Endişeli olmak beraberinde temkinli olmayı ve güvenmemeyi getirir. Kötülük bulutları etrafınızdadır, yetmez, ufkunuzu da sarmıştır. Yaşanmışlıklarınızda her daim tedirginsinizdir, pusu kokar gökyüzünüz. İnsan “korkan” bir varlık. Hüzünlenen, öfkelenen, sükûnete eremeyen bir özel tür. İnsan “azalamayan, eksilmeyi bilemeyen, hiçliğe, bir kelebeğin kabullenişine, bir begonvilin erdemine eremeyen” bir varlık. İnsan bu evrende “rolünü” abartan varlık. Melih Cevdet demişti. “Aklın amacı düşünceyi yok etmektir.” Eşref-i mahlukatın bir yalan olduğunu bilmişçesine. Sadece “iyi” olmanın yeteceğini bilmeyen, aradığı huzurun şifasının tabiata itaatten geçtiğini kavrayamayan, iflah olmaz hadsiz bir cezalı. Ölümlü olmanın önemsiz olma anlamına geldiğini anlamamış bir lüzumsuz işgalci. Tahribatı marifet belleyerek zehirli nöbetini telaşla tamamlayan, terkinde ferahlatan bir koca ayıp, insan
----------
BİTMEYEN DELİ RÜZGAR
KARADENİZLİ bir dostum bizim de methetmemiz üzerine yine bir temmuz ayında bir haftalığına Çeşme’de ailecek yer ayırtmıştı. 5 gün deli rüzgar, kum fırtınası, dalgalı çılgın denizden yılıp, “batsın sizin Çeşme’niz” diyerek, arkasına bakmadan kaçmıştı.
Temmuz ayı boyunca aynı durum yaşanıyor. Hani toz kondurmuyoruz ama bu bitmek tükenmek bilmeyen rüzgar çekilecek “nane” değil. Kimse püfür püfür esiyor daha ne istenir demesin. Bu başka bir şey. Ne huzur bırakıyor ne deniz keyfi. Yani tüm Ege, Akdeniz kıyıları bu hafta böyle diye karşı savunu yapabilirsiniz. Ama bizim ki hep böyle. Eylül 15’ten sonra biraz dizginleniyor o zaman da mevsim geçiyor. Neyse, insan sevdiğine atarlanırmış. İyi ki İzmirliyiz. İyi ki bir saatlik yay içindeÇeşme, Foça, Seferihisar, Gümüldür, Şakran, Dikili, Ayvalık.. var. Derdimiz rüzgar olsun. Ama lütfen “az” olsun.
Günümüzde bir yere yönelik turizmini teşvik eden en önemli faktörlerden biri de hiç şüphesiz yeme-içme mekanlarının özellikli oluşudur. İzmir öteden beri yöresel ürünleriyle; balık restoranları, esnaf lokantaları, pidecileri ile zengin bir gastronomik coğrafyadır. Ancak “Od Urla” başka bir lige işaret ediyor.
Yukarıda sözünü ettiğimiz türden rehberlere girebilmek için; mekan, malzeme, servis, lezzet, hijyen, tefriş, gibi hemen her konuda üst seviye özen ve kalitenin sağlanmış olması gerekiyor. Tabii ki bahse konu unsurların her birinin sürekliliğinin de korunuyor olması icap ediyor.
Od Urla bir müddet önce aynı mekanda “Ma Urla” diye deniz mahsullerini içeren bir restoran daha hizmete aldı.
Od ve Ma Urla’da sunulan her tabak bir gastronomik ar-ge sürecinden geçiyor. Yöresel ürünler fantastik eşleşmelerle bambaşka hoşluklara kavuşturuluyor. Belirtmek gerekir ki böylesi bir çizgiyi, üstelik hep yukarılara taşıma baskısı hissederek, istikrarını temin etmek hakikaten müthiş bir çabayı gerektirir. Şef Osman Sezener ve ekibinin gençlikleri bu anlamıyla en önemli avantajları.
Ülkemize Michelen Rehberi’nin geleceği basında yer almıştı. Od Urla doğal olarak ilk radara girecek mekanlardan olacaktır. Umarız Osman şef Michelen yıldızlı zamanlara yakın gelecekte ulaşır ve mekanı ile birlikte kentimizin önemli bir tanıtım yüzü olmaya devam ederler.
