Kılıçdaroğlu an itibari ile aday adayı olduğunu açıkladı. Adaylığının ittifak bünyesinde kabul görmesi ve kamuoyunun desteğinin taraflara ikna edici gelmesi gerekiyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısına bir anda “şapkadan” bir aday çıkartılması halinde aşırı bir “sıklet farkı” oluşacağı aşikâr. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş konuşulan aday adayları. Ancak mevcut konumlarının risk edilemeyeceği ifade ediliyor. Pek tabii “aday” çıkartma konusu sadece konuşulan kişilerle sınırlı değildir. Ancak bunun hazırlığının başlamış olması da icap ediyor. Hemen belirtelim ki, emekli olmuş “asker, büyükelçi, Anayasa Mahkemesi Başkanı, politikacı” türü tiplemelerin devrinin kapandığı söylenebilir. Bahse konu muhalefet adayının, “seçilmiş, kariyerli, iddialı, karizmatik, temsil yeteneği yüksek, devleti ve sivil hayatı bilen, potansiyel lider özellikleri taşıyan” bir kişi olması, her şeyden önce ülke yararıdır. Adaydan parlamenter sisteme geçişi taahhüt etmesinin isteneceği ifade ediliyor. Bu anlamıyla, halk oyuyla seçilmiş bir Cumhurbaşkanı adayının egolarına hakim bir yapıda olması, önem taşıyacaktır.
Adaydan hem seçilebilecek özellikler aranması, hem de seçim sonrası geri plana çekilme şartı istenmesi... Bu tam bir “oksimoron”dur. Bu denklemin nasıl çözüleceği, siyaset tarihine bakıldığında, seyirlik bir “muamma”dır. Seçim şansı ancak güçlü bir adayla mümkün. Güçlü aday da, seçimi kazandığı anda, sadece Cumhurbaşkanı olmuyor, aynı zamanda halkta karşılığını bulmuş bir “lider” haline geliyor. Siyasetin doğası, bu anlamıyla, mevcut liderleri tasfiye sürecine sokabilecektir. Neyse, görünen o ki muhalefetin işi zor.
------
YENİ YEME-İÇME MEKÂNLARI
Cumhuriyet bu birikimi aynen sahiplenmiş ve Ankara’dan yönetilen “iyi tariflenmiş” devlet organizasyonu kurmuştu.
Bu coğrafyada devlet aklı öteden beri bürokratlarını iyi yetiştirmeye özen göstermiştir. Cumhuriyet, bürokratlarının kendi değerlerine uyumlu olmasına daima dikkat etmiştir. Ancak çok partili hayata geçişle birlikte bahse konu katı tutum mecburen esnemeye başlamıştır. Özellikle “muhafazakârlar”, iktidar ağırlıklarının arttığı 2000’li yıllarda, mesafeli bırakıldıkları devlete giderek hakim olmuşlardır. Bu süreçte, “usul kaygıları”nın daha az nazara alındığı bir devlet anlayışı oluşmuştur. Denilebilir ki; “Bu bir demokratik gelişmedir”. “Zaten Devletin hantal yapısı hep eleştirilir”. “Sonuç odaklı, pratik, güven esaslı bir tarz, hayatı her yönüyle rahatlatır, kolaylaştırır”.
Ancak, bu beklentiler ülkeler tarihinde maalesef bu şekilde tecelli etmemiştir. Devlet, neticede halka hizmet için kurulmuş ve halkın finanse ettiği bir yapıdır. Bu nedenle her icraatının “açıklanabilir” ve “hesap verilebilir” olması şarttır. Konuyu AK Parti’nin yönetim anlayışına getirmek istiyoruz. AK Parti, sözünü ettiğimiz sürece uygun olarak iktidar oldu. Ağır bürokratik yapı onun için her daim “sevimsiz ve boğucu” idi. Doğru bildiklerini zamanla yarıştırdıklarında “istimin arkadan gelmesini” tercih eder bir tutumları olmuştur. Örneğin, bu ülkenin iç huzuruna dair herkesin özlemi olan “Barış Süreci”, devletin kural ve geleneklerini pek nazara almadan uygulandı, işin içinden çıkılmaz bir yerlere sürüklendi ve proje başarısızlıkla sonuçlandı. Yine, ekonomi ile ilgili, yine “doğru bildiklerine” dair, dünya ve ülke örneklerini kaale almadan, görüş alışverişinde bulunmadan, mali devlet kurumlarının olması gereken bağımsızlıklarına özen göstermeden ve “dış güçlerin ekonomik saldırısı” gibi söylemlerle, kuralsız icraat tarzı tercih edildi.
