Ben miyim oğlum öğlen uykusundayken adrenalinin peşine düşen. Az kalsın yangın söndürme uçakları denizden su alırken beni de alıyorlardı. Yani kurumuş cesedi ağacın üstünde bulunmuş balıkadam efsanesi gerçek oluyordu
Aslında rüzgarlı bir gün değildi. Sürekli deeell deeell (gel demek istiyor) diye bağıran koca sesiyle, her gördüğünü isteyen haliyle, sağı solu gösteren işaret parmağıyla, emeklediğinde yürümek, yürüdüğünde emeklemek isteyen tavrıyla, sitenin plajında esip gürleyen tek Rüzgar bizimkiydi. Oğlumuz... Saat 15.00 gibi uykusu geldiği için eve çıktı. Bir buçuk saatimiz vardı. Yemek mi yemeliydik, denize mi girmeliydik, güneşin altında öylece hareketsiz yatmalı mıydık? Yoksa az ilerideki su sporları merkezine gidip üç metrelik katamaranlardan kiralayıp biraz denize mi açılmalıydık? Ben bu şıkları sıralamayı bitirir bitirmez rüzgar aşığı eşim Selim katamaranı kiralamıştı bile. Açık denizde iyi bronzlaşılır tesellisiyle, kendimi katamaranın üstüne attım. Hatta can yeleği giymemek için türlü şirinlikler yaptım. Allahtan numaralarım kimseye sökmedi de, o yeleği sırtıma geçirdim. Nasıl devrildik hiç hatırlamıyorum. Rüzgar hızlanmıştı. Aletin yarısı suya girip çıkıyordu. Ama yine de sorun yoktu. Gözden kaybolmayalım, kimseyi meraklandırmayalım diye sitenin bulunduğu koyda sağdan sola soldan sağa gidip geliyorduk. Allah’tan Selim, ‘Koyu dönelim diğer tarafa bakalım, ne varmış?’ gibi isteklerimi duymazlığa geliyordu.
DİKKAT TRAFO YANIYOR
Birden tepemizde yangın söndürme uçakları dönmeye başladı. 500 metre ilerimizde alçalıp denizden su alıp tekrar havalanıyordu. Sonradan öğrendiğimize göre sitenin arka kısmında bir trafo yanıyordu ve söndürmeye çalışıyorlardı. Biri havalanıyor, diğeri iniyordu. Tırstım ve dönelim dedim. İşte ne olduysa o an oldu. Hava birden karıştı. Sanki rüzgar bütün yönlerden şiddetli esti. Devrildik, Selim’i suda, kendimi katamaranın tepesinde gördüğümü hatırlıyorum. İki saniye sonra kaydım ve suya yapıştım. Can yeleğim vardı ama dekoltem yansın diye önünü iliklememiştim ki! Selim düşer düşmez yanıma gelip kilitleri takmış. Mış diyorum çünkü devrilmenin şokuyla olsa gerek o an benden kayıtlı değil. Katamaran uzaklaşıyordu zor da olsa yüzdük ve yakaladık. Yakaladık yakalamasına ama şimdi nasıl kaldıracaktık? Selim direği kafama düşmesin diye biraz uzaklaşmamı söyledi. Katamaranın üstüne çıktı ve kaldırmaya çalıştı. Bütün bu çalışma esnasında benden iyice uzaklaşıyordu. Tek başıma dalgaların ortasında kuş gibi kalınca iyice panikledim ve bağırmaya başladım. Arka arkaya kaç defa ‘Lütfen gel’ dediğimi hatırlamıyorum. Israrlarıma dayanamadı, katamaranı asla bırakmaması gerektiğini ezbere bilirken atladı ve bana doğru yüzdü.
