Parmakizi ve DNA gibi bilimsel deliller, giderek "Ben gördüm" ya da "Ben yaptım" benzeri söylemlerin yerini alıyor.
Çünkü, hem görgü tanıklarının yanılabileceğini, hem de insanların değişik nedenlerle işlemedikleri bir suçu üstlenebileceğini biliyoruz. Ancak soruşturmanın başlangıcında, sadece görgü tanıkları varsa, üstelik bunlar çocuksa ne olacak? Yaşını başını almış kişilerin söylediğine bile kuşkuyla yaklaşırken, çocuklara güvenebilir miyiz? Evet, güvenebiliriz, belki erişkinlerden bile daha fazla güvenebiliriz. Yeter ki bellekleri yönlendirici sorularla "kirletilmesin" ve küçüklerle "usulüne uygun" biçimde görüşülsün.
Almanya’nın Ludwigshafen kentindeki yangın soruşturmasında, iki küçük görgü tanığının söyledikleri arasında çelişki bulunduğu iddia edilmişti. Bu çocuklarla kim ya da kimler, hangi sırayla, ne zaman, hangi koşullarda, hangi teknikle görüştü? Belki de çelişkinin gerçekten var olup olmadığı, bunların yanıtında yatıyor. Çocukların anlattığına ne ölçüde inanılabileceği, asırların meselesi. Kriminoloji tarihi, onların söylediğine dayanılarak hapsedilen, hatta idam edilen, ancak yıllar sonra masum olduğu anlaşılan kişilerin öyküleri kadar, çocukların tanıklığı sayesinde aydınlatılan suçlarla dolu.
Polis otosundaki cadılar
Bugün, ABD’nin Massachusetts eyaletindeki 40 bin nüfuslu Salem kentine giderseniz, Margin Caddesi’ndeki, koyu kırmızı tuğlalı, iki katlı polis merkezinin duvarına asılı, polis otolarının her iki ön kapısına resmedilmiş, polis şapka ve üniformalarına dikili armalardaki logo, sizi şaşırtabilir. Çünkü, üzerinde "Salem Polisi" yazılı mor renkli fonun ortasındaki "Cadılar Kenti" sözlerinin hemen altında, süpürgeye binmiş kapkara bir cadı silueti bulunur. Sadece bunlar mı, Salem’deki ilkokullardan birinin adı, "Cadılar Tepesi İlkokulu", Salem Lisesi futbol takımının adı "Cadılar"dır, anahtarlıktan güneş gözlüğüne, her türlü hatıra eşyasının üzerinde bir cadı vardır ve Salem kenti, adının çağrıştırdığı, tam 316 yıl geride kalmış bir davadan alabildiğine yararlanarak, dünyanın dört bir yanından turistleri kendine çekmeye çalışır.
Salem kentinin gururla taşıdığı cadı sembolü, aslında gururlanacak değil, utanılacak bir geçmişin anısıdır. Cadı olduğu için asılan 14’ü kadın, 19 zavallının; suçlamaları kabullenmediğinden, taşla ezilerek idam cezasına çarptırılan bir adamın ve tutuklanan 150’den fazla kişiden beşinin, yargılanmayı beklerken cezaevinde öldüğü; kapkara bir anı. Bu felaketin tek nedeni de çocuklardır.
SALEM CADILARI DAVASI
1691’i 1692’ye bağlayan kıştı. Dışarıda diz boyu kar vardı ve Salem köyü papazı Samuel Parris’in 9 yaşındaki kızı Elizabeth ile yeğeni 11 yaşındaki Abigail’in tek eğlencesi Tituba’ydı. Tituba, Karayip Adaları’ndan satın alınan siyahi bir köleydi ve yerleri süpüren bol etekli rengarenk giysisi, kafasına doladığı kocaman türbanıyla mutfağın orta yerinde, bir o yana bir bu yana dönerek şarkılar söyler, dans eder, pişirdiği lezzetli çörekleri ikram eder, olmadı fal bakar, büyücülük gösterileri yapardı. Tituba’nın seyircileri arasına zaman zaman komşu çocuklar da katılırdı. "Mutfakta olup bitenler, aramızda kalacak" diye sıkı sıkı tembihlerdi Tituba. Papazın evinde fal bakıp büyü yaptığı ortaya çıkarsa, başının belaya gireceğini iyi biliyordu.