Ayrıca son dönemlerde, her demokratik ülkede her iktidarın zamanla yaşaması mukadder “yıpranmayı” ve bağlı olarak “değişim vakti” ihtimalini sindirmekte zorluk çektiklerine dair kimi açıklamalar yapılır oldu. “Devletin bekası ve güvenlik tehdidi” söz konusu olduğunda “seçim ve demokrasi”nin bile ikinci planda kalacağına dair söylemlere tanık olundu. Bir Anayasal hak olan “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” (Md. 34) ilkesine mesafeli imalar seslendirildi. Diyeceğimiz, iktidarlarda, zamanla kendilerine çok doğru gelen ve bu sebeplerle demokrasiyi ve onun tanzim ettiği kuralları tartışılır bulan tutumlar yeşerebilir. Hayat göstermiştir ki bu anlayış, demokrasiyi benimsemiş ülkelere hiç iyi gelmez ve tüm topluma bedel ödettirir. İktidarlar, “tehdidi önleme, huzuru temin, ekonomik saldırıyı savuşturma, güvenlik ve benzeri sebeplerle” bindikleri dalı kesip demokrasiden ve kurallardan uzak “meşruiyet” gerekçeleri türetmemelidir.
Döviz fiyatlarının yükselmesi, enflasyonu, enflasyon yeni zamları tetikliyor. Tekrar 2000’li yıllara dönüldü. Bu sarmal umarız kırılır. ÜFE’nin yüzde 79’larda oluşu yüzde 36’lar seviyesindeki tüketici enflasyonuna da baskı oluşturacaktır. Şu anda iş dünyasında en güncel konusu girdi maliyetlerinin bir anda yüksek oranda artmasının yarattığı problemlerdir. Bahse konu zamların ayrıca ciddi manada “işletme sermayesi” ihtiyacı doğurduğu bilinmeli. Elektrik, doğalgaz, ücretler, SGK, muhtasar gibi “peşin ödeme esaslı” giderlerde, yüzde 50’den az olmamak üzere, yüzde 100’leri aşan fiyat artışları, ödenebilirliği bir yana, çok ciddi “işletme sermayesi” açığı oluşturacaktır. Bu handikapı karşılamak için banka kredilerine yönelindiğinde rotatif kredilerin yüzde 30 ile 45’ler arasında belirlendiği nazara alındığında, hakikaten sermayesi kıt işletmelerde işler hayli zora giriyor demektir. Böylesi durumlarda “tedarik zinciri” kırılır, daha da kötüsü “ödeme namusu” kriteri zaafa uğrar. Özetle ekonomide işler tatsız gidiyor. Ücretler için konuşulan yüzdeler 45 ile 60’lar mertebesinde.
Asgari ücret yüzde 50 artınca, bağlı olarak diğer ücretler için bu seviyeler konuşuluyor. Ama bu artışlar ne ölçüde mümkün olabilir, bu halmeçhul. İhtimal, firmalar 6’şar aylık periyodlarda daha temkinli bir ücret artışı planlayacaklardır. Özetle; zor bir 2022 herkesi bekliyor.
---------------
ZORUNLU DEVİR TEDİRGİN EDER
TCMB ihracat dövizlerinin yüzde 25’ini, açıkladığı kurlar üzerinden, bankalar marifetiyle ihracatçıdan, bedel döviz alım belgesi ve benzeri bir belgeye bağlandığı anda satın alma kuralını getirdi. Hani bu düzenleme yanlış anlaşılmamalı. İhracatçı mecburen sattığı dövizleri, kambiyo mevzuatı cari olduğuna göre hemen bankalardan yine satın alabilir. Ama bu işlemin maliyeti yüzde 1-2’ler mertebesi olacaktır. Bu düzenleme evvel emirde Merkez Bankası’nın brüt rezervlerini artırıcı bir etki yaratır. Brüt derken bu tutarların neticede “borç” olduğuna vurgu yapıyoruz.
