Geçen hafta, ABD’nin başkenti Washington DC’de bir araya gelen dört bine yakın adli bilimcinin gündeminde, ne Barak Obama ya da Hillary Clinton’ın olası başkanlığı, ne de Fidel Castro’nun Küba yönetimini bırakması vardı.
Her iki olay, Amerika’dan başlayarak bütün dünyayı ciddi biçimde etkileyecek gelişmeler olduğu halde, hafta boyunca parmak izi, mermi ve şifreler, ayrıca suçla mücadelede kullanılabilecek yeni teknolojilerle yatıp kalktık. Bu arada tanıdıklarımı gördüm, Afganistan ve Irak’taki olay yeri incelemeleri ve kriminal laboratuvar uygulamalarına ilişkin birinci elden bilgi edinme fırsatı buldum. Ama önce, Iraklı taksici cinayetinde gelinen son noktayı aktarayım.
11 Mayıs 2007 Cuma günü, tam öğle sularıydı. Iraklı taksici Nasır Cenabi, Bağdat’ın 50 kilometre kadar güneyinde, Curf el Sahr bölgesinde, açık arazide, kurumuş otlar arasında yürümekteydi. Hava çok sıcaktı, kısacık simsiyah saçlarının üzerine siyahlı beyazlı puşisini sarmıştı. Üzerinde yere kadar uzanan, uzun kollu koyu mavi entarisinden başka bir şey yoktu. Şu küçük tepeyi aşınca su kuyusuna ulaşacaktı ki, birden karşısına eli silahlı bir Amerikan askeri çıkıverdi.
Keskin nişancı başçavuş Michael A. Hensley ile taksici Nasır Cenabi’nin karşılaşmasından yarım saat kadar sonra, aynı yerden bir kişi daha geçti. Bu, Nasır’ın 17 yaşındaki oğlu Mustafa’ydı. Yeğenlerinden birinin Şiiler tarafından öldürüldüğünü öğrenmiş, bu acı haberi babasına vermek üzere akşam eve dönmesini bekleyememiş, nereye gittiğini bildiğinden, peşi sıra koşturmuştu. Çavuş Hensley, onun da yolunu kesti.
Başçavuş yalnız değildi aslında. Yanında, kendi gibi iki keskin nişancı daha vardı, çavuş Evan Vela ve er Jorge G. Sandoval Jr. Her üçü, Alaska’daki 501. Piyade alayına bağlıydılar ve her üçü de, nişancılıktaki başarılarından ötürü defalarca madalya almıştı. Amerikalı askerler, o gün, hava henüz kararmadan Mustafa’yı salıverdi, babayı ise alıkoydu.
Bu olaydan tam 283 gün sonra, 19 Şubat 2008 gecesi bazı fotoğraflar gördüm. Bunlar, Nasır Cenabi’nin son fotoğraflarıydı. Toprağın üzerine boylu boyunca uzanmıştı, etekleri dizlerine kadar sıyrılmıştı, çıplak ayakları tıpkı elleri gibi zayıf, uzun ve narindi. Başı sola dönüktü, örtüsü boynuna toplanmıştı. Gözleri kapalıydı, birkaç günlük sakalı, kalın kaşları, ince, kemerli burnu görünüyordu. Sağ kulağının hemen üzerindeki kan lekesinden başına ne geldiğini anlıyordunuz. Daha önemlisi, karnının üzerinde çapraz biçimde bir AK-47, yani Kalaşnikof durmaktaydı. Nasır’ın ne o gün, ne de ondan önceki 40 yıllık yaşamında bir Kalaşnikof tüfeği olmuştu.
ÇAVUŞU MÜEBBETEN KURTARAN ÜNLÜ DOKTOR
Her üç asker, silahsız bir sivili kasten öldürmekle suçlandı ve Irak’taki bir Amerikan askeri mahkemesinde ömür boyu hapis istemiyle yargılandı. Duruşmalar sırasında, Irak’taki keskin nişancıların zaman zaman silah, mühimmat ve patlayıcıları "yem" olarak kullandığı, onları almaya gelenleri vurdukları ya da öldürülenlerin silahsız siviller olduğu anlaşılınca da, durumu kurtarmak için cesetlerin yanına, tıpkı taksici olayındaki gibi bir silah bıraktıkları ortaya çıktı. Hatta, Pentagon’a bağlı Asimetrik Savaş Grubu adlı bir ekipte çalıştığı söylenen kişilerin Irak’a geldiği ve keskin nişancılara "yem taktiği"ni tavsiye ettiği bile iddia edildi.
