Sevil Atasoy

Beynim yıkandı suçsuzum hakim bey

25 Şubat 2007
Ksi Nao, rızası olmadığı halde bir kişiye, genellikle kendiyle çelişen davranış, inanç ve bilgiyi yerleştirmek amacıyla gösterilen sistematik gayretin Çincesi. Yani karate, kung fu ya da tekvando benzeri bir savaş sanatı değil, basitçe "beyin yıkamak". Çin Halk Cumhuriyeti’nde, devrimin gerektirdiği düşünce sistemini benimsemeyen vatandaşların "yeniden eğitimi" için, kuruluş yıllarında kullanılan, baskıyla ikna yöntemlerinin resmi adı. Günümüzde, avukatlarca başvurulan bir savunma stratejisi.

Tarih öğrencisi genç kızla nişanlısı için tadına doyulmaz, soğuk bir kış akşamıydı. Heyecan doruktaydı, düğünleri yaklaşmıştı, eksik kalan ayrıntıları gözden geçiriyorlardı. Saat 10’a yaklaşırken kapı çaldı. Genç adam "Kimsiniz?" diye sordu. Bir kadın, otomobilinin bozulduğunu, telefon etmek istediğini söyledi. Kapı açılır açılmaz, ellerinde otomatik silahlarla iki zenci içeri daldı, etrafa ateş etmeye başladılar, damadı dövdüler, üzerinde sabahlığı, ayağında terlikleri, saçlarında bigudileri, çığlıkları yeri göğü inleten gelini sürükleyerek götürdüler, çalıntı beyaz Chevrolet otomobilin bagajına tıktılar, pencerelere çıkan komşulara, bir yandan "Halkın kanıyla beslenen faşist böceklere ölüm" diye haykırdılar, bir yandan kurşun yağdırdılar ve hızla uzaklaştılar. Olay yeri, ABD’nin California eyaletinde üniversitesiyle ünlü Berkeley, 2603 Benvenue Caddesi, No. 3. Tarih, 4 Şubat 1974’tü.

Kaçırılan kız, "Başlık ne kadar büyük olursa, haber de o kadar önem kazanır", diyen ve gazeteleri, dergileri, koleksiyonları, madenleri, topraklarıyla dünyanın en zengin iş adamlarından biri olan William Randolph Hearst’ün (Orson Welles’in 1941 yapımı Yurttaş Kane’i) 19 yaşındaki torunu Patricia’ydı. Olayı, beyazlarla siyahların, yaşlılarla gençlerin aynı amaç uğruna kenetlenebileceğine inanan, silahlı eylemlerle para toplayan, okul kimliklerine fotoğraf yapıştırılmasını istediği için, bir başmüfettişi siyanürlü mermiyle öldüren, radikal sol görüşlü Simbiyoz Kurtuluş Ordusu üstlendi.

ADINI DEĞİŞTİREN GELİN

Örgüt, Patricia karşılığında, tutuklu bulunan üyelerinin serbest bırakılmasını istedi; işe yaramayınca, Hearst ailesinin, California’nın evsizlerine toplam 400 milyon dolar değerinde yiyecek yardımı yapmasını şart koştu. Baba Hearst’ün 6 milyon dolarlık bağışı yeterli bulunmayıp, pazarlıkların sürdürdüğü sırada beklenmedik bir şey oldu.

17 Nisan 1974 günü, Hibernia Bankası’nın San Francisco’daki Sunset şubesi soyuluyordu ve boynuna asılı tüfeğiyle müşterilere bağıran, yere yatmalarını emreden, uzun boylu, dalgalı siyah saçları omuzlarına dökülen güzel kadın, iki aydır kendisinden haber alınamayan gelinden başkası değildi. Örgüt için ailesini, tüm servetini ve adını terk etmişti. Artık, Che Guevara’nın yanıbaşında savaşan, Tamara Bunke Bider’in anısına, Tanya’ydı.

Bankanın güvenlik kamerasına yansıyan görüntüleri inceleyen savcılık, Patricia’nın soyguna kendi isteğiyle katıldığı sonucuna vardı ve tutuklama emri verdi. Kısa süre sonra 500 polis, örgütün Los Angeles’taki bir hücre evini saracak, karşılıklı açılan ateşte 9 bin mermi harcanacak, çıkan yangından kurtulmak için dışarı fırlayan üç örgüt üyesi öldürülecek, ikisi dumandan boğulacak, biri intihar edecekti. Patricia oradaydı ve kurtulmayı başarmıştı.

18 ay sonra FBI ajanları, San Francisco’da bir örgüt evini bastılar. Üzerine yedi başlı kobra yılanının resmedildiği kızıl bayrak önünde, sol yumruğunu havaya kaldıran genç kadına "Adın ne?" diye sordular, "Tanya" dedi. "Ne iş yaparsın?" diye sordular, "Şehir gerillasıyım" cevabını aldılar.

ANILARINI YAYINLAMAK İSTEYEN AVUKAT

Patricia Hearst’ün savunmasını avukat F. Lee Bailey üstlendi ve ilk işi, bir milyon dolar kefalet karşılığında tutuksuz yargılanmasını sağlamak oldu. Bailey, ünlü bir avukattı. Karısını öldürmekten yargılanan ve "Kaçak" adlı diziye de konu olmuş doktor Sam Sheppard’i beraat ettirmiş, "Boston canavarı" adıyla bilinen Albert DeSalvo’yu idamdan kurtarmış, Vietnam’daki 1968 My Lai katliamının sorumlusu olarak yargılanan Yüzbaşı Ernest Median’ı başarılı biçimde savunmuştu. Bailey, banka soygunundan yargılanacak Patricia’nın avukatlığı için hiçbir ücret istemedi, ancak bir şartı vardı. Patricia, davanın bitimini izleyen bir buçuk yıl boyunca hatıralarını yayınlamayacaktı. Avukat, kızı beraat ettireceğinden öylesine emindi ki, kendi yayınlayacağı kitabın "en çok satanlar" listesine girmesi için önlem alıyordu.