AKBABA GİBİ UÇAKLAR TEPEMİZDE
Alet açığa yangın söndürme uçaklarının su aldığı bölgeye doğru ilerliyordu. Bu arada uçaklar alçalıp, havalanmaya, başımızın üstünde akbaba gibi dönmeye devam ediyordu. Kıyıya yüzelim dedik. Yüzebileceğimizi zannettik. Ama ne mümkün? Tam bir saat boşa kulaç attık. En az bir litre su yutmuşumdur. Gözlerimi içine giren minik sinekler mi bu kadar yaktı, yoksa denizin tuzundan mı kıpkırmızı oldular bilmiyorum. İki beden büyük can yeleğinin boynumu ve koltukaltlarımı kesti. Bacaklarım titremeye başladı. Yüzdükçe kıyı uzaklaşıyor, uçaklar yakınlaşıyordu. Tepemize mi inerler, yoksa suyla birlikte bizi de mi alırlar diye kurmaya başladım. Hemen aklıma o malum şehir efsanesi geldi tabii. Hani büyük bir yangın sırasında denizden su alan uçaklardan biri yüzmekte olan bir dalgıcı almış, adamın cesedi iki gün sonra yangının olduğu bölgeye yakın bir yerlerde bir ağacın dallarında bulunmuş ya, işte o hikaye... Sonra aklıma Mine geliyor. Bu efsaneyi anlattığımda ‘O efsane değil gerçek’ demişti... Gerçek mi değil mi bilmiyorum ama birazdan gerçek olacak gibi geliyor. Çok korkuyorum! Gözümün önünde Rüzgar’ın gözleri. Bir an olsun gitmiyor. Selim, ‘Korkma bir şey olmayacak’ dedikçe daha çok korkuyorum. Çünkü kimse bizi görmüyor. Ne Kos Adası’na doğru sürüklenen devrilmiş katamaranın farkındalar ne de biraz ilerisinde debelenen bizlerin...
RÜZGAR’I DÜŞÜNÜNCE KAHROLDUM
O an ne mi düşündüm? Rüzgar’ın konuştuğunu göremeyeceğim için kahroldum. Sesinin tonunu hiç duymayacaktım. Koşup koşup anneciğim diye boynuma sarılamayacaktı. Esra üç bucuk yaşındaki oğlunun günde 350 kere anne dediğini söylemişti, benim oğlum diyemeyecekti. ‘Bir kurtulalım, anneme-babama sarılıp saatlerce ağlayacağım’ dedim. Bir daha katamarana binmemeye yemin ettim. Can yeleği olmadan denize bile çıkmayacak, yeleği zorla bana giydiren arkadaşın hayat boyu duacısı olacaktım. Olacağım. Rüzgar’ı sanki yeniden doğmuşum, yeniden doğurmuşum gibi öpeceğim. İkinci hayatımızı kutlayacağım. Bir saat geçti ve sonunda bir yelkenli tekne imdadımıza yetişti. Allah onlardan razı olsun. Galiba önce bizi mülteci falan zannettiler. Türkçe konuştuğumuzu görünce rahatladılar, teknenin arkasındaki bota binmemize izin verdiler. Kıyıya doğru götürüp, yaklaşınca tekrar suya attılar. Son bir gayretle, olabildiğimiz kadar hızla, sevinçle, kıyıya yüzdük. Yaklaştıkça kahkaha attığımız için bir miktar daha su yuttuk ama bu kez denizin tadı şampanya kıvamındaydı. Sitenin bir kilometre ilerisinde başka bir siteye çıkmıştık. İnsanların bize ne kadar tuhaf baktıklarını anlatamam. Güneşin alev alev yaktığı taşlı yoldan koşarak nasıl siteye ulaştığımızı da... Siteye girdikten beş dakika sonra Rüzgar uykusundan uyanıp geldi. O mışıl mışıl uyurken başımıza gelenlerden tabii ki habersizdi. Yavrumu öptüm yeniden doğmuşum ve doğurmuşum gibi. Ve bu hikayeden büyük, çok büyük bir ders aldım.