Ocak sonlarına doğru önce papazın küçük kızı, ardından yeğeni ve diğer komşu kızlar, durup dururken garip sesler çıkartmaya, eşyaları oraya buraya fırlatmaya, acayip şekillere bürünerek yerlerde çırpınmaya, bedenlerine iğnelerin batırıldığından yakınmaya başladılar. Köy, panik içindeydi. Papazın kızını uzun uzun muayene eden Dr. William Griggs, "Bir hastalık bulgusu yok, bunun içine cadı girmiş olmalı" deyince, dualarla cadıları kovmaya çalıştılar ama, nafile. Sonunda karar verdiler. Çocukları kurtarmanın tek yolu, içlerine cadıyı sokan ilk kişiyi bulmak ve ortadan kaldırmaktı. Günler süren ısrar ve baskı sonunda, papazın kızı ile yeğeni konuştu ve gece uyurken köle Tituba’nın kendilerine iğne batırdığını anlattı.
Tituba, 29 Şubat’ta tutuklandı, cadı olduğunu kabul etti ve şeytanı içine sokan iki kadının adını verdi. Önce bu kadınlar, ardından onların suçladıkları tutuklandı. Yıldırım hızında ilerleyen zincirleme bir olaydı sanki. Nisan ayı geldiğinde, Salem polis müdürü Samuel Brabrook’un cezaevine yolladığı 200’e yakın cadı adayı arasında, Tituba’nın suçladığı kadınlardan birinin dört yaşındaki küçük kızı Dorothy Good ile birlikte, hamileler, yatalaklar ve bir de papaz bulunuyordu.
Tutuklananların büyük bir bölümünün kadın olduğunu söylemeye lüzum yok. Zaten Adem’le Havva’dan bu yana ne kadar kötü iş varsa, kadınların başının altından çıktığına inanılmaz mı?
HAYALLER VE RÜYALAR GERÇEK OLUNCA
Yargıçtan çok, savcı rolü üstlenen Jonathan Corwin ve John Hathorne, çocukların hayalleri ve rüyalarını bile delil kabul etti. O tarihte Amerika’da geçerli İngiliz yasalarına göre, cadılığın cezası ölümdü. 10 Haziran 1692’de Salemli ilk kurban asıldı. 60 yaşındaki bayan Bridget Bishop’tu bu. İki kocası da erken yaşta ölmüştü. İçine şeytan girdiğinin bundan daha güvenilir bir kanıtı olamazdı. Salem cadıları birbiri ardı sıra asıladursun, yeni atanan İngiliz Bölge Valisi Sir William Phipps harekete geçti. Yargılamada hayal ve rüyaların delil olmasını yasakladı. Birkaç çocuğun uydurması yüzünden can verenlerin sayısı da, bu sayede yirmide kaldı.
Mutfak ortasında dans edip şarkı söyleyen Karayipli köle kadına ne olduğunu merak ederseniz, o, Salem ve çevresini saran hezeyanın hemen ilk günlerinde, cadı olduğunu kabul etmiş ve kendisine bu illeti bulaştıran iki kişinin adını verdiğinden (o kadınları zaten hiç sevmemişti), asılmaktan kurtulmuştu. Tituba, 1693 Mayıs’ında, Vali Phipps’in affettiği tutuklular arasında yer aldı ve başka birine satıldı.
Tituba’nın mutfağında eğlenen çocukların, neden o kış birdenbire kendilerini yerlere atmaya, garip sesler çıkartmaya ve hayaller görmeye başladığını da merak edersiniz herhalde. Büyük bir olasılıkla, çöreklerle birlikte yuttukları çavdar mahmuzundaki (Claviceps purpurea mantarı) ergot alkaloidlerinden. (LSD’nin sentezlendiği liserjik asit de, bir ergot alkaloididir)
Aradan 265 yıl geçtikten sonra 1957’de, Massachussetts Eyaleti yapılan hatadan ötürü resmen özür diledi. İdamların 300. yıldönümünde, mimar James Cutler’in tasarladığı anıt mezar açıldı. Ortasında, masum insanların boynuna geçirilen yağlı ipin sallandığına benzer akasya ağaçları var. Komşularının idamını seyreden Salemliler gibi, oracıkta sessizce dikilip durmaktalar.