BEYNİ Mİ YIKANDI, AŞIK MI?

Zamanın Harvard Hukuk Fakültesi profesörlerinden Alan Dershovitz’in "dramatik, politik bir tiyatro" diye nitelendireceği yargılama, 24 Ocak 1976’da başladı. Bilirkişi Dr. Joel Fort’un raporuna dayanan savcı James Browning, banka soygununun video kayıtlarıyla, kaçırıldıktan sonra ailesine gönderdiği fotoğraf, mektup ve ses bantlarından, Patricia’nın bir "suçlu görünümüne", "suçlu ses tonuna", "suçlu yazı stiline" sahip olduğunu ve terör eylemlerine kendi isteğiyle katıldığını iddia etti.

Savunmanın bilirkişilerinden psikolog Margaret Singer, Patricia’nın IQ değerinin kaçırılma öncesine göre anlamlı bir azalma gösterdiğini; Dr. Louis Joloyn, aşırı fiziksel baskı gördüğünü, beyin kontrolü alanında çalışmaları bulunan İngiliz psikolog Dr. William Sargant, ayrıca Dr. Martin Orne ve Dr. Robert Jay Lifton, "beyninin yıkandığını", Simbiyoz Kurtuluş Ordusu’nun siyasi görüşlerini benimsetmek amacıyla gözleri ve elleri bağlı olarak bir bodrumda 57 gün tutulduğunu, değişik kişilerce defalarca ırzına geçildiğini, örgütün ideolojisini yansıtan konuşmalara zorlandığını, ailesinin onu reddettiğinin söylendiğini öne sürdüler. Savcı, Patricia’nın durumunun, Kore Savaşı sırasında Çinli komünistlerin elinde tutsak kalan genç askerlerin beyinlerinin yıkanmasıyla uzak yakın bir ilgisi bulunmadığını, kendisini kaçıranlardan birine aşık olduğu için eylemlere katıldığında ısrar etti.

Avukat Bailey, son savunma için ayağa kalktığında elleri titriyordu, yüzü kızarmıştı, dava sürecinde bilimsel bir toplantıyı yönetmek üzere Las Vegas’a gidip gelmekten yorgundu ve büyük bir olasılıkla sarhoştu. Önündeki su bardağını devirerek pantolonunun ön kısmını ıslattığında, jüri üyeleri kıkırdadılar. Sonuç belli olmuştu. Nitekim, 12 saatlik bir değerlendirme sonrasında jüri üyeleri, Patricia Hearst’ün suçlu olduğuna kanaat getirdiler. Patricia, banka soygunundan 25 yıl, ayrıca ruhsatsız ateşli silah taşımaktan 10 yıl hapse mahkum olsa da, üst mahkemeler cezasını yedi yıla indirdi ve Pleasanton Federal Cezaevi’ne gönderildi. 21 ay sonra, Başkan Jimmy Carter şartlı tahliyesini istedi, 2001’de diğer bir ABD Başkanı Bill Clinton, başkanlığının son gününde onu affetti ve vatandaşlık haklarının tümünü geri verdi.

PATRICIA EVLENDİ AVUKAT BARODAN ATILDI

Patricia Hearst, korumasıyla evlendi, iki kızı oldu, birkaç kitap yazdı, düşük bütçeli filmlerde oynadı ve medyanın pek rağbet ettiği, örgüt üyesine aşık olduğu senaryosunu hiçbir zaman kabul etmedi.

Avukat Bailey’e gelince, Patricia davası yaşamının en büyük yenilgisi oldu, umduğu kitabı yazamadı, yıllar sonra O.J. Simpson’u savunan takımın içinde yer aldı, bazı müvekkillerinin şikayeti üzerine 2001’de Florida ve 2002’de Massachusetts barolarından kaydı silindi. Halen, ikincisiyle mahkemelik.

Patricia’nın dayak yiyen nişanlısını hatırladınız mı? Kızcağız daha mahkemeye çıkmadan, nişanlının "Patty Hearst’ü Ararken" adlı kitabı piyasaya çıkmıştı bile. Kitabı okuyanlar, "Patricia’nın kaçırıldıktan sonra neden eve dönmeyip, teröristlere katıldığını şimdi anladık" dediler.

BU DA LİMA SENDROMU

Tabii, bir de işin öbür yüzü var. Yani rehin alınanın rehineciye bağlanması değil de, tam tersine, rehinecinin rehin aldığının suyuna gitmesi. Onun adı da "Lima sendromu." 17 Aralık 1996’da Lima’daki Japon Büyükelçiliği’ni basan ve onlarca asker, diplomat, işadamını dört ay rehin tutan Peru’nun Marksist Leninist Tupac Amaru Devrimci Hareketi’ne bağlı 14 üyeden bazılarının, bu süre içerisinde siyasi görüşlerini değiştirdiği öne sürülse de, silahlı kuvvetlerin kurtarma operasyonu sırasında (ya da bazı görgü tanıklarının anlattığı gibi, daha sonra) tamamı öldürüldüğünden, ne olup bittiği açıklık kazanamadı ve romanlara konu olmaktan öteye gidemedi.

Beyninin yıkandığı söylenenler

Çok sayıda bilimsel makale, tehdit, gözdağı, şantaj, ırza geçme, aç ve susuz bırakma, aşağılama, suçluluk duygusu oluşturma ve benzeri baskılarla kişilerin beyinlerinin yıkanabileceğini, böylelikle rıza dışı inanç ve davranış değişikliklerine yol açılabileceği ve bu nedenle kişilerin dönüşüm sonrası eylemlerinden sorumlu tutulmaması gerektiğini savunur.