İkincisi; Merkez Bankası bahse konu dövizleri, ki 2022 yılı için bu uygulama aynen devam ettirilirse takribi 65-70 milyar dolardan söz ediyoruz, doğrudan piyasadan temin etme yolunu tercih etseydi müthiş bir talep oluşacağından döviz fiyatları yukarılara tırmanacaktı. Bu yöntem, fiyatını kendi belirlediği için nispeten dalgalanma öncesi fiyatlardan döviz temini imkanı sağlayacak ve daha hesaplı olacaktır.
Tabii ki piyasa döviz talep ettiği müddetçe günün sonunda döviz fiyatları bu neviden palyatif çözümlerden etkilenmeyecek ve nereye gidecekse yine o yere gidecektir. Ama belirttiğimiz gibi TCMB için bu yöntemde brüt rezerv artırımı ve edinimde bir maliyet avantajı söz konusudur. Belirtmek gerekir ki, bu uygulamalar geçmişte denenmiştir.
Ama burası Ortadoğu coğrafyası. Başka türlü olamadığı için biz hep bahse konu “yüksek gerilimin” muhatabı olduk, olmaya devam ediyoruz. Esasında, parti liderlerinin ateşli söylemleri, akşamları televizyonlarda muhalif görüşlerin seslendirdiği açık oturumlar, STK’nın düzenlediği toplantılar, en azından bu yönü itibariyle demokrasimizin işlediğinin göstergesidir.
Pazartesi günü Ege Sanayici ve İşinsanları Derneği davetlisi olarak İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener İzmir’deydi. Daha öncesinde yakın geçmişte Kemal Kılıçdaroğlu konuk edilmişti. ESİAD bu neviden toplantıları hep düzenliyor. Vaktiyle başbakanken Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı da ağırlamışlardı. İş insanları ülke ekonomisinin, siyasetten soyut olmadığını iyi bilen kişilerdir. Bu sebeple ülkeyi yönetmeye aday siyasi profilleri yakından tanımak ve bir etkileşim ortamı oluşturmak isterler. Sayın Akşener İyi Parti Başkanı olarak kentimize bu seviyede bir toplantıya hiç gelmemişti.
Bu ülke çok partili siyasi hayata 1946 yılında geçti. Aradan geçen zaman içinde “Kadın Lider” profili ile çok az karşılaştık. Tansu Çiller’den sonra Akşener, bu yönü itibarıyla bu mazlum ülkeye yeni bir soluk getiriyor.
Siyaset arenasının sert iklimi, hiç şüphe yoktur ki kadın siyasetçilerin zarafetine ve yumuşatıcılığına ihtiyaç gösteriyor. Akşener ne mesajlar verdi derseniz, tabii ki kendi partisinin ve içinde bulunduğu Millet ittifakının bakış açıları ile nasıl bir Türkiye planladıklarını çok net bir üslupla iş dünyasının üyelerine aktardı. Meral hanım, muhalefet ittifakları içerisinde fedakâr bir tutum almaktan yüksünmeyen bir politikacı. “Başbakanlığa adayım” söylemi ile Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda ısrarcı olmadığını kamuoyuna göstermişti. Esasında siyasetin bir iddia işi olduğunu hiç kuşku yok, iyi bilebilecek bir lider. Türkiye gerçeklerini ve olası gelişmeleri analiz ederek siyasetin bir taktik ve strateji esasında işlendiğinin de farkında olan bir lider. Neticede, demokrasimiz ne ölçüde yeni seçenekler filizlendiriliyorsa bu durum ülke demokrasisinin yararınadır.
