4 Ocak 2001 günü, çekiçle başına vurulan, boğazı kesilen, defalarca bıçaklanan, henüz 12 yaşındaki Hande Çinkitaş’ın avucunda saç telleri bulunduğunda ne kadar umutlanmış, bu ipucuyla polisin katile ulaşacağını sanmıştık.
Daha sonra, DNA analiziyle saçların saldırgana değil, küçük kıza ait olduğunun anlaşıldığını öğrendik. Saç telleri ve tırnakların altından alınan doku örnekleri, hálá korunuyor mu bilmiyorum. Bu örnekler yeniden çalışılsa, belki bir sonuca varılabilir diye düşünüyorum.
Kendilerini savunmaya çalışmış mağdurların avuçlarında ya da tırnak altlarında, saldırgana ait saç tellerine, kıllara rastlanması istisna değildir. Elbette bu saç ve kıllar, ölenin kendisine de ait olabilir. Bu nedenle İstanbul’da işlenen bir çifte cinayette, annenin avucundaki saçları inceleyen ilk laboratuvarın DNA analizinden sonuç alamaması, bizi bu çok önemli delilden vazgeçirmemeli ya da Malatya’nın bir köyünde, iple boğulan ve bıçaklanan kişiyi öldürenin kim olduğu, ikrara rağmen, ipteki terin ve mağdurun avuçlarında bulunan saç tellerinin DNA verileriyle desteklenmeli. Söz saç telinden açılmışken, daha DNA analizinin hayal bile edilemediği yıllarda, yaratıcı, sabırlı ve ısrarcı olanların, saç tellerinden yola çıkıp, gerçeğe nasıl ulaştığını gösteren bazı örnekler vermek istiyorum. Bu arada, Hande Çinkitaş cinayeti ya da İstanbul ve Malatya saldırılarıyla ilgisi bulunmayan, ancak beni ciddi olarak kaygılandıran bir başka konuyu da sizinle paylaşacağım.
YİĞİTLERİN YOĞURT YİYİŞİ BAŞKADIR
Bir dava dosyasında, "Tarafımızca kullanılan yöntemlerin dışında dünyada başka gelişmiş bir yöntem bulunmuyor" cümlesine ilk kez rastladığımda hayret etmiş, bilirkişi raporunu kaleme alanın genç bir uzman olduğunu, cümlenin, raporu imzalayan yetkilinin dikkatinden kaçtığını düşünmüştüm. Geçenlerde aynı cümle, bir başka adli dosyada yine karşıma çıktı. Yine genç bir uzman tarafından kaleme alındığını ve yine imzalayan yetkilinin dikkatinden kaçtığını ummak istiyorum. Çünkü, delillerin incelenmesinde kullanılan teknolojiler öylesine hızlı bir biçimde gelişiyor ki, konusunu bilen hiçbir bilirkişi, böyle bir genellemede bulunmaz.
Ayrıca, "her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır" deyişi, özellikle kriminal laboratuvar çalışanları için geçerlidir. Ellerindeki teknik olanaklar eşit olsa da, birinin düşünemediğini diğeri düşünür, başaramadığını başarır. Adli bilimler tarihi, tekrarlanan otopsiler, yeniden açılan mezarlar, uzun yıllar sonra yeniden incelenen deliller ve her ne pahasına olursa olsun çözüm üretmeye çalışanlar sayesinde ulaşılan gerçekler, yakalanan katillerle doludur.
Sınırdaki aşkın acı sonu
Gençtiler. Biri sınırın bir yanında, diğeri öte tarafındaki kasabada otururdu. Kız, 16’sındaydı ve öğrenci. Gündüzleri bir matbaada çalışan, kimi geceler kasabanın kulüplerinden birinde saksofon çalan ve açık yeşil renkte bir otomobil kullanan erkek ise, 20’lerinin başındaydı. Birkaç ay önce tanışmışlardı. Ara sıra buluşurlardı. Gözlerden uzak pek fazla yer olmadığından, onlar da tıpkı diğer gençler gibi, nehrin iki yanı boyunca uzanan hafif meyilli çakıllı araziye park eder, sohbet eder, müzik dinler, öpüşüp koklaşırdı.
Genç kız, 1958 yılının mayıs ayında bir öğleden sonra "alışverişe" diyerek evinden çıktı, saat 16.00 sularında bir pastaneye girip üzeri çikolata kaplı bir bar satın aldı, 10-15 dakika sonra, yanına yaklaşan açık yeşil bir otomobilin sürücüsüyle konuştu, saat 17.00 ile 18.00 arasında açık yeşil otomobilin içinde, nehrin kıyısındaydı. Görgü tanıkları böyle söylüyor. "Görgü tanıkları" diyorum, çünkü genç kız o gece eve dönmedi. Babası elde fener, polislerle birlikte kıyı boyunca kızını aradı. Önce ayakkabısını buldu, daha sonra göğsünde ve sırtında çok sayıda bıçak yarası bulunan cesedini.