Hatta, halen Pittsburgh Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde görev yapan profesör Richard Delgado, ilk kez 1970’lerde, bazı kişilerin din değiştirmesini, tarikatlara girmesini, belli bir biçimde giyinmesini de beyin yıkamaya bağlamıştır. Ancak bu farklılaşmanın, kişinin rızası olmadan gerçekleştiğini kanıtlamak zordur. Nitekim Partricia Hearst’ü kurtarmaya yetmeyen beyin yıkama savı, Taliban tarafında savaşırken Afganistan’da esir alınan 1981 doğumlu, Müslümanlığı seçmiş Amerikan vatandaşı John Walker Lindh’in, ülkesindeki yargılanışında da gündeme geldi, ancak, 20 yıllık mahkumiyetini engelleyemedi.

Beyin yıkama, 2002 sonbaharında Washington ve çevresinde terör estiren, 10 kişiyi öldüren, üç kişiyi yaralayan keskin nişancı John Allen Muhammed’le birlikte eylemlere katılan 17 yaşında Lee Boyd Malvo’nun yargılanmasında da konu oldu. Gerek savunmanın bilirkişisi psikiyatr Neil Blumberg, gerekse iddia makamının görevlendirdiği psikolog Dewey Cornell, evlilik dışı bir çocuk olan Malvo’nun, son üç yılını birlikte geçirdiği ve baba yerine koyduğu Muhammed tarafından "iyi ve kötüyü ayıramayacak ve her emredileni yapar" hale getirildiğini, bir anlamda beyninin yıkandığını bildirdiler. Suç işlediği sırada 17 yaşındaki Malvo, savcının idam istemine karşılık, ömür boyu hapis cezasına mahkum oldu. 1985’te İslamiyeti seçen, soyadını Williams’tan Muhammed’e değiştiren ve Pakistan terör grubu "Jamaat ul-Fuqra" sempatizanı olduğu bilinen seri katil John Allen ise ölüm cezasına çarptırıldı.

STOCKHOLM SENDROMU

Cezaevinden firar eden bir mahkum, 1973 yılı yazında, İsveç’in başkenti Stockholm’ün orta yerindeki bir banka şubesinin dört memuresini rehin alır ve karşılığında para, silah, çelik yelek, koruyucu kask, otomobil ve aynı hücreyi paylaştığı arkadaşını ister. Bunlardan sadece sonuncusu kabul edilir. Psikiyatr Nils Bejerot desteğinde İsveç polisi, rehinecilerle 131 saat boyunca pazarlık eder, sonunda bankanın tavanında açtığı delikten gaz püskürterek memureleri kurtarmaya çalışır.

Buraya kadar her şey normal gibi gözükse de, rehinelerin, polisten korktuklarını söyleyerek, altı gün boyunca tutsağı oldukları kişilerden ayrılmak istememeleri, şikayetçi olmamaları, savunacak avukatın parasını toplamaları ve lehte tanıklık etmeleri şaşkınlık uyandırır. Bir radyo programı sırasında Dr. Bejerot, evvelce hiç karşılaşılmamış bu davranış için, "Stockholm sendromu" kavramını ilk kez kullanır.

Sonraki yıllarda gerçekleştirilen araştırmalar, dış dünyadan kopartılan, ölüm tehdidi altındaki rehinenin, zaman zaman gördüğü iyi muamele yüzünden (örneğin su içmek), başlangıçtaki korku ve nefret yerine, hayatını bağışlayana şükredebileceğini, 3-4 günlük tutsaklığın buna yetebileceğini gösterdi.

Bu nedenle çok sayıda hukukçu, medya baronunun torunu Patricia Hearst’ün savunmasında yanlış bir stratejinin yürütüldüğü, "Beyin yıkama" değil, "Stockholm sendromu" kullanılsaydı, beraat edebileceği görüşündedir.

Eldeki verilere göre, her 100 rehin alınan kişiden sadece sekizinin Stockholm sendromu geliştirdiği, savaş tutsağı askerlerde bu duruma hiç rastlanmadığını, pek çok pilot ve hostesin, FBI’ın Davranış Biriminde görevli özel ajan Thomas Strentz’in 1980’lerde geliştirdiği yönergeler temel alınarak eğitildiğini belirtmekte fayda var.

"Stockholm sendromu" deyince, 2 Mart 1998’de 10 yaşındayken kaçırılan, tutsaklığın ilk birkaç yılını yerin iki buçuk metre altındaki beş metrekarelik hücrede geçiren ve sekiz yıl sonra kaçarak kurtulan Avusturyalı Natascha Kampusch’u anımsamamak ne mümkün. Polis kayıtlarında, genç kadının, yakalanacağını anladığında kendisini trenin altına atıp intihar eden Wolfgang Priklopil’in morgdaki cesedinin başında, mum yakıp dua ettiği yazılı.
Yazının Devamını Oku

Uyuyup gezenler, sevişip öldürenler

18 Şubat 2007
Geçen haftalarda, güneş battıktan sonra New York’un ünlü modern sanatlar müzesi MoMa’nın önünden geçenler, binanın dış duvarlarına yansıtılan Doug Aitken’in kısa metraj video filmlerini seyretme fırsatını yakaladılar. Serginin adı, "Uyurgezerler"di ve bana hayli ilginç tartışmaları anımsattı. Çocuklar ve erkeklerde daha sık görülen, yaş ilerledikçe azalan, her 100 erişkinin 2-4’ünde rastlandığı öne sürülen uyurgezerliğin (somnambülizm) beynin bir uyku evresinden diğerine geçişteki sorundan kaynaklandığı, bunun sonucunda bilinçten sorumlu korteks bölgesi hálá uyuduğu halde, hareket ve duygulardan sorumlu olan kısmının uyandığı düşünülüyor. Uyurgezerliğin kalıtımsallığı ise, Bram Stoker’in Kont Drakula’sındaki güzel vampir Lucy’nin, sadece kendisinin değil, hem anası, hem babasının uyurgezerliğinden bu yana, yani 100 yılı aşkın bir süredir gündemde.

