İstatistiklere göre, geçen yıl Türkiye’de yarısı kadarı yaşlı, 208 kişi karbonmonoksit zehirlenmesi yüzünden toprağa verildi.
İki bin kadar vatandaşımız da hastanelik oldu. Bu kış daha sert geçiyor. "Lodostu, poyrazdı, baca geri tepti, soba söndü" derken, ocak ayında, üç gün içinde, sadece Kayseri’de yedi kişi öldü, Gaziantep’te iki günde 48’i çocuk 103 kişi zehirlendi. 15 milyonluk Pekin’de bir haftada 126 kişi zehirlenince, belediye sağlık ekipleri soba, şofben ve baca denetimine başladı. New York’ta, üç yıldır her eve karbonmonoksit dedektörü takma zorunluluğu var. Acaba Türkiye’deki belediyeler de aynı şeyi yapamaz mı?
İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi’nde öğrenciydim. Dekanlık, mezun olmak için zorunlu olan stajı, Adli Tıp Kurumu Kimya Dairesi’nde yapmama izin vermişti. Babamın şiddetle karşı çıkmasına rağmen evlenmiştim, üstelik hamileydim.
Sultanahmet’te, Gülhane Parkı’nın tam karşısındaki binanın, İstanbul Üniversitesi tarafından kullanılan kısmını çocukluğumdan beri biliyordum da, Adalet Bakanlığı’na ait bölümdeki, yerleri taş, tavanı yüksek, geniş ve bir hayli karanlık ara sıra farelerin çıktığı söylenen koridora ilk kez adım atıyordum.
İşte, kimyager Zeynep Göl’ü ilk kez, bundan 35 yıl kadar önce, karlı bir kış günü, bu koridora açılan kapılardan birinin ardındaki laboratuvarda gördüm. Alttan hafifçe ısıttığı, avuç içi büyüklüğündeki porselen kapların üzerine eğilmişti. "Bak" demişti, "Bunların rengi koyu kahverengi. Ama şu parlak kırmızı renkliler var ya, bu aylarda sayıları pek artar." Alyuvarlarımızdaki, iki oksijen yerine karbonmonoksit bağlamış hemoglobinin (kısaca HbCO diye gösterilen karboksihemoglobinin) kiraza dönen rengiyle ilk kez karşılaşıyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse, anlattıkları bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu. Biyokimya uzmanlığını aklıma koymuştum bir kere. Adli Tıp’la, toksikolojiyle ve ölü kanlarıyla ilişkimin stajla biteceğine, öylesine emindim ki.
Kaderin garip cilvesi, biyokimya doçenti olduktan sonra, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ndeki öğretim üyeliğimin yanı sıra, önce Zeynep Hanım’ın yardımcılığını, o emekliye ayrıldıktan sonra da Kimya Dairesi Başkanlığı’nı üstlendim. Yöntemler gelişti, porselen kaplar kaynar suyun üzerinde ısıtılmaz oldu. Ama kiraz renkte ölü kanları kış gelince hep arttı.
Ülkemin insanı, maltızdaki tezekten, mangalın kömüründen, sobanın odunundan, şofbenin tüpgazından, havagazından, doğalgazdan, kapalı yerde çalıştırılan araçların egzoz gazından can verdi. Aradan bunca yıl geçmesine, bunca ihtara ve hemen hepimizin bir tanıdığını alıp götürmesine rağmen, karbonmonoksit zehirlenmeleri bir türlü bitmedi.
DOĞUDAN BATIYA YENİ BİR AKIM
Karbonmonoksit zehirlenmesine bağlı ölümlerin nedeni, genellikle kazadır. Doğal gaza geçmeden önce evlerde kullanılan havagazının içinde karbonmonoksit de vardı ve havagazı, Türkiye dahil, dünyanın birçok ülkesinde özellikle kadınlar tarafından tercih edilen bir intihar yöntemiydi. Tam, "karbonmonoksitle intihar bitti" derken, Avustralyalı genç erkeklerin birbiri ardı sıra, egzoz gazıyla kendilerini öldürdüğünü öğrendik. Bunu, Tokyo’da, Hong Kong’da birbirini evvelce tanımayan kişilerin, internet sayesinde buluşması, sözleşmeler yapması, kapısı, camı sıkıca kapalı otomobillerde, çadırlarda, odalarda, kömür yakarak intiharı izledi.