Gecenin karanlığında, el fenerlerinin ışığı altında, kan birikintisi üzerindeki lastik izlerinin kalıbını çıkartmaya çalışan bir polis memuru, çakıl taşları arasında parıldayan açık yeşil renkte iki küçük parça buldu. Biri, toplu iğne başından az büyüktü. Diğeri ondan biraz daha irice, kalp şeklini andıran bir parçaydı. Bunların, hızla dönen otomobil lastiğinin fırlattığı çakıl taşlarının, otonun boyasından koparttığı parçacıklar olduğunu düşündüler. "Delil olur" diyerek, özenle bir zarfa koydular.
MİDEDEKİ ÇİKOLATA VE DİĞER DELİLLER
Genç kızın otopsisini yapan adli tıp uzmanına göre, ölüm nedeni göğsündeki bıçak yaralarıydı, cinsel saldırı belirtisi yoktu. Ölüm zamanını, midesindeki çikolatanın sindirim derecesinden yola çıkarak saptadı. "Saat 19.00’dan önce" dedi. Bu bilgilerle, görgü tanıklarının anlattıklarını birleştiren polis, doğal olarak karşı ülkenin komşu kasabasındaki matbaa işçisinden kuşkulandı.
Genç adam, aracının torpido gözündeki yarısı ısırılmış çikolatalı barın üzerindeki ruj renginin, genç kızın dudağındaki ruju tutmasına, çakıllar arasındaki kalp şeklindeki açık yeşil parçanın, sağ çamurluktaki boyası kopmuş yere tam olarak uymasına rağmen, o akşam genç kızla birlikte olduğunu inkar etti, savcılık da eldeki delilleri yargılamaya yeterli bulmadı. (Cinayet 50 yıl önce değil de günümüzde işlenmiş olsaydı, katilin yalan söylediğini kanıtlamak hiç de zor olmayacaktı. Çikolatanın ısırıldığı yerdeki tükürüğün kıza ait olduğu DNA analiziyle belirlenecek, ruj izinin sadece rengine bakılmayıp, kızın dudağındaki rujun fiziksel ve kimyasal özelliklerini aynen tuttuğu gösterilecek, benzer biçimde boya parçasının da, matbaa işçisinin 1952 model yeşil Pontiac’ından koptuğu saptanacaktı.)
İKİNCİ OTOPSİDE BULUNAN SAÇ TELİ
Kimi zaman, polisin, savcının, avukatın, ailelerin, hatta sivil toplum örgütlerinin ısrarı üzerine, ikinci kez otopsi yapılır. Çikolata parçası üzerindeki rujla, otomobilin boyasından kopan yeşil parçanın suçlamaya yetmediği bu cinayette de polis, genç kıza yeniden otopsi yapılmasını istedi. Nitekim, Amerikalı matbaa işçisi John Vollman’ı, Kanadalı öğrenci Gaetane Bouchard’ı öldürmek suçuyla idama mahkum ettirecek (cezası, daha sonra, ömür boyu hapse çevrildi) delile de, bu sayede ulaşıldı. Bu delil, genç kızın tırnağı altındaki beş santim uzunluğundaki bir tek saç teliydi ve bu telin kime ait olduğunun saptanmasında o güne değin hiç akla gelmemiş bir yöntem kullanıldı.
Tırnağın altında bulunan saç telinin yanı sıra, ölen kızın ve şüphelenilen adamın saçlarında, nötron aktivasyon analizi adı verilen bir yöntemle, arsenik, sodyum, bakır, çinko ve brom düzeyleri ölçüldü ve bunların birbirine oranı hesaplandı. Tırnağın altındaki tel ile adamın saçında, bu oranlar birbirinin aynı, kızın saçında ise farklıydı. "Tırnağın altındaki telin verdiği oranlarla şüphelinin saçındakilerin birbirini tutması bir rastlantı olabilir", diye düşündüler ve sınırın her iki tarafındaki kasabalarda oturan yüzlerce kişiden saç teli toplayarak, hepsini incelediler. Hepsinin saçındaki arsenik, sodyum, bakır, çinko ve brom düzeylerinin oranı birbirinden farklıydı. Böylelikle element oranlarının kişiye özgü olduğu kanıtlandı, yeşil otomobilli adamın genç kızı öldürdüğü kesinleşti. Nötron aktivasyon analizinin, bir cinayeti aydınlatmakta kullanıldığı tarihteki ilk dava, budur.
KARISINI ZEHİRLEYEN TEĞMEN
Daha sonra, nötron aktivasyon analiziyle saçların incelenmesi, başka cinayetlerin aydınlatılmasına da ışık tuttu. Örneğin, yine 1958’de, teğmen Marcus Marymount’un, kendisini bir başka kadınla yakalayan karısı Mary’yi arsenikle zehirlediği, bu şekilde ortaya çıktı. Kadının uzun saçlarında, dipten uca doğru belli aralıklarla arsenik vardı. Yani vücuduna birçok kez arsenik girmiş, yavaş yavaş zehirlenmişti. Kadın saçının ne hızda uzadığı ve yutulan arseniğin saça ne kadar sonra geçtiği biliniyordu. Bu verilere dayanarak, Mary’nin hangi zaman dilimlerinde arsenik yuttuğu hesaplandı. Aksilik bu ya, hepsi, teğmenin izinli olduğu günlere denk geldi.