Uyurgezerler, filmlerde ya da çizgi romanlardakinin aksine, gözleri kapalı, kollarını ileri uzatmış biçimde dolaşmaz. Uyurken kalkıp oturan, konuşan, ıslık çalan, giyinen, yıkanan, yiyip içen, dama çıkanlar, hiç kuşkusuz yakınlarını ciddi biçimde tedirgin eder, üstelik kendilerine zarar verip, ölebilirler. (Uyurgezer olduğunuz söyleniyorsa, Türk Uyku Araştırmaları Derneği’ne ya da akredite bir uyku bozuklukları merkezine başvurun.) Ancak, uyurgezerler, (ya da az sonra örneklerini okuyacağınız gibi, eylemleri sırasında uyuduğu iddia edilenler) araç kullanıp kaza yaptığında, ağzında sigara uçağın kapısını zorladığında, ırza geçip, adam öldürdüğünde, mahkemelik olmaları kaçınılmazdır.

Uyurgezerlik savunması, 1300’lerin başında Fransa’da toplanan 15. Ekümenik Konsey’in, kişilerin uyku sırasında adam öldürme ve yaralamalardan sorumlu tutulamayacağına dair deklarasyonundan bu yana, yargının kabusu olmayı sürdürüyor. Bir yanda avukatlar, serbest bırakılması için; öte yanda savcılar, cezaevine gönderilmesi için ellerinden geleni yapıyor. Kimi zaman ara yolda, özel güvenlik tedbirleri alınmasında uzlaşılıyor. Suçun ayrıntıları, bilirkişilerin görüşleri, bir jüri varsa eğer, üyelerinin önyargıları ve eğitimi, yargıcın yasaları yorumlayışı kararı etkiliyor.

Bu kargaşanın temel nedeni, kişinin suç işlerken uyuduğunu kesin kanıtlayacak bilimsel delillerin henüz bulunamamış olması. Beynin, manyetik rezonans ve tomografi gibi ileri görüntüleme teknikleriyle incelenmesinin bu konuya bir çözüm getireceği umuluyorsa da, henüz rutinde uygulanmıyor.

ÖLDÜRDÜ, YAKTI, KURTULDU

ABD’de 160 yıl önceki Albert Tirrell davası, avukat zaferiyle sonuçlanan örneklerden biridir. Maria Ann Bickford, Boston genelevlerinden birinde çalışır ve yaşardı. Sürekli müşterilerinden Albert Tirrell, karısı ve çocuklarını terk edip, genelev yakınlarına taşındığı yetmezmiş gibi, durmaksızın işi bırakması ve sadece onunla olması için ısrar etmeye başlamıştı.

27 Ekim 1845 günü Albert, genç kadını son kez ziyarete geldi. Bir ekmek bıçağıyla boğazını kesti, genelevi üç ayrı yerden ateşe verdi. Avukatlığını üstlenen zamanın ünlü hukukçularından hatip ve senatör Rufus Choate, müvekkilinin savunmasını, yakınlarınca bilinen uyurgezerliği üzerine kurdu. Jürinin ona inanıp, Albert Tirrell’i suçsuz bulması için, iki saat yetmişti.

İzleyen yıllarda, Türkiye dahil, dünyanın birçok yerinde katilleri savunanlar, uyurgezerliği defalarca kullandılar. Bunların 70 kadarında başarılı olunduğu biliniyor. (Aralarında Türkiye’den kimse yok.)

23 KİLOMETRE ARABA KULLANDI

ABD’de 1981’de Scottsdale, Arizona’da Steven Steinberg, karısı Elena’yı öldürmekle suçlandı. Mutfak bıçağını 26 kez saplamıştı. Steinberg, cinayeti kabullendi, ancak olanların hiçbir bölümünü anımsamadığını ileri sürdü. Kaliforniyalı psikiyatri uzmanı Dr. Martin Blinder, jüriyi sanığın cinayet sırasında uyumakta olduğuna ikna edince, Steinberg özgür bir adam olarak mahkemeden ayrıldı.

Kenneth Parks 23 yaşında genç bir Kanadalıydı. Evliydi, küçük bir kızı vardı. İşsizdi, kumar borçları birikmişti, sadece kendisinin uyurgezerliği değil, ailesinde de uyurgezerler olduğu biliniyordu. 23 Mayıs 1987 sabahı güneş doğarken yatağından kalktı, otomobiline bindi, 23 kilometre yol gitti. Hálá uyumakta olan çok sevdiği kayınvalidesini öldürdü, kayınpederini ağır yaraladı. Polise başvurdu. Kanlı ellerini göstererek "Galiba birilerini öldürdüm" dedi. Her iki elinin avuç içinde derin kesikler oluşmuştu.

İki yaşlıyı öldürmesi için bir neden bulunmayan, cinayeti ve saldırıyı hatırlamayan Parks’ı Toronto Üniversitesi’nden psikiyatri uzmanı Dr. Billings, bir psikolog, bir nörolog ve uyku alanındaki araştırmalarıyla ünlü Dr. Roger Broughton’dan oluşan ekip savundu. 25 Mayıs 1988 günü jüri onu suçsuz buldu. Kanada Temyiz Mahkemesi 1992’de kararı onadı.