DERDİMİZ RÜZGAR OLSUN
Gölgede kalan gerçeklerden bahisle 1963 yılında belediye başkanımız olan merhum Osman Kibar’a yönelik yanlış bilgiden kaynaklanan haksız değerlendirmelerin düzeltilmesini amaçlamıştık. Bu yazı üzerine değerli araştırmacı Yaşar Ürük, konuyu tam ve doğru boyutlarıyla açıklayan bir katkı yazısı paylaştı. Aşağıda bu yazıyı sizlere sunuyorum.
“Kordon’u katleden 21.80 mt. gabari kararı İzmir Belediyesi’nde 1957 yılı ocak ayında çıkmıştır. İlk üç apartman da hemen o yıl yapılmıştır. Belediye başkanı Enver Dündar Başar’dır. Haziran 1960’ta ise dönemin asker belediye başkanı Sefa Poyraz başkanlığında toplanan belediye meclisi bu kararın daha dar caddelerde de uygulanmasını onaylayınca iş çığırından çıkmıştır. Osman Kibar, 1963 yılı kasım ayında başkanlığa geldiğinde Kordon’un yarısı apartman olmuştu ve o çılgınlığa dur diyebilecek bir koruma anlayışı henüz hiç yoktu. Dolayısıyla Kibar’ın Kordon’u katleden insan olarak gösterilmesi yanlıştır. Ne Kordon’da, ne de Konak’taki arsaların satışında bir dahli olmamıştır.
ADI POLİGON DERESİ’NDEN
Kokaryalı’nın adı ise lağımdan değil, günümüzde Göztepe Gürsel Aksel Stadı’nın bulunduğu ve Halimağa bataklığı olarak anılan alanda delta yapan Poligon Deresi’nin yazın müthiş kokması ile tramvay deposunda bulunan atların barındırdığı ahırların kokusunun da buna eklenmesinden gelmektedir.
İzmir’in gelişmesinde Osmanlı döneminde yol yapım tekniği olarak ortaya meyilli çift taraflı eğimli taş döşeme yöntemi kullanılmaktadır. Bu teknik Kordon, Konak bölgesi ve Hisar Camisi çevresi ile Hükümet Caddesi’nin Basmane’ye kadar Napoli’den getirtilen taşlarla modern biçimde döşenmesine kadar hemen her arterde kullanılmıştır. Elbette tüm lağım suları ortadaki alçak bölgeden akarak denize doğru yönlenmekteydi.”
Paylaştığım anektotta kaynak olarak işaret ettiğim Uğur Yüce de şöyle bir açıklama yaptı:
Birincisi Merve Küçüksarp’ın “Hazan Vakti İzmir, 1922” kitabını okurken işgal yıllarında kentte kanalizasyon sistemi olmadığı, olan yerlerde boruların üstünün açık bırakıldığı, bu yüzden zamanla bozulduğundan söz ediliyordu. Rıhtıma yakın mahallelerde, nüfuzlu ailelerin oturduğu yerlerde sokaklar nispeten yeni olduğu için koku az hissedilirken, şehrin doğu yakasında müslümanların yaşadığı yerlerde kesif ve keskin koku daha fazlaymış. Roman kahramanı Sporting Club’de bu kokudan mutsuzluğunu ifade ediyordu. Anlaşıldığı üzere bu güzel kent bu sorunu hep yaşamış. Bir akademisyen geçenlerde koku probleminin geçmişinin binlerce yıl öncesine dayandığını açıklamıştı.
İkinci anekdot, değerli işinsanı ve sivil toplumcu Yılmaz Temizocak bir sohbet esnasında İzmir’de 1950’li yıllarda bir belediye seçiminde başkan adayının vaad olarak açıkta akan kanalizasyonun yerin altına alınarak doğrudan körfeze deşarj edileceğini müjde olarak açıkladığını, bu habere dair gazeteyi sakladığını söylemişti.
Hani, uzakta, açıklarda deşarjdan söz edilmediği anlaşılıyor. Bu sebeple, mesela 1960’lı yılların sonralarında Güzelyalı’da denize yaklaşılamaz hale gelinmişti. Bu arada Güzelyalı’nın eski adının da “Kokaryalı” olduğunu hatırlatalım.
