. Yabancıların bile, gemilerle geldiklerinde, doğrudan Efes-Bergama yapıp geri döndüklerinden söz edilmiştir. Tabii ki bu eksikliğin bilincinde olarak temiz bir körfez, marinalar, otantik Kemeraltı ve benzer çabalar devam etmektedir. Ama muhteşem bir AVM de hiç şüphesiz bu kente katılan bir değerdir. Bulunduğu yeri eleştirebilirsiniz, ancak 450 milyon dolarlık bir yatırımın yatırımcısı muhtemelen bu sayede ikna olmuştur.
Bu arada şehir merkezine geçmişte bu tutarda özel sektör yatırımını başka kimler yapmıştır, hatırlamıyoruz.
Umarız bugünün ekonomik ve pandemi koşullarında bu işin fizibilitesi tutar.
Neyse, o bizim işimiz değil. Konumuza dönersek;
Bilahare, insan olma vasfımızı zenginleştiren Türk, Kürt, Alevi, Sünni ve ilave tüm sosyal kimliklerimizle yaşlı gezegenimize yerleşik, sınırlı ömrünü yaşayan, düşünme yetisi ile donatılmış ayrıcalıklı özel “varlıklarız”.
Aynı zamanda, her canlı gibi “doğan, üreyen, ölen” ve neslinin bayrağını ileriye doğru taşımaktan başka kozmik görevi olmayan bir “sıradanız”.
Yerküremizin tüm canlılarının uyduğu doğal dengeyi örnek almama konusunda ısrarını sürdüren ve bahse konu sıradanlığın bir türlü idrakine eremeyen, hadsiz, huzursuz, meraklı “yaratıklarız”.
Öyle olduğumuz içindir ki, kirleten, yok eden, ihtiyacını aşan, doğal dengeye saldıran, çok muhtemel bir “genetik karambol” kimliğiyle belasını arayan, bulması vakit almayacak “lüzumsuzlarız”.
Tablo bu kadar açık olmasına rağmen neden insanoğlu “dünyaya” hoyrat davranmaya devam ediyor?
Sınırlı sayıda ülke durumun vahametinin farkında olsa da, ülkelerin tamamına yakını büyük bir “aymazlık” içinde gemiyi batırmak için elinden geleni yapıyor.
İşin enteresanı, toplumlar zenginleşirken bireylerin insanlığa dair sorumluluklarının evrilmesi bir “duyarlılık” şeklinde gelişmiyor, aksine bir “bencillik” anlayışıyla doğaya saygısızlık katmerleşiyor.
2023 yılında hem cumhurbaşkanlığı, hem de parlamento seçimleri var.
Mevzuat gereği seçimlerle ilgili kanun değişiklikleri bir yıl geçtikten sonra uygulanıyor.
AK Parti iktidarı bu yolu tercih ederse 2022’nin ilk altı ayı içinde bir aksiyon alması gerekecektir.
Bilindiği üzere seçim barajının yüzde 10’dan yüzde 7’ye indirileceği deklare edildi.
Bu oran anketlere göre MHP ve HDP’nin elini rahatlatıyor.
Ama Saadet, DEVA, Gelecek partileri için yeterli gözükmüyor.
Bahse konu partiler için “ittifak” çatısı altında seçime girmek, şartlar değişmediği takdirde Meclis’e girebilmenin tek çözümü gibi duruyor.
“Cumhurbaşkanlığı makamı” gibi sadece ağır sıkletlerin boy gösterebileceği bir müsabakadan söz ediyoruz.
“Millet İttifakı”, seçilmesi halinde adayından bir an önce parlamenter sisteme dönüş için gerekenleri yapmasını bekliyor. Bu maksatla “görevlendirilmiş köprü aday”dan rakibiyle mücadele etmesi isteniyor.
Bilinen avantajları ile Sayın Erdoğan’ın bu şartlarda ilk turda bile seçilmesi sürpriz olmaz.
Muhalefetin stratejisi, niyet halis olsa da, çok katmanlı ve karmaşık duruyor. “Seçim zaferi” maksimum kapasitelerin ortaya sürülmesini gerektirir. “Cumhur İttifakı” bu konuda tecrübelidir. Bu seçimin onlar için “telafisi” yoktur, tüm güçleriyle galibiyete yüklenecekleridir. Buna mukabil muhalefet “düşük enerjili endirekt” söylemine mahkûm kalacaktır.
Siyaset pratiğinde bu tür retoriğinin pek işlediği görülmemiştir. Normalde her partinin ilk turda ayrı seçime girmesi, ikinci tura kalınırsa mutabık kalınan liderin desteklenmesi beklenir. Halkın öncelikli beklentisi “kuvvetler ayrılığı, parlamenter demokrasi ve benzeri talepler” değil, doğrudan yaşamına etki eden “ekonomik siyasi sosyal” sorunlarının nasıl giderileceğidir. Diğer bir yönüyle de siyaset “güce talip olmak”, “inanç haresi yaratabilmek”tir.
Gerekçesi ne olursa olsun bu imkâna mesafelenme izah güçlüğü içerir, zafiyet olarak algılanır.