BİR SİGARA İÇİP GELEYİM DEDİ

Uçmaktan korkan 34 yaşındaki Fransız yolcu Sandrine Sellies, Avustralya’ya gitmek üzere Cathay Pacific’in Hong Kong’dan kalkan uçağına bindiğinde biraz içmiş, bir de uyku ilacı almıştı. Bir saat kadar sonra bir eline sigarasını, diğerine çakmağını aldı, koltuğundan yavaşça kalktı, ön tarafa doğru yürümeye başladı ve çıkış kapılarından birini açmaya çalıştı. 21 Kasım 2005 günü çıkartıldığı Brisbane Sulh Hukuk Mahkemesi’nde, avukatı Helen Shilton yılların savunmasına başvurdu. Fransız kadının uyurgezerliğine inanan yargıç, bir yıl içerisinde aynı eylemi tekrarlaması halinde bin YTL para cezası ödemesine karar verdi.

UYURSEVİŞEN UYURGEZERLER

"Sexsomnia", bir başka deyişle uykuda seks, çiftler arasında görülürse pek mesele çıkmayabilir. Ama işi daha ileri boyuta götürenler de var. İki çocuk babası 33 yaşındaki müzik öğretmeni Allan Kellman’ın, 2000 yılını 2001’e bağlayan gece, aynı okulun erkek öğretmenlerinden Scott Barker’e tecavüzü, örneklerden biri. Bilirkişi seçilen uyku uzmanı profesör Ian Oswald, Körfez Savaşı’ndaki askerliğin yarattığı travmanın, uyurgezerliğini tetiklediğini, eylem sırasında davranışlarını yönlendirme yeteneği bulunmadığını bildirince Allan Kellman beraat ettiği gibi, okuldaki görevine dönmesine de izin verildi.

İngiliz James Bilton 22 yaşındaydı. Aynı yaştaki güzel kızla bir yıldır arkadaştılar. 2005 yılı başlarında bir lokantada yemek yedikten sonra Bilton’un evine gittiler. Ertesi sabah 10.30 sularında tutuklandı ve arkadaşının ırzına geçmekle suçlandı. Bilton, kanepede uyuyakalan arkadaşını uyandırıp, "Benim yatağımda yat, ben burada uyurum" deyişinden sonra yaptıklarının hiçbirini hatırlamıyordu.

Bilirkişi seçilen Dr. Irshaad O. Ebrahim, Londra Uyku Merkezi’nde günlerce süren ve uyku halindeyken kanın oksijenlenmesini, solunumu, bacakların, gözlerin hareketlerini, kasların ve kalbin işlevlerini ölçen ve değerlendiren polisomnografi ve diğer uyku testlerinin sonuçlarına dayanarak, Bilton’un saldırı sırasında uyuduğuna kanaat getirdi. Jüri ona inandı. Bilton beraat etti. Uyurgezerlerin yüzde 4’ünün, uyku sırasında cinsel içerikli eylemlerde bulunduğunu ileri süren Dr. Ebrahim, aradan iki yıl geçmesine karşın bir yandan kadın hakları savunucularının (tecavüzcüyü korudu diye), diğer yandan meslektaşlarının (yaptığı testlerle tanı konamaz diye) eleştirilerinden bir türlü kurtulamadı.

BIÇAKLADI, BOĞDUUYUYORDUM DEDİ

ABD’de Arizona eyaletinin Phoenix kentinden Bay Scott Falater, Motorola’da çalışan ve iyi kazanan bir elektronik mühendisiydi. 43 yaşındaydı ve 20 yıldır Yarmila ile evliydi. Mormon tarikatına sıkıca bağlıydılar, alkol, tütün, uyuşturucu kullanmazlardı, onlu yaşlarda iki çocukları ve bir köpekleri vardı. Komşuları, onları hep birbirine aşık bir çift olarak hatırladılar.

16 Ocak 1997 gecesi Bay Falater, havuz başında karısını 44 yerinden bıçakladı. Elini yüzünü yıkadı, üzerini değiştirdi, kanlı bıçağı, giysilerini, ayakkabılarını plastik poşete koyup, Volvo’sunun bagajına yerleştirdi. Hálá hayattaki karısının yanına döndü, ellerinden tutup havuzun kenarına çekti, kafasını suyun içine bastırdı. Bu sırada çocuklar üst katta uyuyor, köpek etrafta dolaşıyor, karşı komşu Greg Koons olan biteni hayretle seyrediyordu. Polise haber veren, bu komşuydu.

Avukatı Mike Kimerer, müvekkilinin geçmişte birkaç kez uyurken gezdiğini, o gece yine uyurken yataktan kalkıp havuzu tamire geldiğini, kendisini uyandırmaya kalkışan karısını, o sırada öldürdüğünü söyledi.

Falater, 45-50 dakika sürdüğü söylenen olayların hiçbir anını hatırlayamadı, ancak karısını bilinçsiz biçimde öldürdüğünü kabul etti. Savcılığın ve savunmanın uyku konusunda saygın, ünlü ve deneyimli bilirkişileri, Bay Falater’in cinayet sırasında davranışlarını yönlendirme yeteneği konusunda bir türlü anlaşamadı. (Zaten bilirkişilerin anlaştığı da pek görülmemiştir!) Bilirkişilerin kafa karıştıran söylemleri, jüri üyelerini de etkiledi. Bazıları olayların her aşamasında Bay Falater’in uyanık olduğuna, savunmanın tam anlamıyla "zırvaladığına", buna karşılık bazıları, bıçaklama sırasında uyuduğuna, daha sonra uyanarak delilleri ortadan kaldırmaya çalıştığına inandılar. Sonunda, Bay Falater’in suçlu olduğunda uzlaştılar. Yargıç Ronald Reinstein, bilirkişiler ve jüri üyeleri arasındaki görüş ayrılıklarını göz önüne alarak idam cezası veremedi ve 10 Ocak 2000’de, ömür boyu hapis cezasında karar kıldı.