----
İZLENİMLER
Bir anlamda, hem düşük faiz, hem de düşük döviz kuru uygulamasını eş zamanlı olarak hayata geçirdiğini ilan etti. İktisatta, kambiyo rejimi kısıntısı yokken, faiz ve döviz kurunun kontrolünün mümkün olamayacağı ifade edilir. “Devlet garantisi” tabii ki ciddi bir teminattır. Ancak verilen garantilerin arkasında bütçe kaynaklarının da yeterli olması icap eder. Neticede açıklanan önlemlerle döviz kurunun baskılanması hedeflenmiştir. Bu durum, ihracata yönelik, kamuoyunda “Çin modeli” diye konuşulan ekonomik modelden vazgeçildiği izlenimi doğurabilir. Hükümet; köprü, hastane, havaalanı projelerinde olduğu gibi “kur garantisi” yöntemini böylelikle yaygınlaştırmış oluyor.
Piyasaların öncelikli talebi istikrar ve öngörülebilirliktir. Güçlü döviz rezervlerimiz ve bütçe imkânlarımız olmadan bu neviden programların çok uzun süre sürdürülmesi zordur. Bu sebeple, kötü senaryoda devletin para basma mecburiyetinde kalması ve yüksek enflasyonist sürece girilmesi ihtimal dahilindedir. Diyeceğimiz; sermayesi kıt bir az gelişmiş ülke konumundaysanız, kaynaklarınızı vaktiyle yapısal dönüşümlere tahsis etmemişseniz bu neviden krizlerle sık sık karşılaşmanız beklenen bir durumdur. Bu sebeple, sihirli ve basit çözümlerle meselelerinizi çözümleyemezsiniz. Açıklanan tedbirler, bu manada yapısal sorunlarımıza çare değildir. An itibariyle yangın söndürülmüştür, temel meselelerimiz hala ortadadır.
----------
ENFLASYON NAS SAYILIR MI?
TÜRK Lirası mevduata döviz kuru garantisi verilmesi, diğer deyişle dövize karşı değer kaybının telafisi hem “Nas”, hem de “mevzuat” anlamında “faiz” addedilmiyor. Hani kriter olarak “döviz”e tanınan bu ayrıcalık, mesela neden “enflasyon”a sağlanmıyor? Türk Lirası, “Altın para” esasında olsa, enflasyondan etkilenmesi söz konusu olmaz. Ama bizim paramız, tıpkı diğer ülkeler gibi, neticede bir kağıt, garantörü de rezervleri negatif Merkez Bankası.
Dolayısıyla bu durum değişmediği müddetçe dalgalanmaya, hatta değer kaybetmeye hep yatkın. Bu sebeple devlet, faizleri enflasyon seviyesine çıkartınca, aslında bir getiri sağlanmıyor, sadece değer kaybının dengesi tutulmuş oluyor. Konu “döviz” olunca bu rasyonalite açıklanan programda işletildiğine göre, neden hala Merkez Bankası ısrarla TÜİK rakamlarını enflasyonun altında belirliyor, nominal erimiş seviyelere reel faiz muamelesi yapılıyor, anlamak güç. Faizi haram kılan “Nas”ın farklı kriterlere göre esnek yorumlanması ilahiyatçı olmayan bizim gibi sıradan insanların zihinlerini karıştırıyor.
Şimdilerde de döviz kurları ciddi bir sıçrama yapmış durumda. Döviz fiyatları kopup gidiyor ve TCMB’nin faiz politikasına net bir şekilde tepki veriliyor. Piyasada tüm mal ve hizmetlerin fiyatlaması bu esasa göre oluşuyor.
An itibari ile enflasyon olgusu, yüzde 50’ler seviyesinde ve nerede duracağı belirsiz. Hükümet mevcut programda ısrarını devam ettirirse, dövizin yeni oluşan değeri mal ve hizmet fiyatlarına “kalıcı” olarak yansıyacaktır. Zira bahse konu seviye yeni “denge” kabul edilecektir. Belirli ve makul bir zaman aralığı geçildiğinde, hani mali otorite faizleri yükseltilse dahi, TL cinsinden oluşmuş mal ve hizmet fiyatlarının geri gelmesi mümkün olmayacaktır. Bu sebeple döviz, ulaştığı her seviyede soluklanmakta ve sonrasına dair bir “asgari baz” haline gelmektedir.