Başçavuş ve er, cinayetten beraat ettiler, ancak cesedin üzerine silah yerleştirmek, olay yerini incelemeye gelen uzmanları yanlış yönlendirmek ve suçu örtbas etmeye kalkışmaktan cezalandırıldılar.
Çavuş Evan Vela hakkında, 9 Şubat 2008 günü karar verildi. Başçavuşun "vur" emrine uyarak, ayaklarının dibinde yatan taksicinin kafasına doğru 9 milimetrelik tabancayla bir el ateş eden, çırpınması ve boğazından hırıltılar gelmesi üzerine, başçavuşun ikinci bir kez "vur" diye bağırmasının ardından, yeniden tabancasını ateşleyen 22 yaşındaki keskin nişancı, savunmanın bilirkişisi olarak tanıklık eden patolog Dr. Michael Baden sayesinde, müebbet hapis yerine, sadece 10 yıl ceza alarak kurtuldu. Karar, halen askeri temyizde.
TEK KURŞUN, ÜSTELİK UZAK ATIŞ
45 yıllık meslek yaşamında 20 bin otopsi raporuna imza atmış Dr. Baden, bir yandan öldürülen Iraklı’nın fotoğraflarını gösteriyor, bir yandan anlatıyordu. "Iraklı’nın cenazesi, otopsi yapılmadan ailesine teslim edilmiş. Çavuş Evan’ın, kasten adam öldürmekle yargılanmasının nedeni, madalyalı bir keskin nişancı olduğu halde, silahsız birine ikinci kez ateş etmesiydi. Avukatı Jim Culp, çavuşun bu davranışını, 74 saatlik uykusuzluğu ve savaş koşullarının yarattığı travma sonrası stres sendromuyla savunmaya çalışmış ama mahkemeyi ikna edememiş. Delilleri yeniden incelememi isteyince Bağdat’a gittim. İddianame, 9 mm’lik otomatik tabancayla 15 santimden iki kez ateş edildiğinin kayıtlı olduğu bilirkişi raporuna dayanıyor. Halbuki askeri patolog sağ kulağın üzerindeki yaranın kurşun giriş ya da çıkış deliği olduğunu bile ayırt edememiş, barut izi aramamış. Bana göre çavuş en az 50 santim uzaklıktan ateş etmiş, üstelik kurşunlardan sadece biri kafaya isabet etmiş. Sağ kulağın üzerindeki yara, bu kurşunun giriş deliği, kafanın solundaki de kurşunun çıktığı yer. Bu da, Iraklıyı öldürmeye kastetmediğini, başçavuşun ’vur’ emirleri üzerine, refleksle ateş ettiğini kanıtlar." İşte çavuşu ömür boyu hapisten kurtaran, Dr. Baden’in fotoğraflar üzerinden yaptığı bu değerlendirme.
Ya bilirkişi ünlü biri olmasaydı?
Savunmanın bilirkişisi, New York’lu Dr. Baden gibi, aktör John Belushi’nin intiharından, aktör Marlon Brando’nun oğlu Christian’ın ölümüne, yine aktör O.J. Simpson davasından, Başkan Kennedy ve Martin Luther King suikastlarını araştıran soruşturma komisyonu başkanlığına dek neredeyse yarım asırdır ABD’nin gündemini işgal etmiş tüm şüpheli ölümlere damgasını vuran, TV seyircisinin yüzüne aşina olduğu, çok ünlü, çok yaşlı, çok karizmatik bir doktor değil de, genç ve tanınmamış bir adli tıp uzmanı olsaydı, mahkeme görüşlerini dikkate alır mıydı bilemem. Ancak, şurası muhakkak ki, çavuş Evan Vela davası, savaş alanlarında bile iyi bir olay yeri incelemesi ve otopsinin ne kadar önem taşıdığını gösteren iyi bir örnek. Nitekim Amerikalılar, gerek Irak, gerekse Afganistan’da bu eksiklerini hızla kapatmaya çalışıyor.