Üçüncü anekdotun sahibi ise, yine çok değerli Uğur Yüce’den. Bilindiği üzere sevgili Mahmut Özgener’in dedesi Osman Kibar bu kentin efsanevi belediye başkanlarındandır. “Asfalt Osman” lakabıyla anılan Osman Kibar’a hayli yaşlı olduğu bir dönemde, hasta yatağında Uğur Yüce sorar; “Osman Amca” der; “Ne oldu da Kordonboyu’ndaki o güzel köşklerin 8 katlı apartmanlara dönüşmesine izin verdiniz?” Zaten 1957 yılından beri eksilmeye başlamış tarihsel doku ile ilgili Osman Kibar “Milli Birlik Komitesi’nden (1960 ihtilalinin en yetkili kurumu) gelen bir teleks emrinde İzmir’deki Yunan ve Hıristiyan izlerini siliniz, işleme o dönemi temsil eden binalara öncelik vererek başlayınız” diye bir emir aldığını ve bu talimat sonrasında da 1963 yılına gelindiğinde o tarihsel mirasın büyük ölçüde yok olduğunuifade etmiş. Bu anekdot bir anlamda Osman Kibar’a hep yöneltilen bir ithamın haksızlığına işaret etmesi yönünden önemlidir ve tarihe bir not düşmek için özellikle bu yazının konusu edilmiştir.
YOKUŞ TAŞLARI
BİR ülkeyi yönetmek, bir kentin ya da büyük bir şirketin en tepe yönetici olmak çok boyutlu kaliteler gerektirir. Yöneticinin öncelikli olarak sorunlara yaklaşımını bütünlüklü bir bakış açısına oturtması icap eder. Ama en az onun kadar önemli olan, sorun çözücü bir yönetim anlayışını hayata geçirebilmesidir. Bir ülke, bir kent, bir büyük şirket bizatihi zaten bir “sorunlar yumağı”dır. Asla unutulmamalıdır ki, “bir büyük sorun küçük sorunların toplamından ibarettir” ve her biri çözülmek için işi bilenlerine teslim olmayı bekler.
Şimdi getirilen bir düzenleme ile, “kırk katır mı, kırk satır mı” denilerek, TL kredi kullanımı döviz hesaplarının bozdurulma şartına bağlanmaktadır. Bir anlamda şirketlerin “sigorta poliçelerine” göz dikilmiştir.
Bu uygulama herkesi kapsamamaktadır ama dahil olanlar an itibari ile ikilem içindedir. TL kredi için dövizinden vazgeçilmesi, yerine koyma maliyetlere, belki de risklerine katlanmaktır. Çözüm olarak, dövizli tedariklerini hızlandırırlarsa, optimum stok anlayışı durduk yerde bozulacaktır. Ülkenin ilave ithalat temposu bu sebeple lüzumsuz hızlanacaktır. Hani yan yollara sapılırsa, döviz stoku ve ticaret farklı şirketlerde ayrıştırılmaya kalkışılacaktır. Özetle, Mahfi Eğilmez’in dediği gibi, döviz serbestisine müdahale ile 32 sayılı Karar’a rahmet okunmaktadır. Halbuki kambiyo rejimi 1980’lerden beri bu ülkenin ekonomik kalitesidir. Şimdilik sadece “şirketlerin” dövizlerine göz dikilmiş gözükmektedir. Bir müddet sonra “gerçek kişilerin” döviz varlıklarına dair bir düzenlemeye kimse hayret etmez.
BDDK düzenlemesine gelirsek; ne oldu da pazartesi sabah erkenden döviz aniden düştü? Hangi firmalar bu denli hızlı pozisyon aldılar? Tabii ki yine kamunun satışları olduğu aşikardı. Ancak gün gelecek, KKM için döviz talebi olduğunda devlet bu defa piyasadan “alıcı” konumunda olacak. Ya da zorunlu döviz ödemeleri için kendisi de talep oluşturacak. Bu defa hem piyasa, hem hane halkı, hem de devlet bir anda bir yoğunlaşma yaşanacak.
Neyse, kötü senaryolar umarız ülkemizden ırak olur.