2007 yılı ortalarında, bu kez ABD’den bir ölüm haberi geldi. 9 Mart’ta, Boston adlı rock grubunun vokalisti Brad Delp’in, Atkinson, New Hampshire’deki evine giren polis, üst kata çıkan merdivenin başında "Dikkat içeride karbonmonoksit var" yazılı bir not bulmuş, banyonun içeriden kilitli kapısını açtığında, etrafı kesif bir duman kaplamıştı. Müzisyen, başının altında bir yastıkla yerde yatmaktaydı, gömleğine iliştirilmiş bir intihar mektubu vardı ve hemen yanı başında duran iki mangalın kömürleri hálá tütüyordu. Resmi kayıtlara ölüm nedeni, "karbonmonoksit zehirlenmesi" olarak geçti.
KARBONMONOKSİTLİ CİNAYETLER
Tarihte, kabonmonoksit ile işlenen cinayetler de var. Örneğin Naziler, Polonya’nın Owinska ve Kochanowek akıl hastanelerinde yatan yaklaşık iki bin hastayı bu gazla ortadan kaldırmıştır. Yakın zamana dek, ABD’nin hayvan barınaklarında her yıl dört milyon kadar sahipsiz kedi ve köpek, karbonmonoksitle uyutuluyordu, hálá 40’a varan barınakta bu uygulama sürüyor. 2006’daki kuş gribi salgını sırasında, bir haftada 14 milyon tavuğu aynı yöntemle itlaf ettik.
"Karbonmonoksit" deyince, yaşlı hastaların ölümünü kolaylaştıran Amerikalı patoloji uzmanı Dr. Jack Kevorkian nasıl unutulur? Doktor, 130 kişinin intiharına yardım etmiş, bunların bir bölümüne kendi evinde karbonmonoksit gazı temin etmişti. Defalarca yargılandıktan sonra, 1999’da 25 yıl hapse mahkûm edildi. Giderek bozulan sağlığı yüzünden, 2007 Haziran’ında serbest bırakıldı. Geçen haftalarda, Florida Üniversitesi’nde yaklaşık beş bin kişiye hitap eden Kevorkian, terminal safhadaki hastaların doktor eliyle intiharının suç sayılmaması gerektiğini savunuyor.
Yangından önce misonra mı öldü?
Yangın sırasında mobilya, perde, kapı ve benzeri malzemeler yanarken ortamdaki oksijen giderek azaldığından duman içinde karbonmonoksit birikir. Bu nedenle, yangınlarda ölenlerin büyük bir bölümü, 3 Şubat 2008 günü Almanya’nın Ludwigshafen kentindeki kundaklamada can veren beşi çocuk, dokuz Türk gibi, karbonmonoksitli dumanı soluduğundan kaybedilir. (Çocuklar, daha sık nefes aldıklarından daha çabuk zehirlenirler).
Bir İngiliz itfaiyeci tanımıştım. "Yangın, yaygın bir silahtır" demişti. Yangın ya da patlama yerindeki cesetlerin, olay sırasında ölenlere değil, daha önce öldürülen ve buraya bırakılan kurbanlara ait olabileceğine dikkat çekiyordu.
Yangın süsü verilerek örtbas edilmeye çalışılan cinayetlere sıkça rastlansa da, başarı şansı düşüktür. Bir kere yangın, suç delilleri yok olmadan söndürülebilir. İkincisi, insan bedeninin tamamen küle dönüşmesi için, 1500 derecede 2-3 saat yanması gerekir ki, bu sıcaklığa ancak krematoryum fırınlarında ulaşılır. Tabii, kurbanın kanında karbonmonoksit, gırtlağında kurum olmaması gibi, yangında hiç nefes almadığını, dolayısıyla çoktan ölmüş olduğunu kanıtlayan bir delil vardır ki, bundan 80 yıl öncesinde bile, Alman Kurt Erich Tetzner’i darağacına yollamaya yetmiştir.