Saddam’ın parmak izini alan Shannon’la yaptığım kahvaltıda öğrendiklerim
Saklandığı yerden çıkartıldıktan hemen sonra Saddam Hüseyin’in parmak izini alan, kabarık kapkara saçları ve pos bıyıkları ile bir Amerikalı’dan çok Meksikalı’yı andıran Paul Shannon’la kahvaltı etmek benim için geçen haftanın bir diğer ilginç deneyimiydi.
Shannon, 11 Eylül patlamalarından sonra, FBI’ın "Bilinen ve Şüphelenilen Teröristlerin Parmak İzi Veritabanı"nın yaratıcısı ve halen ABD’nin Bağdat Büyükelçiliği’nde görev yapan bir uzman. Sadece Irak’ta değil, Afganistan, Pakistan ve Filipinler’de de pek çok olay yeri incelemesinde bulunmuş. Son yirmi yılını parmak izine adamakla birlikte DNA’nın gücünü kabul ediyor. Onun başlattığı bir program sayesinde, Irak ve Afganistan’daki her bombalı araç ve intihar eylemi sonrasında arta kalan malzeme üzerinden elde edilen parmak izlerinin yanı sıra DNA bilgileri de arşivleniyor.
Shannon, terör eylemleriyle karşılaşılan her ülkede aynı şekilde çalışılması ve tüm verilerin ortak bir veri tabanında toplanması gerektiğini anlattı. Patlayıcı düzeneklerini imal eden ve yerleştirenlere, bu sayede ulaşılabileceğine inanıyor. Shannon’un başlattığı bu yeni uygulama, olay yerlerinden elde edilen delillerin çok hızlı ve güvenilir biçimde incelenmesini ve gene çok hızlı biçimde tüm parmak izi ve DNA veri tabanlarında bir benzerinin bulunup bulunmadığının aranmasını gerektiriyor. Bu alanda hizmet ve malzeme sunan bazı büyük Amerikan şirketlerinin, Amerikan ordusundan başka kimseye satamadığı bazı gereç, ayıraç ve yazılımları sayesinde bu hıza ulaşıldığını ve olay yerlerinden elde edilen delillerin artık Irak ve Afganistan’da kurdukları Amerikan askeri laboratuvarlarında incelendiğini öğrendim.
MOBİL LABORATUVAR
Amerikan Adalet Bakanlığı’na bağlı Ulusal Adli Bilim Teknolojileri Merkezi’nin faaliyetlerini, kurulduğu 1996’dan bu yana izler, fırsat buldukça St. Petersburg-Florida’daki tesislerini ziyaret ederim. 2006’da ABD Savunma Bakanlığı’nın isteği üzerine başlattıkları bir projenin ilk ürünü, başta Irak ve Afganistan, savaş ve afet bölgelerinde kullanılmak üzere geliştirdikleri bir kriminal laboratuvar.
Merkezin müdürü Kevin Lothridge, dışardan bakıldığında, açık sarı renkte, orta büyüklükte bir konteyneri andıran yeni oyuncağını, bana büyük bir keyifle gezdirdi ve özelliklerini anlattı. "Eni 2.5, boyu 6, yüksekliği 2.5 metre. 150 metrekarelik bir laboratuvarın işini görüyor. Açılıp kapanıyor. Bir saatten az bir sürede her türlü araziye kurabiliyoruz. Kara, hava, deniz yoluyla taşıyabiliyoruz. Trene yükleniyor. Su, ışık ve kum geçirmiyor. Tekerlekleri var, istenen yere çekerek götürülebiliyor. 50 litre dizelle, en az 33 saat elektriğini üretiyor, klimasını çalıştırıyor."
ISO belgeli, dünyanın bu ilk taşınabilir kriminal laboratuvarının içinde; DNA, patlayıcı, balistik ve parmak izi incelemelerinde, zehir ve uyuşturucu aramada, kimlik ve pasaportların sahte olup olmadığını anlamada kullanılan ve elde edilen verileri istedikleri merkezle paylaşabildikleri her türlü donanım vardı. Ayrıca olay yerlerinde, mağdur ve zanlılar üzerinde, delil arama ve toplamada kullanılan araç ve gerece sahipti. Yakın bir gelecekte dünyanın elektriği suyu olmayan ücra köşelerinde, dağların tepesinde, çöllerin ortasında bu tür mobil laboratuvarlara rastlayacağımız muhakkak.