--------------
Odalar STK değildir
GEÇTİĞİMİZ pazartesi günü TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu kentimizi ziyarete geldi. Hisarcıklıoğlu, öteden beri zihinleri karıştıran bir hususa temas etti. Bu ülkede “Oda”ların bir sivil toplum kuruluşu (STK) olup olmadığı hep tartışılır. Batı ülkelerinde STK’ların gönüllülük esasında çalışan bağımsız kuruluşlar olması gerektiği, ifade edilir. Gelirleri mevzuatla oluşan ve merkezi hükümetle, hani hiyerarşik denilmese de “çok dikkatli” ilişkiler tesis etme durumunda olan Oda’lar bu manada gerçek bir STK sayılmazlar. Nitekim Hisarcıklıoğlu da İzmir’de basına yansıyan konuşmasında Oda’ların bir “Meslek Örgütü” olduğunu, Ahi’lik geleneğinden geldiğini ve STK sayılmayacağını ifade ederek, bu durumu teyit etmiş oldu. Başkanın Oda’lara dair saptaması demokrasi haritasında bu kurumların pozisyonlarının netleşmesini sağlamış oldu
Artık yaz kıvamlandı.
Tatil beldeleri yüksek sezona hazırlar.
İzmir’in ‘kupa as’ı her zaman olduğu gibi Çeşme...
Çeşme’yi diğer tatil beldelerinden farklı kılan iki özelliği var.
Birincisi, her daim klimatize havası...
Hal böyle olunca yaşadığı yerlere yönelik duyarlılıkları da yüksektir. Bu durum şüphesiz “iyi” bir şeydir. Bir ülkenin demokratik kalitelerinin artışı “yerel”den başlar ve genele oradan yayılır. Bu sözü İzmir’in en “asude” yerlerinden biri olarak gördüğümüz Narlıdere Sahil Evleri yöresinde yapılması planlanan “Marina Projesi” ile ilgili sarfediyoruz.
Narlıdere Belediyesi kente dair bir büyük eksiklik olarak gördüğü özel yatların demirleyeceği bir “Marina” projesini hayata geçireceğini açıkladı. Takribi 10 milyon dolarlık proje 240 tekne kapasiteli olarak planlanıyor. Başarılı Başkan Ali Engin proje ihalesinde mesafe alındığını, 2023 yılında “Yap-İşlet-Devret” modeli ile projeyi hayata geçireceklerini ifade ediyor. Marina ile ilgili teknik çalışmaların bitirildiğini belirten Ali Engin, sahil çevresinin trafiğe kapatılacağını, arkada 17 metrelik Levent Caddesi’ni onun yerine ikame edileceğini söyledi.
Hani, şahane bir marina tabii ki kulağa hoş geliyor. Ama semt sakinlerinin kendi aralarında kurdukları sosyal medya gruplarında pek aynı fikirde olmadıkları anlaşılıyor.
Bizim görüşümüz kısaca şöyle; Öncelikle belirtelim ki bahse konu semt kentin en korunmuş bölgelerinden biridir. Büyükşehir’in “Metropol Yavaş Şehir” hedefine bu proje bu anlamıyla ne ölçüde uyumludur, tam bilemiyoruz. Zira marina insan yoğunluğunun aşırı artması demektir. Hani bu durum kötü olmayabilir. “Hareket bir anlamda berekettir” denilebilir. Ama, an itibariyle körfezin kirliliği ve tekneler için bahse konu lokasyonun ne ölçüde uygun olduğu, diğer bir tereddüt sebebidir. Kim neden bu yere teknesini bağlar ve denize girmek için, bu akaryakıt pahalılığında, denize girilebilir yerlere gitmeyi göze alır? Levent Marina’da bir marina fonksiyonu istenildiği ölçüde sağlanamamışken bu proje yatırımcıya nasıl cazip gelir, pek kestiremiyoruz. Ama, gün gelir körfez cam gibi olur, plajlar ile bir Barcelona’ya dönüşür, o zaman bir değil birkaç marina mutlaka düşünülmelidir. Sevgili Başkan, muhtemelen böylesi bir gelişmeyi hesaba katıyor olmalı.