DARAĞACINDA BİR DOLANDIRICI
27 Kasım 1929 sabahı, yeşil bir Opel, Almanya’nın Regensburg kenti dışlarında, yol kenarında yana yatmış yanıyordu. Emma Tetzner, direksiyondaki adamı giysilerinden teşhis etti. Kocası, Leipzigli işadamı Kurt Erich’ti. Polise göre, kuşkulu bir durum yoktu. Otomobil, yol kenarındaki kilometre taşlarından birine çarpmış, dengesini kaybederek devrilmiş, yanmaya başlamış, sürücü araçtan çıkamamıştı ve gömülmesinde bir sakınca yoktu. Sigorta şirketi için durum bu kadar basit değildi. Bay Tetzner’in hayat sigortası vardı, ancak poliçe tarihi iki hafta öncesine aitti. Kocasına otopsi yapılması için Bayan Tetzer’den izin almaları pek kolay olmadı.
Leipzig Üniversitesi’nin, 1640 yılından beri adli tıp dersi okutulan enstitüsünün o tarihteki başkanı Prof. Richard Köckel, otopsi masasının üzerindeki kömürleşmiş gövdeyi, tek kolu, bir bacak kemiğini, yarısı olmayan kafatasını inceledi ve polisi aradı. "Bu ufak tefek adam ancak yirmilerinde. Tetzner olamaz" dedi. "Kanında karbonmonoksit, gırtlağında kurum yok. Anlaşılan zavallının kafasına vurup öldürmüşler, tanınmasın diye kolunu, bacağını kesmişler, direksiyona oturtup aracı yakmışlar."
Polis, bayan Emma’yı izlemeye, sıklıkla kullandığı komşusunun telefonunu dinlemeye başladı. 4 Aralık günü Strasbourg’dan birisi aradı. Aynı gece Fransız polisi, arayan kişinin kaldığı oteli ziyaret etti ve Kurt Erich Tetzner’i eliyle koymuş gibi buldu. İzleyen aylarda Tetzner, hayat sigortasını alabilmek üzere ölü numarası yapmak istediğini, yol kenarında otostop yapan genci aracına aldığını, öldürüp yaktığını itiraf etti. Regensburg’da yargılandı, suçlu bulundu, 1931’de asıldı.
Renksiz, kokusuztatsız ve çok zehirli
Bu kadar kişiyi kaybetmemizin nedeni, bulundukları mekanın havasındaki oksijenin azlığı yüzünden, kömürün, odunun ya da bir başka yakıtın, karbondioksit ve su buharına dönüşecek şekilde "tam" yanamamasıdır. Karbonlu bileşikler, "yarım" yanınca, karbondioksit yerine, karbonmonoksit (CO) oluşur ve ne fenadır ki, yaşamın sürdürülebilmesi için bedenimizin en ücra noktalarına kadar oksijeni taşımakla görevli hemoglobinin, CO’ya ilgisi, oksijene olandan 250 kat fazladır. İşte bu yüzden, soluduğumuz havada CO varsa, hemoglobin, dokulara oksijen yerine onu taşır. Havadaki CO oranı yükseldikçe, önce başımız ağrır ve döner, giderek halsizleşir ve bilincimizi kaybederiz. En sonunda, tıpkı ağız ve burnumuz kapatılmış ya da boğazımız sıkılmışçasına "boğuluruz".
Hemoglobinin CO’ya ilgisi çoktur ama, fazlaca oksijenle karşılaşırsa onu hemen terk eder. Keşke kuşaklar boyu, dünyanın dört bir yanında bu yüzden can verenler, soludukları havadaki varlığını fark etselerdi de, iş işten geçmeden camı çerçeveyi açıp oksijeni üzerine salıverselerdi. Ne yazık ki, CO’yu fark etmek mümkün değildir. Çünkü rengi yoktur, kokusu yoktur, tadı yoktur.