Paylaş
Türkiye’nin en uzun soluklu edebiyat yarışmasında birinci olan Müzmin Susuzluk hikâyesi gibi yazarının da ayrı bir hikâyesi olmalıydı. Bu merakla takip ettiğim Halil Ziya Doğruöz beni yanıltmadı. Karşımda tıpkı hikâyesinde yarattığı karakter gibi bildiği, okuduğu, büyüklerinden dinlediği Bursa’nın yanında bir de kendi payına düşen Bursa’yı deneyimlerken edindiği farkındalıkla sancı yaşayan biri duruyordu.
Söyleşimizde, “Yirmi sekiz senedir bizzat deneyimlediğim Bursa’nın bile günbegün bambaşka bir hâl aldığını izliyorum. Yadırgıyorum tabii bunu, yabancılıyorum” diyen Doğruöz, geçmişe olan özlemini de “Moderniteyle Bursa’nın da başı belada. Gökdelenlerle, yalan yanlış yapılan restorasyonlarla, korumak yerine yıkmayı tercih eden insanımızla büyük bir imtihandayım. En güncel örnek: Basmalı Çeşme. Nasıl yok edilir anlamış değilim. Çocukluğumu yıktılar sanki,” sözleriyle dile getiriyor.
Halil Ziya Doğruöz ile iyi bir okur ve yazar olma yolunda kendini bulma yolculuğunu ve umutlarını konuştuk.
Yarışmaya katılmanızda en büyük etken ne oldu?
“Nasıl fark edilirim?” Epey bir zamandır bu sorunun cevabını aramakta ve sağlıklı bir yanıt bulamamaktaydım. Üstüne üstük ‘pandemi’ isimli bir dertten de mustariptim artık. Boyuna yazıyordum ama bu yazdıklarım ne olacaktı? Hedeflediğim isimlere yazdıklarımı nasıl okutabilirdim? İşte tüm bu sorularla boğuşurken bir dostum -Yunus İslamoğulları, çok iyi bir okurdur- Osmangazi Belediyesi tarafından düzenlenen Tanpınar Edebiyat Yarışması’nın görselini gönderdi bana. Şöyle bir göz ucuyla baktım, kayıtsız kaldım ilk başta. Nihayetin de görsele tıklayıp seçici kurulun isimlerini okumaya başladığımda, yarışmaya katılmaya çoktan karar vermiştim. Handan İnci ve Murat Yalçın; yıllarca okuyup sessiz sessiz takip ettiğim, hayranlık beslediğim iki büyük entelektüel oradaydılar. Eğer dosyam onlardan geçer de bir kıymet bulursa boşuna kürek çekmediğimin farkına varacaktım. Yarışmaları sevmesem de, yarışmaksa yarışmak, denemeliydim.
Kazanmayı ya da derece almayı bekliyor muydunuz?
Ben pek de talihli bir insan olduğumu düşünmüyorum. Bunu giriştiğim birtakım iş ve meselelerde gördüm. Bu sebepten yarışmayı kazanma düşüncesini neredeyse hiç aklıma getirmedim. Eserimi yazıp gönderdim, beklemedim anlayacağınız. Hem beklemek dediğimiz durum başlı başlına bir işkence. Nasıldı? El-intizar eşşedü minen-nâr. Yani: Beklemek ateşten şedittir. Yaşım yirmi sekiz. Yirmi sekiz senedir yanıyorum ben o ateşte. Sonuç itibariyle bir yarışma bu. Rekabet ve rakipler var demek. Yazdığım öykünün hangi öyküyle, hangi kalemle kıyaslanacağını bilmiyordum. Türk edebiyatının yeni bir Tanpınar, yeni bir Oğuz Atay, yeni bir Tomris Uyar çıkaracağı tutar da, bu yarışmaya; yani bana denk gelir... Küçük de olsa bir ihtimaldi bu.
KABUL GÖRMEYİ UMUYORUM
İhtimal vermemişsiniz ama Türkiye’nin en uzun soluklu edebiyat yarışmasında birinci oldunuz. Bu ödülü almak yazı hayatınızı olumlu yönde etkiler mi?
İnanın bu benim için bir muamma. Henüz kestiremiyorum. Ama ekstra bir motivasyon kaynağı olduğunu da inkar edemem. Malumunuz pandemi var. Kültür-sanat camiası da ziyadesiyle mustarip bundan. Zaten önemli yayıncılara dosya kabul ettirmek zordu, bu süreçle birlikte iyice güçleşti galiba. Sanıyorum ve ümit ediyorum ki benim bir yerlere ulaşmamı, kabul görmemi kolaylaştıracak. Seviniyorum buna.
FARK ETMENİN SANCISI VAR
Hikâyenize gelirsek; yarışmada “Geçmiş zamanın aynasında Bursa” teması vardı.Nasıl bir karakter ve olay kurgusuyla karşı karşıya okur?
