Paylaş
Fotoğraf: Duygu Özbekçi MİLLİ
KalDer Bursa Şubesi tarafından düzenlenen Kalite ve Başarı Sempozyumu’na katılan ve ‘Yaşam Kalitesi Yılın Sanatçısı’ ödülüne layık görülen Şef Gürer Aykal ile tören sonrası bir araya geldik. Yarınların güvence altına alınması için çocukların ve gençlerin desteklenmesi gerektiğine dikkat çeken Aykal ile yerelden evrensele uzanan müzik dolu bir sohbet gerçekleştirdik.
-Sizin müzik yeteneğiniz nasıl keşfedildi? Çok sesli müzikle nasıl tanıştınız?
Cumhuriyet kurulurken bir eğitim sistemi vardı ve ben o eğitim sistemi gereği okudum. Benim babam Çifteler Köy Enstitüsü’nde müzik öğretmeniyken ben orada doğuyorum. Köy enstitüleri bildiğiniz gibi dağıtılınca biz de Diyarbakır’a geldik. Ben ilkokulu Diyarbakır’da okurken, iki tane müzik müfettişi okulumuza geldi. O günkü koşullarda müzik öğretmenleriyle haberleşip, kulakları iyi olan çocuklara bakmaya geliyorlardı. Kulağa bakmak demek, bir ses çıktığında onun notasını bilmektir. Ben de o müzik müfettişleri tarafından bulundum. Ben sizi kıskanırım. Siz müziği gayet iyi duyarsınız ama ben hepsini bütün notaları ve ritimleriyle duyarım. Genlerden, babadan geçmiş. Beni alıp Ankara’ya konservatuara getirdiler. Dünyanın en iyi öğretmenleriyle eğittiler. İşte ben o eğitimden çıktım da Gürer Aykal olarak bugün karşınızda olabildim.
KONSERLER KONSERVATUVARI DOĞURDU
-Bursa’nın da sizin için ayrı bir yeri var. Bu karşılıklı sevgi nasıl başladı?
Bursa için biraz gerilere gidelim. Yıl 1963. Keman bölümünü bitirdikten sonra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na girdim, kemancı olarak çalışmaya başladım. O zamanki Orkestra Müdürü Mükerrem Berk, her ay orkestranın Bursa’da ve Eskişehir’de konser vermesini istedi. Karşı gelenler oldu ama direndi. Ekim-Mayıs ayları arasında, o hafta Ankara’daki programda ne çalıyorsak iki üç gün sonra önce Bursa’da ardından Eskişehir’de çalıyorduk. Bu konserler 1968’e kadar aralıksız devam etti. O zamanlar konser programlarının içine konservatuvar giriş koşullarını gösteren iki üç sayfalık bilgiler de eklendi. Böylelikle o küçük broşürü okuyanlar konservatuvarların ulaşılamayacak bir şey olmadığını da gördüler. Bunun sonucunda Bursa’da ve Eskişehir’de bir konservatuvar, devlet senfoni orkestrası var. Yani o günkü çalışmalar, bakın neleri doğurdu.
ANADOLU’DA KONSER VERİLMELİ
-Şu anda orkestra sayısı yeterli seviyede midir?
Biz Cumhuriyet’in 100’üncü yılına geldiğimizde kırk tane orkestramız olacak düşüncesindeydik. Ancak yedi tane olabildi. Şimdi yedi orkestranın tamamı da yandaki diğer kentlerde her ay bir kez konserler verirlerse, yirmi bir kentimizde düzenli konserler olur. Çocuklar dinlemeye gelir. Orkestraların başka bir görevi de; Anadolu’da konserler vermektir. Halk bu müziği çok iyi anlıyor. Yeter ki siz onların ayağına gidiniz. Türkiye de en çok alkışlanan bestecilerden biri Beethoven’dir biliyor musunuz? Anadolu’nun müziği zaten çok zengin bir kültürdür. Adnan Saygun Anadolu müziğini her eserinde evrensel kılan bir bestecimizdir. Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey de öyledir. Bunlar öz be öz Anadolu’nun içinden çıkartırlar müziklerini. Siz doğru çalın bakın doğudan batıya her yerde nasıl alkış alıyorsunuz.
EŞEK ÜSTÜNDE PAPYON TAKTIM
-Sizin unutulmayan bir Nemrut Dağı konseriniz var. Anılarınızdan biraz paylaşabilir misiniz?