DEV BİR VERİ TABANI
Kevin Lothridge ve ekibinin taşınabilir kriminal laboratuvarı, Amerikan ordusunun ciddi bir sorununa çözüm olacağa benziyor. Irak ve Afganistan’da ele geçirilen silah, teçhizat ve cep telefonları üzerinden, ayrıca tutuklananlardan parmak izi ve DNA örneklerinin alım ve analizinin, iris taramalarının, cep telefonu ve elektronik posta kayıtları ile kısa mesajların izlenmesinin hayati önem taşıdığı muhakkak. Amerikan ordusu bu hizmetlerin önemlice bölümünü 30 kadar özel şirketten, çok yüksek ücretler ödeyerek satın alıyor. Geçen ağustosta Fort Gillem askeri tesisinde bir araya getirilen yüz kadar sivil ve asker bilim insanı, ordunun bir an önce kendi teknisyenlerini yetiştirmesi, analizlerin askeri laboratuvarlarda yapılmasını ve bunların tek merkezden yönetimini önermişti.
Sadece Irak’ta, her yıl 30 bin kadar tutukludan DNA analizi için örnek alınıyor. Buna, olay yerlerinden ve savaşta ele geçen malzemelerin üzerinden elde edilen örneklerin analizi eklenirse, iş yükünün boyutları kolayca anlaşılır. Amerikalılar, Irak ve Afganistan’da sabit laboratuvarlar kurmak istemediklerini her fırsatta dile getiriyorlar. Gerçi çalıştırılacak personeli eğitmeleri biraz zaman alabilir ama, tam donanımlı taşınabilir laboratuvarlarla, sorunun en azından önemli bir bölümünü çözmüş gözüküyorlar.
Eğer tüm verileri bir araya getirebilirlerse, parmak izi ya da DNA’sını aldıkları herhangi bir kişinin, sadece Irak’ta evvelce bir suç işleyip işlemediği değil, kendisinin ya da yakın bir akrabasının biyometrik bilgilerinin, Afganistan, ABD, İngiltere ya da bilgi paylaşımları bulunan başka bir ülkenin veri tabanında bulunup bulunmadığını, bilgisayarın tek bir tuşuna basarak bulabilecek ve olası bir şiddet eylemini önleyebilecekler.
Bütün bu gayretler, birkaç yıl içinde güncelliğini yitirebilir. Irak’ta, Amerikalıların halen dört bin kadar kara robotu bulunuyor. Bunlar, bombaların etkisiz hale getirilmesinden, uzaktan kumandayla ateş etmeye varıncaya dek, çok çeşitli işlerde kullanılıyor. İnsansız uçaklar fır dönüyor ve şu sıralar ABD başta olmak üzere pek çok ülke, nerede, ne zaman ve kimi öldüreceğine karar verebilen robotları üretebilmek için milyarlar harcıyor. Buna paralel olarak, teröristlerin de intihar eylemlerinde robotları kullanacağı muhakkak. Arnold Schwarzenegger’in Terminatör 3 filmi ve video oyunlarındaki gibi, makinelerin yükselişini izleyeceğimiz yeni dünyada, olay yeri incelemesi, parmak izi ve DNA’yı hálá konuşur muyuz acaba?
Dışa bağımlılıktan kurtulmalıyız
Türkiye’deki kriminal laboratuvarların özellikle DNA analizleri konusunda, araç, gereç ve yazılım açısından büyük ölçüde dışa bağımlı olduğunu her platformda dile getiriyorum. Analize gerekli ayıraçların ya da bozulan gerecin yedek parçasının zamanında ithal edilememesi yüzünden DNA sonuçlarının geciktiğini; bu ayıraçlar çok pahalı olduğundan, bazı olay yerlerinde toplanan delillerin ancak bir bölümünün incelendiğini biliyorum. Hatta, bundan birkaç yıl önce, bir kriminal laboratuvar çalışanının, olay yeri inceleme ekiplerine "Atasoy’un dediklerini unutun. Olay yerinde bulduğunuz her sigara izmaritini, her bira şişesini göndermeyin, işin altından kalkamıyoruz" dediğini de biliyorum. Kriminal analizlere gerekli araştırma ve geliştirmeye daha fazla kaynak ayırmak, suçla mücadeleye gerekli araç ve gereci yurt içinde imal etmek ve dışa bağımlılıktan bir an önce kurtulmak, ülke güvenliğimiz açısından çok büyük önem taşıyor.