Evet, bu tema etrafında şekillenen bir kurgu var. Kolay bir iş değil. İnce bir ayar yapmak, küçük dokundurmalarla sağlamak gerekiyor bunu. Okurun gözüne temayı sokmamak çok önemli. Zorlanmadım ama. Metin su gibi akıp gitti, diyebilirim. Karakterin durumu da müsaitti buna. Modern tıbbın diliyle şizofreni belirtileri gösteren anlatıcı, kapalı kaldığı ve bir türlü anahtarı bulamadığı bir mekanda, -kendi evinde- geçmişin kilitlerini zorladı. Bilinç ile bilinçdışı arasında salınıp hayal-gerçek tanımlarını sorgulattı. Oyunlar oynadı. Tanpınar’a, Oğuz Atay’a bolca selam durdu. İlginç bir karakter bekliyor okuru.
Hikâyenizin adı Müzmin Susuzluk ne ifade ediyor?
Susuzluk bir metafor tabii ki burada. Kronik bir yabancılık hâlini, topluma bir türlü ait olamama, kendini toplumun bir parçası gibi hissedememe hâlini imgeliyor. Ama nasıl bir yabancılık bu? Albert Camus ’nün Yabancı’sı değil elbet. “Benim için fark etmez,” diyen bir yabancılık değil. Aksine fark eden, fark ettiği için bunun sancımasına tutulan yabancılık. Hem bireysel hem içtimai bir titreme, nöbet hâli. Oğuz Atay’ın sancımaları gibi. Değil bir bardak su, tüm nehirlerdeki, pınarlardaki ve dahi barajlardaki suyun içilmesiyle bile dinmeyecek bir susuzluk vaziyeti. Ancak böyle anlatabilirim.
BASMALI ÇEŞMEYİ DEĞİL, ÇOCUKLUĞUMU YIKTILAR
Bursa’nın tarihine dair nasıl bir özlemden bahsediyoruz?
Benim bildiğim, okuduğum, dinlediğim birçok Bursa var. Babaannemin, dedemin, anne ve babamın, benim Bursa’m var. Hepsi de birbirinden farklı. Ve tabii bir de Tanpınar’ın Bursa’sı var mesela. Ben kendi payıma düşen Bursa’yı, yani yirmi sekiz senedir bizzat deneyimlediğim Bursa’nın bile günbegün bambaşka bir hâl aldığını izliyorum. Yadırgıyorum tabii bunu, yabancılıyorum. Tıpkı Müzmin Susuzluk’ta yarattığım karakter gibi. Moderniteyle Bursa’nın da başı belada. Gökdelenlerle, yalan yanlış yapılan restorasyonlarla, korumak yerine yıkmayı tercih eden insanımızla büyük bir imtihandayım. Mesela çok güncel bir örnek vereyim: Basmalı Çeşme. Nasıl yok edilir anlamış değilim. Oysa çocukluğumun ne büyük eğlencesiydi o çeşme. Annem elimi tutmuş beni çarşıya sürüklerken Basmalı Çeşme’yi es geçmemizin mümkünatı yoktu. Çeşmeyi değil, çocukluğumu yıktılar sanki. Yerine yenisi yapsalar kaç yazar!
OKURUMLA DİKENLERİ AYIKLAYACAĞIM
Normal şartlarda yazdıklarımı beğenmiyorum diyorsunuz. Nedir sizi rahatsız eden?
Yazarken sürekli yaşıyorum bunu. Yıkıp yapmakla meşgulüm sürekli. Yıkıyorum, yapıyorum; sonra yeniden ve yeniden. Bir mükemmeliyetçilik değil bu, böyle algılansın istemem. Daha ziyade bir vehim galiba. Şikâyetçiyim de bundan. Bir seneyi aşkın süredir bir roman var elimde. Bu sebeple bitemiyor bir türlü. Cümlenin yapısı ve ses uyumuna da bir takıntım var. Dahası ıskaladığımı düşündüğüm bazı durum ve olaylar zihnimi meşgul ediyor çokça. Bildiğiniz kavga ediyorum metinle, yani kendimle. Ama iyi bir iş çıkacak, son rötuşlar var. İsmini verdim geçen gün: ‘Dikenli Meseleler’. Dikenleri birlikte teker teker ayıklayacağım okurumu arıyorum. Umuyorum bulacağım da. Bunu nasıl arzuladığımı bir bilseniz...
YETENEKLER HEBA OLUYOR
Sözel alandaki yeteneğinize karşın meslek lisesinde okumuşsunuz. “Ruhen hiçbir zaman orda yoktum. Asıl yoklamalar ruhlara yapılmalı,” diyorsunuz bir söyleşinizde. Eğitim sistemine de bir serzeniş mi?