REM’in gitaristi hostesle güreşti

REM, Rapid Eye Movements, (hızlı göz hareketleri) sözcüklerinin baş harflerinden oluşan bir kısaltmadır ve uykunun başlıca iki döneminden birini (diğeri nREM) tanımlar. 90 dakikada bir 5-30 dakikalık süreçler halinde ortaya çıkan REM uykusunda görülen rüyalar hatırlanır, bazı düzensiz kas hareketleri (göz gibi) izlenir, kalp atımları ve solunum düzensizleşir, tüm vücutta kas gerginliği azalır, buna karşılık beyin aktivitesi ve metabolizması artar.

Uyku tıbbıyla ilgilenenler REM ve nREM terimlerini sıklıkla kullanır, ama rock müziği severler için REM’in anlamı çok farklıdır. Onlara, 1980’li yıllarda kurulan bir Amerikan grubunu, buna ek olarak bana, grubun kurucularından gitarist Peter Buck’un başından geçen talihsiz olayı hatırlatır.

21 Nisan 2001 günü Peter Buck, Londra’nın Trafalgar Meydanı’nda Nelson Mandela onuruna vereceği konser için, ABD’nin kuzeybatı ucundaki Seattle’den kalkan British Airways’in BA048 sefer sayılı Boeing 747’sine bindi. 44 yaşındaki ünlü milyoner, First Class’ın ilk sırasındaki koltuğuna oturdu.

Uçağın havalanışıyla, Peter’in Londra Heathrow Havaalanı polisi tarafından tutuklanışına kadar geçen 10 saatlik kabusa tanıklık eden hostes, yolcu ve pilotlar, başlangıçta oldukça sakin olan müzisyenin, kabin amirinin 15. içki kadehinden sonra artık alkol servisi yapılmayacağını söylemesi üzerine çığrından çıktığını söylediler. Elindeki CD’yi, CD çalar sandığı servis arabasına tıkıştırmaya çalışıp başaramayınca, bağırmaya başlamış, küfür ve tehditler eşliğinde önce erkek hostesin kravatına asılmış, bir diğerinin başından aşağıya yoğurt dökmüş, "Ben eve gidiyorum" diyerek çıkış kapılarından birine uzanmaya çalışınca, kendisini engellemek isteyen kadın hostesle güreşmişti. Kaptanın gönderdiği yazılı ihtarnameyi galiz küfürler eşliğinde parçalayıp, yüzüne fırlattığı yetmiyormuş gibi, servis bıçaklarını çalmaya kalkışırken yakalanmıştı.

Tutuklanan Peter Buck, 25 bin İngiliz Sterlini kefaletle serbest bırakıldı, haziranın 18’inde yargıç önüne çıktı. "Gözlerimi yummamla polis karakolunda uyanmam arasında hiçbir şey hatırlamıyorum. Az miktarda şarapla bir tablet Zolpidem almıştım. Herkesten özür dilerim" dedi.

17 yıllık arkadaşı, U2 adlı rock grubunun solisti Bono ve pek çok meslektaşı, onu sakin, terbiyeli, hiç sarhoş olmayan bir centilmen olarak tanımladılar. Tanınmış bir avukat olan karısı Stephanie, iyi bir eş ve baba olduğunu söyledi.

Savcı, merkezi sinir sistemini baskılayıcı özelliğe sahip Zolpidem’le alkol birlikteliğinin yol açtığı uyurgezerliği, saçmalık olarak nitelese de, jüri üyeleri ne onun ithamlarına, ne de iddia makamının bilirkişisi psikiyatri uzmanı Nadji Kahtan’ın, anılan ilacı kullanan milyonlarca insan olduğu halde, tek bir uyurgezer bilmediğini söylemesine itibar etti ve Surrey Üniversitesi’nden profesör Ian Hindmarch’ın, bir tablet Zolpidem’in, uyurgezerliği tetikleyebileceğine dair bilirkişiliğinden yana oy kullandı. Kısacası, Peter Buck’u suçsuz buldu.

2007 başında İngiltere ve Avustralya sağlık bakanlıkları, uykusuzluğun ve uyku apnesi gibi diğer uyku bozukluklarının tedavisi için Zolpidem alan 240 olguda, uyurgezerlik, hafıza kaybı ve hayal görmeye rastlandığını bildirdiler.
Yazının Devamını Oku

Bavyera’da kanlı paskalya

11 Şubat 2007
Yaşlıca erkekler, dizlerini örten daracık etekli, yüksek topuklu, dalgalı saçlı, baygın bakışlı ve kendilerinden en az bir baş daha uzun güzel kadını kollarına takıp alışverişe çıkmaya bayılırlardı. Vera Brühne’yi yirmilerinde sanmayın sakın. Ellisini çoktan aşmıştı. Bir gece polisler kapısını çaldılar. İki kişiyi öldürmekle suçladılar. İşte öyküsü.

1960 yılı nisan ayıydı. Ayın 19’u, bir salı günü. Paskalya tatili bitmiş, İsa peygamberin dirilişi kutlanmış, Federal Almanya’nın her köşesindeki gibi, Bavyeralılar da, işine, okuluna dönmüş, hasret gideriyordu. Dr. Otto Praun’un sekreteri Bayan Renate Maier için durum biraz değişikti. Öğlen olmuştu. Doktor ortalarda yoktu. Randevulu hastaları bir bir geri göndermek zorunda kalmıştı ve bu da çok can sıkıcıydı. Gün boyu doktorun Starnberg Gölü kıyısındaki villasına telefon edip durduğu halde bir türlü ulaşamayan Bayan Maier, öylesine kaygılanmıştı ki, akşama doğru kocasını yanına alıp villaya gitti. Zile bastı, açan olmadı. Zemin katın balkon kapılarından biri hafifçe aralıktı. İçeri girdiler. Önce berbat bir kokuyla karşılaştılar, sonra giriş kapısının önündeki holde, boylu boyunca yatan doktorun cesediyle.