Dünyada herhalde ilk kez bir orkestra şefi, eşek üstünde papyonunu takıyordu, o da bendim. 1999 yılında Nemrut Dağı’nda unutulmaz bir konser verdik. Medyada da geniş yer bulmuştu. Adıyaman’da yerel halk dedi ki yukarda elektrik yok, konser 45 dakika olmalı. Karanlık çökerken konser bitmiş olmalıydı. Kısa kollu gömleklerle 32-36 derece hava sıcaklığında yukarıya çıktık. O sazları 2 bin 500 metreye çıkarmak hiç kolay değildi. Gerçekten, “Orkestra orkestra olalı öyle zulüm görmedi!” Konserden sonra hava 14-15 derecelere düştü, hava o kadar soğudu ki. Yerel insanlar battaniyelerle gelmiş gayet rahatlar. Bizim ekip ise titriyordu.
-Dinleyicilerden nasıl geri dönüşler aldınız?
Ben bu zamana kadar aldığım en iyi kritiği orda aldım. O yüzden paylaşmak isterim. Konser sonrası yerel halka ne anladığını azarlar gibi soran medya mensupları vardı. Ben de yanlarındaydım, biri dedi ki “Bu sesler, çok sesler, ulvi sesler, huzur duydum.” İşte bu Vivaldi’nin nasıl bir besteci olduğunun göstergesiydi. Dinleyiciler arasındaki bir kadın da “Vallahi ben anlamadım. Ama torunlarım görsün, öğrensin bu müziği diye getirdim” dedi. Daha sonra televizyonda bu kadının, “Vallahi ben anlamadım” sözlerinden sonrasının kesildiğini hayret ve kuşkuyla izledim. Çok sesli müziği böyle göstermeye çalışmak, çok garip bir şey! Oysa bu müzik insana yarardan başka bir şey getirmez. Bu kadar iyi bir şey, neden bize fazla görülür, istemezler? Gerçekten ben de bilmiyorum.
ANLATMAK DA BENİM GÖREVİM
-İlk kez senfoni konseri dinleyenler için izlediğiniz bir yöntem var mı?
Benim görevim çok sesli müziği anlatabilmek aynı zamanda. Finike’deki Arykanda Antik Kenti’nde verdiğim konser de öyleydi. Yine çok zorlu koşullarda ulaşarak, yerel halka konser vermiştik. Konser başladığında Vivaldi’nin ‘Mevsimler’ adlı eserinin birinci bölümünü çaldıktan sonra alkışladılar. İkinci bölümünü çaldım yine alkışladılar. Sonra dedim ki anlatmam lazım, önce mevsimleri, ayları sayılarla anlatarak nerede alkışlamaları gerektiğini söyledim. Sonra yağmur, kar nasıl yağıyor, çiçek nasıl açıyor, avcılar nasıl ateş ediyor, tilki nasıl geliyor, tavukları çalıyor, tilkinin kuyruğu nasıl titriyor, bölümlerini tek tek orkestraya çaldırarak anlattım. Konserden sonra bizlere birkaç kere daha çaldırdılar. “Hangisini istiyorsunuz?” dediğimde, bölgeye özgü şiveleriyle, “İlkbahar gayri, ilkbahar” cevabını almak, amacımıza ulaştığımızı gösteriyordu. Anadolu’yu seven girişimci bir insanın gayretiyle olmuştu o konser de. Hiç kimse para almadı. Tek amacımız dünyanın bu güzel nimetini onlarla paylaşmaktı.
EĞİTİM HER ŞEYİN BAŞI SONUDUR
Bugün birçok yetenek imkânsızlıklar nedeniyle eğitimine devam edemiyor. Neler yapmak gerekiyor?
Maalesef Türkiye’nin gerçeği bu; yetenekli çocukları eğitmek çok güç oluyor. Sadece müzikte değil, mimaride heykelde resimde de çocuklar okuyamıyorlar. Bir zamanlar TBMM, iki genç kız İdil Biret ve Suna Kan için yasa çıkartabiliyordu. Üstelik okumaya aileleriyle gidebilsinler diye. Eğitim her şeyin başı sonudur. Türklerin müziğe gerçekten müthiş bir yeteneği var. Ama olanakları yok. Müzik öğretmenlerimiz de diğer branşlar gibi iyi eğitilemedi, istediğimiz düzeyde değil. Müzik öğretmenlerine yardımcı olmalıyız. Bir müzik öğretmeni bir sazla köye gitsin, o köyden bir orkestra çıkar inanın. Örneği babamdır.
ÇOK SESLİLİK KARŞINDAKİNE SAYGIDIR
-Siz çok sesliliği nasıl anlatırsınız?