Çocuk yuvasındaki karanlık tüneller
Her şey, 12 Mayıs 1983 sabahı, bayan Judy Johnson’un, 2.5 yaşındaki oğlunu, McMartin yuvasının önüne bırakıp gidivermesiyle başladı. Seksenine yaklaşan Virginia McMartin’in on yıllar önce kurduğu, şimdi kızı ve damadıyla birlikte işlettiği, çocuklarını gönderebilmek için insanların altı ay sıra beklediği, çok sayıda ödüle layık görülmüş popüler yuvanın öğretmenleri, bu beklenmedik misafire hemen sahip çıktı. Gün boyu onunla yakından ilgilendiler.
Bahçeye yerleştirilmiş, çocuğun boyunu aşan, gözü, kulağı, ağzıyla her şeyi yerli yerindeki tahta at, deve, zürafa, tavşan, ahtapot, dinozor ve ördek heykelciklerine bindirip salladılar. Sadece bunlar mı, tahta helikopterle uçuyormuş, tahta otomobil sürüyormuş gibi eğlenmesini, birbirine bağlı çelik borulardan kaymasını sağladılar. Hatta bayan Virginia’nın damadı Charles Buckey’in kendi elleriyle imal ettiği, McMartin yuvasına devam eden çocukların bir numaralı eğlencesi, birbirine eklenmiş, rengarenk ahşap kutulardan oluşan "tünel"in, bir ucundan girip ta diğer ucuna kadar emeklemesine bile yardım ettiler. Yuvalarının, oğlunu kapıya bırakan anne ve bu "tünel" yüzünden yıkılacağını nereden bileceklerdi.
Akşama doğru, bayan Judy çocuğunu almaya geldi. Kocasından boşandığını, parasız kaldığını, diğer oğlunun beyin tümörünü anlattı. Yuva sahipleri ona ve oğluna acıdılar. Sonbahara dek, çocuğu yuvaya bedelsiz kabul ettiler. Çocuğunu terk edip giden kadının bazı ruhsal sorunları olduğunu hiç akıllarına getirmediler.
POLİSİN AKIL ALMAZ MEKTUBU
12 Ağustos 1983 günü, Judy Johnson polisi aradı ve McMartin yuvasının sahibi bayan Virginia’nın torunu 25 yaşındaki Ray’in oğlunu taciz ettiğini bildirdi. Durumu araştırmak üzere görevlendirilen kadın polis Jane Hoag, Judy’nin 2.5 yaşındaki oğluyla görüştü ve her aldığı yanıtı, annenin anlattıklarını destekler biçimde yorumladı. Ardından, yuvaya devam eden on kadar erkek çocukla konuştu. Hatta onları bir adli tıp uzmanına muayene bile ettirdi. Cinsel tacizi kanıtlayacak hiçbir ipucuna ulaşamamakla birlikte, suçlanan gencin yatak odasında Playboy dergisinden kesilmiş birkaç çıplak kadın fotoğrafı buldu ve 7 Eylül günü onu tutukladı.
Los Angeles bölge savcılığı, doğal olarak, kadın polisin sunduğu delilleri yeterli bulmadı. Bunun üzerine Jane Hoag’un aklına "dahiyane" bir fikir geldi. Müdür Harry L. Kuhlmeyer, son yıllarda McMartin yuvasına çocuğunu göndermiş 200 kadar aileye özel bir mektup yollayacaktı.
"Kayıtlara göre, çocuğunuz McMartin yuvasına gitmiş ya da halen gitmektedir" diye başlıyordu, 8 Eylül tarihli mektup. "Yürütmekte olduğumuz bir soruşturmaya yardımcı olmak üzere, ona şu soruları sormanızı rica ederiz. Acaba, yuvada çalışmakta olan Ray Buckey adlı kişi, cinsel organlarını, kalça ve göğüslerini elledi mi? Oral sekse zorladı mı? Soyup, fotoğraflarını çekti mi? Lütfen bu mektubun içeriğini başkalarıyla paylaşmayın." Paylaşmamaları mümkün müydü? Konu, ertesi sabah gazetelerin birinci sayfasındaydı ve sadece McMartin yuvasına çocuklarını gönderenlerin değil, tüm ülkenin kaygısı haline dönüşüvermiş, aileler çocuklarını sorgulamaya, doktorlara muayeneye götürür olmuştu.