Pöcking polisinin olay yerine gelmesi biraz uzun sürdü. Gece yarısını az geçe memurlardan biri bodrum katından yukarı seslendi: "Burada bir ceset daha var!" Hemen tanıdı bayan Maier. "Bu, kahya kadın Elfriede Kloo" dedi. "Doktor yıllar önce karısından boşandığından beri burada oturur, evin her işiyle o ilgilenirdi." Sonra müstehzi bir ses tonuyla ekledi: "Aslında sadece evle değil, doktorla da pek yakından ilgilenirdi."

Polisler başka birini daha buldu. Doktorun açlıktan bitap düşmüş köpeğini. Şarap mahzenindeydi, üstelik kapı üzerine kitlenmişti.

ÇOK BİLMİŞ POLİSLER

Güneşin doğmasına az kalmıştı. "20 Nisan 1960, Salı, saat 4.40" diye başlıyordu polis tutanakları. "65 yaşındaki Dr. Praun’un paltolu cesedi aynalı dolabın önünde sırtüstü bulundu. Şapkası yerde. Yüzünde, elbisesinin ve paltosunun ön kısmında çok miktarda kan, baş çevresinde geniş bir alana yayılmış, kurumuş kan lekesi. Cesedin hemen yakınında iki adet 6.35’lik boş kovan, sağ el altında aynı kalibrede Belçika yapımı FN tabanca, emniyeti açık, horoz kurulu, fişek yatağına tek fişek sürülü, şarjör boş. Kurşun ağızdan girip, başın arkasından çıkmış. Başkaca bir yerinde yaralanma yok. Giysiler sağlam," şeklinde sürmekteydi.

"Ya eve henüz girmiş ya da çıkmak üzereymiş" dedi polisler. "Ölü sertliği tamamen çözülmek üzere, sadece dizlerine kadar olan kısımda belirgin. İleri derecede çürümeye bağlı koku. Ölüm zamanı 15 ya da 16 Nisan 1960" diye kayıt düştüler. Yan odadaki kanepenin şiltesine saplanan bir mermi çekirdeğinin, neden orada olduğuna hiç kafa yormadılar.

"Saat 5.45. Bodrum girişi, Elfriede Kloo yüzüstü. Ensede bitişik atış. Yerde, başı çevreleyen kan, tamamen kurumuş. Cesedin bir metre kadar uzağında bir adet boş kovan, 6.35 mm. Ölü sertliği sürüyor. Çürümeye bağlı koku yok." "Bodrum katı, yukarıya göre soğuk. Sıcaklık farklı yüzünden cesetlerin sertliğiyle çürüme derecesi farklı" dedi polislerden daha bilmişi. Bayan Elfriede’nin de ölüm zamanını, "15 ya da 16 Nisan 1960," diye kaydettiler.

Polisler yalnız değildi aslında, keşifte bir doktor da bulunuyordu. Hep birlikte ölümlerin nasıl meydana geldiği konusunda fikir birliğine vardılar. Kadının ensesine ateş edilmişti. Arkasından yaklaşanı tanıyordu besbelli, başını bile çevirmemişti. Öte yandan kurşun, erkeğin ağzından girip ensesinden çıktığına göre, bu bir intihardı. Ölü muayene tutanağını artık bitirebilirlerdi. "Dr. Otto Praun, önce Elfriede Kloo’yu öldürmüş, daha sonra intihar etmiştir."

Onlar için, ne silahtaki parmak izleri, ne ellerdeki atış artığı, ne bedenlerdeki ölü morluklarının yerleri, ne kan lekelerinin oluşturduğu şekil önem taşıdı. Cesetlerin üzerindeki sinek ve larvaları incelemediler. Odaların sıcaklığını ölçmediler. Havanın soğukluğuna rağmen balkon kapısının neden aralık olduğunu merak etmediler. (Dünya, 50 yıl önce bugünkinden daha soğuktu. Nisan’da, Münih çevresinde sıcaklık eksi 2 dereceye kadar düşmüştü.)

Savcı, otopsiye gerek görmedi. Ertesi sabah, defin ruhsatlarını imzaladı. Her ikisinin de ailesinde, çok sayıda cenaze yakıldığı halde, bu geleneğe uyulmadı (iyi ki uyulmadı) ve 22 Nisan’da Dr. Praun, Münih’te; Bayan Kloo, Rosenheim’da toprağa verildi. Her şey makul gibi görünüyordu, iki ay sonra doktorun vasiyeti açılıncaya kadar.

İNTİHAR DEĞİL CİNAYET

Doktorun oğlu da doktordu ve polisin intihar senaryosu aklına yatmıştı. Ancak babasının vasiyeti açıldığında, bir süredir satmaya çalıştığı İspanya’nın güney sahil şeridi Costa Brava’daki 70 bin metrekarelik arazi içerisindeki çiftlik evini, pahalı giysilere, yaşlı erkeklere, Münih gece hayatına düşkünlüğü ile tanınan 52 yaşındaki Vera Brühne’ye bıraktığını öğrenince deliye döndü ve cesedin mezardan çıkartılıp incelenmesi için savcılığa başvurdu.

Altı ay sonra Dr. Praun’un kafatası mezardan çıkmış, Münih Adli Tıp Enstitüsü Başkanı Prof. Wolfgang Spann’a ulaşmıştı. Ünü Almanya sınırlarını aşmış adli tıp uzmanı (1980’lerde İstanbul Üniversitesi Senatosu kararıyla fahri doktora unvanı vermiştik) doktorun kafasına bir değil, iki kurşun isabet ettiğini bildirdi. Biri sağ şakağından girip, kafanın sol üstünden, diğeri sağ elmacık kemiğinden girip, ağzından çıkmıştı. Kısacası, polis tutanaklarında kayıtlı olduğu biçimde, ağızdan girip enseden çıkan kurşun yoktu, intihar değildi. Ayrıca midesinde yarım litreye yakın kan vardı.