Çok sesliliği algılayabilmek demokrasiyi de algılayabilmekle eşittir zaten. Çok seslilik karşındakine saygıdır, sözünü dinleyebilmektir, erdemdir. Birlikte olabilmek çok zordur. Ama orkestra, birlikte olabilmenin yüceliğini insanlara öğretir. Bakınız, birinci kemanlar 16 kişiden, ikinci kemanlar 14 kişiden oluşur. Ama ikinci kemanların ikinci oldukları için eziklikleri yoktur çünkü onlar çalmadıkça birinci kemanlar çalamaz. Viyolonseller de çalamaz, kontrbaslar ayakta dengelerini kaybederler. Orkestrayı öğrenmek güçtür, ama öğrendikten sonra dünyada başka bir şeyden tat alamazsınız.
ARABESKİ DUYUNCA UYANDIM
-Müziğin etkisi üzerine gülerek anlattığınız bir anınız var?
Gençliğimde Hacettepe’de çok iyi futbol oynardım. Çok doktor arkadaşım vardır. Bir ameliyat durumumda yakın bir doktor arkadaşım beni ameliyat etmese de güvendiğim için ameliyatta olmasını istedim. Ameliyattan sonra bir türlü uyanamamışım. Arkadaşım, “Ben onu uyandırmasını bilirim” diyor. Kulaklarıma bir arabesk müzik koyuyor. Bugün bile hatırlıyorum; etrafımda maskeli insanlar, bir türlü kalkamıyorum. Müziği duyunca bir anda uyandım. İşte müziğin etkisi...
AĞLAYAN DEVE
-Üstelik müziğin gücü sadece insanlar için de geçerli değil, öyle mi?
Çok özür dilerim, Mozart’ın bestelerini ineklere dinlettiğiniz zaman daha fazla süt aldığımız kanıtlandı zaten. Başka bir örnek daha vermek isterim; Orta Asya’da Almanlar tarafından çekilmiş kısa bir belgesel izlemiştim. Adı da ‘Ağlayan Deve’. Obaların birinde bir deve çok zor doğum yapıyor ve sonrasından yavrusunu reddediyor. Çok uğraşıyorlar ama bir türlü istemiyor. Sonunda sahipleri konservatuvara gitmeye karar veriyor. Gittiklerinde kimseyi bulamıyorlar, ama not bırakıyorlar. Sonra viyolonsel gibi bir sazla biri geliyor. Devenin yanına giderek, o yöreye ait bir müzik çalıyor. Ev sahibi kadın da deveyi sevmeye başlıyor. Bir süre sonra deve ağlamaya başlıyor ve yavrusunu kabul ederek emzirmeye başlıyor.
CEM YILMAZ’IN KATKISI ÇOK OLDU
-Sizin Borusan Filarmoni Orkestrası ile de yaptığınız projeler çok ses getirmişti. Devam ediyor musunuz?
Birçok genç konservatuarları bitirdikten sonra ilerlemek için yurt dışındaki okulları kazanıyor. Türkiye’den o kadar çok çocuk var ki Avrupa’da. Ama aileler nasıl okutabilirler ki? Ben Ahmet Kocabıyık’a dedim ki, “Sana bir iki parça öğreteyim sen de bize orkestrayı yönettiğin için 40 bin Euro bağışta bulun. Biletler de 500 liradan başlar.” Nitekim günlerce çalıştık, yönetti. O para okullara girmiş, öğrenimine devam edemeyecek yeteneklere merhem oldu. Arkasından Rahmi Koç iki buçuk ay, Bülent Eczacıbaşı üç ay bir orkestra şefi gibi çalıştı. En son Cem Yılmaz ile tanıştık. Başta “Yapamam” dedi ama üç ayın sonunda bir orkestra şefi gibi tam bir konser yaptı. Bu projeye en çok katkısı olan Cem Yılmaz’dır. Onun sayesinde 18 gencimiz Avrupa’da okudu. Sonra da kimse yanaşmadı. Şu anda orkestranın onursal şefi olarak devam ediyorum.
ONLARI DESTEKLEYİN
Bireysel olarak da ben özellikle anneleri konserlerime davet etmeye çalışıyorum. Çocuklarına iyi, kaliteli müzik dinletebilsinler istiyorum. Dünyada da Venezuela’dan başlayan bir akım var. Türkiye’de de gelir düzeyi düşük olan yerlerde çocuk orkestraları kuruluyor. İnanın ufacık yardımlarınızla bu çocukları çok seslilikle tanıştırıp, orkestra olabilmenin yüce disipliniyle eğitebilirsiniz. Geleceğimiz için çok önemli. Ben çok yakında İzmir’de böyle bir orkestrayı yönettim. Ailelerine de olumlu yansıdığını gördüm. Lütfen çocuk orkestralarımızı destekleyin ve yarınlarımızı güvence altına alın.
Paylaş