YANLIŞ SORULARA UYDURMA CEVAPLAR
İzleyen bir yılda yüzlerce çocuk, Los Angeles’taki Uluslararası Çocuk Enstitüsü uzmanları tarafından sorguya çekilecek, muayene edilecek ve bunlardan 360’ının cinsel tacize uğradığı iddia edilecekti. Çocukların bir bölümü, sadece cinsel tacizle ilgili ayrıntı vermekle kalmıyor, uçan cadılar gördüğünü, balonla havalara çıktığını, zorla yeraltı tünellerine sokulduğunu, bebeklerin ve kedilerin tuvalete atılıp üzerine su döküldüğüne tanık olduğunu anlatıyordu.
McMartin soruşturması üç yıl sürdü. Yuva sahipleri ve öğretmenlerin yargılanması da iki yıl. Bu arada, Judy Johnson alkol komasından öldü ve oğlunu kapı önüne bıraktığı sırada psikiyatrik tedavi gördüğü ortaya çıktı. Savunmanın bilirkişileri, çocukların, "Burana dokundu, değil mi? Canını acıttı değil mi?" gibisinden sorularla yönlendirildiğini, bu yüzden gerçek olmayan şeyleri, gerçekmişçesine anlattığını kanıtladılar.
Ayrıca, muayeneler sırasında çekilen fotoğrafların hiçbirinde cinsel taciz bulgusuna rastlanmadı. Yıllarını boşu boşuna cezaevinde geçiren Playboy meraklısı genç ile anası dahil, suçlananların hepsi beraat etti. Bugün, McMartin yuvasının bulunduğu yerde, yeller esiyor. Neden mi? Polis, arkeologları da yanına almış, günlerce bahçeyi ve binanın bodrumunu kepçelerle altüst ederek, meşhur karanlık tünelleri aramıştı da ondan.
ABD’den getirdiğimiz uygulamalar
Günümüzde uzmanlar, bir olayın tanığı çocukların, hatta üç yaşındakilerin bile anlattıklarına, bellekleri yönlendirici sorularla "kirletilmediği" sürece itibar edilebileceğinde uzlaşıyor ve Batı dünyası neredeyse 20 yıldır tanık, fail ya da mağdur küçüklerin beyinlerinde bu kirlenmenin olmaması için, onlarla belirli koşullarda ve belirli teknikler kullanarak görüşüyor. 2002’de, sokakta oynayan 6 yaşındaki kız çocuğu Sarah Ahn’ın, 5 yaşındaki arkadaşı Samantha Runnion’u kaçıranı ve otomobilini tarif edebilmesi sayesinde failin birkaç günde yakalanması, ders kitaplarına girmiş bir örnek.
1998’de, Adli Tıp Enstitüsü’nden bir grup öğretim üyesi ve öğrenciyle birlikte, kendi finanse ettiğimiz inceleme gezisinin amaçlarından biri de, Amerikan polisinin bu alandaki uygulamalarını yerinde görmekti. Adli Bilimler doktoru pedagog Neylan Ziyalar, daha sonra Alman hükümetinin bursuyla Berlin Üniversitesi’ne gitti, konunun dünyaca ünlü uzmanlarından Prof. Dr. Max Steller’in yanında çalıştı. Çocuk Mahkemeleri mensupları için "Çocuklarla Kriminolojik Amaçlı Görüşme Teknikleri Sertifika Programı" düzenledik, 2001’de Ankara’daki I. Ulusal Çocuk ve Suç Sempozyumu’nda konuya dikkat çektik.
Aynı dönemde, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman’a, çocuklarla görüşme tekniklerinin soruşturmadaki önemini anlattığımda, İstanbul’da bir merkez kurmamı istedi. İç düzenlemesinden, çalışacak personelin eğitimine kadar tüm sorumluluğunu üstlendiğimiz Jandarma Çocuk Merkezleri’nin ilki 23 Ekim 2001’de İstanbul, Bahçeşehir’de faaliyete geçti. Bu pilot uygulamayı, Jandarma Genel Komutanlığı’nın Türkiye’nin değişik yerlerinde kurduğu aynı yapıda yedi merkez ve Emniyet Teşkilatı’nın paralel girişimleri izledi.