-----
ÇEŞME OTOBANI TIKANIYOR
HAZİRAN bitiyor. Bunun anlamı turizm sezonunun artık dolu dizgin başlayacak olmasıdır. Bu kentin en önemli turizm beldesi Çeşme’dir. Hem iç hem de dış turizm açısından yaz aylarında çok ciddi hareketlilik yaşanır. Turgut Özal’ın vizyoner bakış açısının ürünü olan Çeşme otoyolu bu güzel ilçeye ulaşım problemini büyük ölçüde çözmüştür. Ancak birkaç aydır otoyolun Çeşmeye doğru Güzelbahçe ve Karaburun güzergahları “ekolojik köprü” çalışmaları nedeniyle birkaç kilometre kapatılmakta ve trafik geliş yolu bölünerek sağlanmaktadır. Bu durum şimdiden sıkışıklıklara yol açmaya başlamıştır.
Ama bir kontrol dışına çıkmışlık hali henüz belirmemişti. Bu yüzden asgari ücret yüzde 50 seviyelerinde artırılınca büyük bir memnuniyetle karşılanmıştı. Ancak ne olduysa, şubat ayından itibaren enflasyon daha da hareketlenmeye başladı.
Bu esnada başta ücretler olmak üzere pek çok sözleşme, ağırlıklı olarak yüzde 30-35 zamlanarak oluşturulmuştu.
Yılın ilk 6 ayının sonuna gelinirken, resmi tüketici enflasyonu yüzde 70’lere ulaşınca, özellikle dar ve sabit gelirli kitlelerde açık ve net bir “geçinememe” durumu tüm acımasızlığı ile yaşanmaya başladı. 1990’lı yılların yüksek enflasyonlu dönemleri, üstelik tedbirlenmeden tekrar geriye gelmişti. Dış konjonktürün de olumsuz etkisiyle kamçılanan hayat pahalılığı, an itibari ile insanlarımızın bir “çaresizlik hali”ne dönüştü. Böylesi anlarda, geçmişte de yaşandığı üzere milli para bir “değer biriktirme” vasfını büyük ölçüde yitirir. Hükümetin düşük faiz politikalarını sürdürüyor olması, dolarizasyon eğilimlerini besliyor ve bu hal enflasyon sarmalına dönüşüyor. Piyasalarda ve hane halkında oluşan şaşkınlık, görünen o ki ekonomi yönetimine de sirayet etmiş durumda. Kira artışlarında getirilen yüzde 25’lik sınırlama gibi panik uygulamalar “mülkiyet hakkına orantısız müdahale” örnekleri oluşturuyor. Öyle anlaşılıyor ki “heterodoks” politikalar ülke ekonomimize iyi gelmemiştir.
Yanlışları başka yanlışlarla çözmeye çalışmak asla doğru sonuç doğurmaz. Yapılması gereken, iktisat biliminin temel öğretilere uygun, ulusal ve uluslararası piyasalara uyumlu ekonomik uygulamalara geri dönülmesidir.
------------
ALSANCAK GÜL SOKAK
ALSANCAK tarihsel olarak kentin en kıymetli semti olmuştur. 1922 yılı öncesinde ağırlıklı Hıristiyan nüfusun yaşadığı bölge sonraki süreçlerde de en çok tercih edilen muhit olma özelliğini sürdürmüştür. Alsancak’ın en gözde sokaklarından biri de Gül Sokak’tır. Bu güzide sokak bu aralar isim değiştirme tartışması ile gündeme geldi. Yerel yönetimler nezdinde bahse konu sokak 1382 no ile kodlanmış durumda. Yani “Gül Sokak” resmi bir isimlendirme değildir. Yakın zamanda Büyükşehir Belediyesi tarafından, gelen talepler doğrultusunda semtin civar sokaklarında “Meksika”, “İtalya” gibi isimlendirmeler yapılmıştı. Şimdi de semtin üç yerinde, sırasıyla Dr. Mustafa Enver Caddesi’nin, 1382 ve 1380 sokakların, denizden itibaren sırasıyla 64, 62 ve 170 metredeki kısımları “Brezilya, Kolombiya ve Fransa” olarak isimlendirilmektedir. Eskinin 1382 sokağın 62 metrekarelik kısmı resmen “Kolombiya Sokak” olmaktadır. Arzu edenlerin eskiden olduğu gibi tüm sokağı “Gül Sokak” diye anmalarına engel durum yoktur.