Ailelerin ortak bir kaygısı var: Zanaat, yani altın bilezik. “Bir meslek edinsin, aç açık kalmasın evladım,” diyorlar. Kötü bir şey istemiyorlar aslına bakarsınız. Bir sözel öğrencisi tarihçi, edebiyatçı, felsefeci olabilir. Peki, bunların günümüzdeki karşılığı ne? İrdelenmesi gereken tam olarak da bu. Bu meslek gruplarının kahir ekseriyeti kendi alanlarında iş bulamıyorlar ne yazık ki. Ama bir elektrik teknisyenine, kalıp ustasına her zaman iş var. Bizim sistemin tıkanıklığı bu. Mekanizma tam anlamıyla işleyemedi bir türlü, işleyemeyecek gibi de duruyor. Yönlendirmeli eğitimi de beceremedik. Öğretmenler de inisiyatif alamadı. “Bu çocuğun duyuşu çok yüksek,” diyen bir öğretmeni mumla arasak bulamayız. Ver diplomayı, ver karneyi; yallah! Seksen küsur milyonluk bir ülkenin domates-biber yetiştirir gibi sanatçı yetiştirmesi gerekiyor. Kim bilir ne heykeltıraşlar sanayide kalıp ustasına, ne ressamlarımız oto boyacısına dönüştü. Tüm bunlara acilen bakılması lazım ki Türkiye’nin yetenekleri daha fazla heba olmasın. Buna tahammül göstermeyelim artık.
OKUMADAN NİTELİKLİ ESER VERMEK ZOR
Aslında okulunuzda bir masal yarışması birinciliğiniz de olmuş. Sizi yazı yazmaya teşvik edenler oldu mu?
Yazmak hep vardı aklımda. Söz konusu masaldan sonra pek bir şey yazmadım aslına bakarsanız, yani edebî açıdan. Çevre çok önemli buna inanıyorum. Etkilenmek dediğimiz durum inkâr edilemez bir gerçek. Adnan İslamoğulları var, bana Tanpınar yarışmasının afişini gönderen Yunus’un babası olur kendileri. Çok büyük bir okur, iyi bir yazardır, üslupçudur. Bir istidadım, bir kumaşım olduğunu öğretmenlerim değil de o söyledi bana. Hem de sosyal medyada yazdığım birkaç küçük paragraftan. Kitaplar verdi. Dostoyevski’yle, Cemil Meriç’le, Kemal Tahir’le, Tanpınar’la tanıştırdı beni. “Yaz,” dedi. “Daha çok yaz, çok çok oku.” Okumadan nitelikli eser vermenin olanaksız bir şey olduğunu anlattı. Okuyup yazdım ben de. Meslek olsun diye değil ama sevdiğim için. Oğuz Atay’ı buldum sonra. Kendimi buldum.
Kendinizi de keşfetmişsiniz bir anlamda?
Cemal Süreya diyor ya: “1931 yılında doğdum. 1937’de annem öldü. 1944 yılındaysa Dostoyevski’yi okudum. O gün bugündür huzurum yoktur. Biyografim budur.” Benimkisi de bunun bir benzeri galiba. 1992’de doğdum, çok şükür annem ölmedi. 2015’te Oğuz Atay’la tanıştım. O gün bugündür huzurum yoktur. Biyografim budur. Anlayacağınız Oğuz Atay bir ‘yarı tanrı’ benim için. Türk edebiyatını ve dahi dünya edebiyatını ikiye ayırırım hep. Oğuz Atay ve diğerleri şeklinde. Çünkü yalnız insanların kendi içlerinde başlayıp biten eğlencelerinin olduğunu o çarptı yüzüme. Ya da Coşkun Ermiş’in kalbi olduğu için öldüğünü. Ve daha birçok şeyi de. İnşaat mühendisi falan olamaz o, insan mühendisi, ruh mühendisi.
İNSAN RUHUNU ES GEÇMEYİN
Yazarlık ile ilgili eğitim aldınız mı? Atölyeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hayır, almadım. Ama son zamanlarda epey ilgimi çekiyor bu atölye meselesi. Çünkü yaratıcı yazarlığın öğretilebilecek bir şey olmadığını düşünüyorum. Ama şu var; insanın belli bir istidadı var ve bunun farkında değil. Atölye ancak bu doğrulta işe yarar bir hâl alabilir. Gidip görmem, tecrübe etmem gerek.
Sizin gibi genç yeteneklere tavsiyeniz ne olur?
Bolca okumaları elbette. Kendi nitelikli eserlerini bulmaları, onların üzerinde çokça düşünüp kafa patlatmaları. Doğru insanlarla, okuyan-yazan kimselerle kendilerine bir halka kurmaları, duyuşu, insan ruhunu es geçmemeleri. Görmeyi öğrensinler. Bence tüm mesele bu. Rilke’nin şu cümlesi kulaklarına küpe olsun: “Sanatçının öğrenmesi gereken yalnızca görmektir.”
Paylaş