Diyeceğimiz; eski rakamlara dair “gemi iskeleden açılmış” gözüküyor. Artık gerilemesi kolay olmayan Dolar’ımız 16’lar, Euro’muz 18’ler mertebelerindedir. Tasarruflarını TL cinsinden muhafaza edenler, enflasyonu yansıtma imkânı olmayan kesimler ve tabii ki sabit gelirliler bu gelişmelerin maalesef mağdurları olmuşlardır.
TİCARET TEHLİKELİ HALE GELİYOR
DÖVİZ kurunun ve enflasyonun hızlandığı dönemlerde stok devir hızını artırmanız batmanıza sebep olabilir. Bu süreçler özvarlığın tahribatına, fiktif gelirler üzerinden vergiler ödenmesine ve aynı hacimdeki ticarette işletme sermayesi ihtiyacının artmasına, finansman maliyetlerinin yükselmesine sebep olur. Bu yüzden ticarete ara vermeniz ya da “topa basıp” ticareti yavaşlatmanız bile gerekebilir. Bunun adı “stokçuluk” değil, “batmamak” adına tedbirli olmaktır.
Tüm 80’li, 90’lı yıllar boyunca yüzde 80’lerin biraz altı, biraz üstü, hep böylesi bir süreç içerisinde yaşadık. Turgut Özal öncesinde ilaveten vergi oranları hayli yüksekti. Kurumlar Vergisi oranı, SSDF kesintisi ile birlikte yüzde 49,22 idi. Kar dağıtımında ayrıca vergiler ödenirdi. Enflasyon birçok iş kolunda vergisini düzgün ödeyenler için özvarlığın erimesi anlamındadır. Dönemin ünlü denetim şirketi Arthur Andersen’in Türkiye yetkilisi bir makalesi ile bahse konu vergileri ödeyen şirketlerin 5 yıl içinde özvarlığını kaybedeceği tespitini yapmıştı.
Yüksek enflasyon dönemlerinde ticarette Türk Lirası üzerinden ve olabildiği ölçüde uzun vadeli borçlanmaları önerilir. Bağlı olarak satışlarının kısa vadeli olması iyidir. Böylesi dönemlerde enflasyon ve dolarizasyon birbirini besleyerek artar. Enflasyon tabii ki esas sıkıntısını geniş halk kitlelerine yaşatır. Özellikle sabit gelirliler hayat pahalandıkça geçim baskısından bunalır ve tüketim kalıplarını düşürmek zorunda kalırlar. Şimdilerde reel enflasyonun resmi verilerin üstünde olduğu biliniyor. Asgari ücretin 2820 TL (net) olduğu 2021 yılında insanlar açlık sınırının altında çalışma durumunda kaldılar. Yeni asgari ücretin 4000 TL mertebelerine gelmesi ancak geçmişte oluşmuş tahribatı bir nebze giderir. Oysa bu ücret 2022 yılı boyunca geçerli kalacaktır.
Gelişmeler önümüzdeki yılın enflasyon seviyesi yönünden zor geçeceğini göstermektedir. Enflasyonda ipin ucunun kaçma ihtimali, vurguladığımız gibi fiyat artışlarını yansıtamayan iş kollarını da etkiler. Böylesi süreçlerde milli paranın “değişim” ve “tasarruf aracı” fonksiyonları zaafa uğrar. Ülkede fiyatlamalar büyük ölçüde “döviz” üzerinden yapılmaya başlanır. Milli paranın hızla değer kaybı, satılanı tekrar yerine koyabilme imkânlarını sınırladığından, stokçuluk, karaborsa ve istifçilik artar. Hayatın her alanında ahlak erozyonu gözlenmeye başlanır. İlk planda “ödeme namusu” kriteri zaafa uğrar. Çalma, çırpma, yolsuzluk, rüşvet hatta fuhuş eğilimleri, kendine haklı gerekçeler üreterek yaygınlaşır. Hele, eskisi gibi küçük bir ekonomi olunmadığı için ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklarınız dış dünyada da olumsuzluklara yol açar.
Özetle, doğal ritim bozulursa peşi sıra pek çok olumsuzluklar yaşanabilir.