Kuzey Kutbu’nda cinayet
1968 Ağustosu’nda, ABD’de Dartmouth Üniversitesi’nden profesör Chauncey Loomis ve patolog Dr. Franklin Paddock, Kuzey Kutbu’na 800 kilometre uzaklıktaki bir mezarı açtı. Bayrağa sarılı ve soğuk nedeniyle hemen hemen hiç bozulmamış cesetten, kemik, tırnak ve saç örnekleri alarak geri döndüler. Kuzey Kutbu’nu bulmak üzere Polaris gemisiyle yola çıkan, içtiği bir kahveden sonra rahatsızlanan, üç ay kadar sonra, 7 Kasım 1871’de, hedefine ulaşamadan ölen Amerikalı Charles Hall’ün mezarıydı bu. Seyir defterine, gemi doktorunun kendisini zehirlemekte olduğunu yazmıştı. Yapılan resmi soruşturma sonucunda, ölümü bir beyin kanamasına bağlanmış, konu da bu şekilde kapanmıştı.
100 yıl sonra Hall’un iki vatandaşı, gerçeği bulmak üzere yollara düşmüştü. Toronto Adli Bilimler Merkezi’nde yapılan nötron aktivasyon analiziyle, saçının dipten üç santim kadar uzaklığında, yoğun biçimde arsenik bulundu. Tırnağının dip kısmındaki arsenik miktarı, milyonda 24.6 kısım, ucunda 76.7 kısımdı. (Milyonda kısım, ya da ppm, toksikolojide yaygın kullanılan bir birimdir.) Saçın ayda yaklaşık bir santim uzadığı, yutulan arseniğin tırnağın uç kısmına 103 günde ulaştığı biliniyordu. Kaptanın, iddia ettiği gibi, ölümünden üç ay önce arsenikle zehirlendiği böylece kanıtlandı. Onu zehirleyen doktorun yargılanması ise mümkün olamadı. Öleli 80 yıl olmuştu.
Yutulan arseniğin, tırnağın ucuna 103 günde ulaştığı nasıl biliniyormuş diye merak edersiniz belki. Bilim uğruna, kendi üzerinde deneyler yapan çok olmuştur. İngilizlerin Aldermaston Adli Bilimler Laboratuvarı’nın yıllarca başkanlığını yürütmüş Dr. Alan Curry de bunlardan biriydi. Saça, sakala, tırnağa arseniğin ne zaman ulaştığını, 1960’lı yılların başında ufak dozlarda arsenik yutarak bulmuştu. Toksikoloji alanına katkılarından ötürü, 2002’de Lucas Madalyası’na layık görülürken, göğsüne kadar uzanan ak sakallarını o günlerin anısına bir daha kesmediğini anlatıyordu.
SAÇ TELİYLE İDAM KARARI
Aynı saç telinin her bir milimetresinde, aynı anda birden fazla elementin analizine imkán vermek gibi çok üstün bir yeteneğe sahip nötron aktivasyon analizinin adli amaçlı kullanımı, nötron kaynağı için bir reaktör gerektirdiği ileri sürülerek, zaman zaman engellenmeye çalışılmıştır.
Hatta 4-5 yıl önce ölen, 1917 Los Angeles doğumlu kimyacı profesör Vincent Perrie Guinn, bu analiz tekniğinin suçların aydınlatılmasında ne denli vazgeçilmez olduğunu anlatabilmek amacıyla, ABD Atom Enerjisi Komisyonu için, iki kısa film hazırladı. 1990’lı yıllarda profesör Guinn ile birlikte Maryland Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü B108 Reaktörü’nde çalışan Dr. Rabia Demiralp, inceledikleri saçlarla bir seri katili ortaya çıkarttılar.
Blanche Kiser Moore adlı kadının 50’li yaşlarındayken arsenikle sevgilisini öldürdüğü, ilk kocası ve babasını öldürmüş olabileceği, ikinci kocasını da öldürmeye kalkıştığı, ikisinin gerçekleştirdiği nötron aktivasyon analiziyle anlaşıldı. Blanche Kiser Moore, bu bilirkişi raporu üzerine idama mahkum edildi. Üst mahkemelere yaptığı itirazlar sonuçsuz kaldı. 11 Mayıs 2004 günü iğneyle infaz kararı kesinleşen ve 17 Şubat 2007’de 74. doğum gününü Kuzey Karolina’nın bir cezaevinde kutlayan Blanche Kiser Moore, halen idamı bekleyen 49 Amerikalı kadından biri.