Bu ülkenin Anayasa’sında yer alan “Ekonomik ve Sosyal Konsey” böylesi durumlar için vardır. Siyasi otoritenin bu konseyi toplayarak istişare ortamını tesis etmesini bu anlamıyla elzem gördüğümüzü ifade etmek istiyoruz.
--------------------
YENİ EKONOMİK MODELİMİZ
EKONOMİ yönetimi “düşük faiz” den hareketle bir ekonomik programı uygulamaya koydu. Bağlı olarak, “TL” yabancı paralara karşı değer kaybetti ve enflasyon kontrolden çıkma eğilimleri göstermeye başladı. Siyasi otoritenin bu programa ilişkin oyun planı kısaca şöyle;
Her şehirin her konuya ilişkin kendi görüşü ve ritüeli olan insan yapısı somut tanrıları vardır. Tek tanrılı dinler bu özgürlüğe “dur” demiştir. Semavi dinlerin tanrısı; soyut, öncesiz ve sonrasız, her şeyin sebebi bir sıfatsız, mutlak bir güçtü. Monarklar onun “yeryüzündeki gölgesiydi, bu sebeple” onların da hikmetlerinden sual sorulamazdı.
Renkleri kaybolmuş toplumların idaresi kolaylaşır. Bu toprakların insanlarının kaderi hep bir üstün iradeye biat şeklinde tecelli etmiştir. Cumhuriyet dönemi de, esasında bir tektipleşme sürecidir. Osmanlı çok kültürlü imparatorluktu. Padişah despottu, ama geniş topraklarda ekonomik ve sosyal hayata doğrudan bir müdahalesi yoktu.
Cumhuriyet bir ulus-devlet projesi olduğu için, bir anlamda her şey “sil baştan” tasarlandı. Bu çerçevede; etnik aidiyetleri unutturulmaya, geçmişe ait izler (dil, inanç, kültür, tarihi yapı...) yok edilmeye çalışıldı. Maalesef, bu biçimleme çabasının büyük ölçüde karşılığı alındı. Adeta resmi tarih yeniden yazıldı. Yerleşim yerlerinin bile isimleri eksiksiz değiştirildi. Hal böyle olunca, insanların yaşadıkları yerlere aidiyetleri, mecburen “mesnetsiz” referanslar üzerinden ifade edilir oldu.
İzmirlilerin gurbette “35” diye çağırılmaları, Karşıyakalıların ilçe girişine astıkları 35,5 tabelası ile bula bula bürokratik taşıt plakasına sığınmaları, Trabzonluların; Pontus, Laz, Ermeni, Hemşin... geçmişleri hiç yaşanmamış gibi “61” deyince futbol maçlarında tezahürata başlamaları tek kelimeyle “acı bir ironidir”. Toplumlar mahkûm edildikleri “siyah-beyaz” ikileminde giderek katılaşırlar. Denilebilir ki, “şaraptan bozma sirke keskin olur” özdeyişine paralel, bir müddet sonra “meraksız hallerini” dert etmezler, “giydirilmiş elbise”yi benimserler.
Bakınız, bu yargı konusunda hiç emin olmayalım. Bu toplum “gerçek demokrasi” ile henüz tanışmadı. Ama 21. yüzyıldayız, yaşadığımız çağ bize özgürlüklerin önemini ve vazgeçilmezliğini hissettiriyor. Pek çok emare gösteriyor ki insanlarımız, “biz neydik, neler yaşanmıştı” demeye başladılar. Gastronomide; Ermeni mutfağı, Boşnak böreği, Sefarad tatları daha bir sık gündeme gelir oldu. Bastırılmış etnisiteler, dinler, mezheplerin yanısıra “LGBT-İ”ler dahi, üstelik gökkuşağının renkleriyle kimliklerini savunmaya başladılar. Akademik namusa sahip yazar ve tarihçiler daha bir ilgiyle okunur oldu. Bu gelişmeler olumludur. Devletin insanları geçmişleriyle barıştırması bu coğrafyaya zenginlik katar. Bu anlamıyla demokrasinin sihirli iksirine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.