1961 Kasım’ında Dr. Spann, mezarından çıkartılan kahya kadın Elfriede Kloo’nun cesedini inceliyordu. İleri derecede çürüme nedeniyle ayrıntıları görmesi mümkün olmamakla birlikte, birinci boyun omurundaki parçalanma ve buradan kopan kemik kırıntılarının dağılış biçimine dayanarak, kurşunun hareket yönünün, polis kayıtlarında belirtildiği şekilde, arkadan öne doğru olduğu sonucuna vardı.

VERA NEDEN AFFEDİLDİ

Otopsi raporları savcılığa ulaştığı gün Alman medyası, Vera Brühne’nin doktorun metresi olduğu, başından geçen iki evliliğe ve hayatına giren birçok erkeğe rağmen, 15 yıldır yanından ayrılmayan 49 yaşındaki inşaat işçisi Johann Fehrbach ile birlikte, İspanya’daki çiftliğe konabilmek için doktorla kahya kadını öldürdüğü yönünde yayına başladı. Gazeteciler sanki, polisten ve savcılıktan bile daha fazla bilgiye sahipti.

Duruşmalar, nisanla haziran arasında sürdü. Vera ve Johann, paskalya tatilinin her günü, her saati nerede olduklarını kanıtladılar. Sadece 14 Nisan 1960 günü akşamına ilişkin tanıkları yoktu. Mahkeme, polisin kurşun giriş ve çıkış deliklerinde yaptığı hatayı, ölüm zamanını belirlerken de yapmış olabileceğine kanaat getirdi ve cinayetlerin 15 ya da 16 Nisan’da değil, 14 Nisan saat 19.45’te işlendiğine, her nasılsa hükmetti.

Duruşma günleri Münih Adalet Sarayı’na giden yollarda trafik tıkandı, binayı çevreleyen binlerce meraklı, gözünü para hırsı bürüdüğüne yürekten inandığı uzun boylu, sarışın, güzel kadının nasıl bir cezaya çarptırılacağını bekledi.

Hiçbir delil bulunmamasına ve suçu kabul etmemelerine rağmen, her iki sanık ömür boyu hapse mahkum edildi. Johann Fehrbach 10 yıl sonra cezaevinde öldü. Vera Brühne, Aichach Cezaevi’nde yağlıboya manzara resimleri yaparak geçirdiği 18. yılın sonunda, 30 Mayıs 1979’da, zamanın Bavyera Başbakanı Franz Josef Strauss tarafından gerekçe gösterilmeksizin affedildi.

Davadan neredeyse 40 yıl sonra, 2000 yılı baharında Alman WDR televizyonunun yaptığı röportajda, doktorun hiçbir zaman sevgilisi olmadığını, İspanya’daki eve gitmediğini, bu işe nasıl bulaştığını hálá anlayamadığını ve adalet istediğini söyledi. Bu isteği yerine gelemedi. Ertesi yıl, 91 yaşında Münih’te bir klinikte son nefesini verdi.

GAZETECİYE KONUŞTU HEMEN ARKASINDAN ÖLÜ BULUNDU

Doktorun sekreteri Renate Maier, 1969’da bir gazeteciye gözyaşları içerisinde, tanıklık ederken yalan söylediğini anlattı ve hemen ardından ölü bulundu.

Vera Brühne ile Johann Fehrbach defalarca yeniden yargılanmak üzere üst mahkemelere başvurdular. Ancak başarılı olamadılar.

Alman polisinin, olay yeri incelemede yaptığı hatalar, polisle birlikte olay yerine keşfe giden hekimin bilgisizliği yıllarca gündemde kaldı.

Çifte ölüm, gerçeğe ulaşmada otopsinin vazgeçilmezliğini ve geç kalındığında bulguların nasıl kaybolacağını gösteren bir örnek oldu. Gazetecilerin kamuoyunu ve soruşturmayı nasıl yönlendirebileceği görüldü.


Neden otopsi yapılmadı?

Hiç kuşkusuz, Dr. Praun ile Bayan Kloo’nun öldürülme olayındaki ilk hata, şapka ve paltosunu çıkarmayan doktorun, bodruma inip, kahya kadını öldürdükten önce ya da sonra köpeğini şarap mahzenine kitlemesi, ardından da üst kata çıkıp kendini vurmasındaki garipliği polislerin fark etmemiş olmasıdır. Palto giyilecek denli soğuk bir Bavyera nisanında balkonun kapısı neden açıktır? Cesetlerin her ikisinin de bulunduğu yerden bir hayli uzaktaki oturma odasının kanepesinde mermi çekirdeğinin ne işi vardır? Tabancada parmak izi, ellerde atış artığı neden aranmamıştır? Ya doktorun yanında bulunan iki boş kovana ne demeli? Ağızdan giren tek kurşun enseden çıktıysa, "Neden yerde tek boş kovan değil de, iki tane var?" diye soran olmamıştır.

Aşıklardan birinin diğerini vurduktan sonra intiharına sıkça rastlanır. Diyelim ki, böyle bir senaryoyu öngördüler. Bu koşullarda, her ikisi de ölümcül yaralar almış cesetlerden birinin alt, diğerinin üst katta bulunuşu nasıl açıklanabilir.

Elbette otopsiye ihtiyaç duymayan savcının hatası, bunların çok üzerindedir. Eğer cesetler incelenebilmiş olsaydı, hem doktorun kafasındaki ikinci kurşun yarası görülebilecek, mermilerin hareket yönü kesin biçimde saptanacak ve doktorun, başına ateş ettikten sonra ikinci kez tetiği çekip çekemeyeceği saptanabilecekti. Ölümünden altı ay sonra yapılan otopside, midesinde yarım litre kan bulunduğu kayıtlıydı. Anlaşılan, ilk kurşunla ikincisi arasında bu kadar kanı yutacak kadar uzun yaşamıştı. Bütün bunların yanı sıra, cesetlerin bulunuşunun hemen ardından otopsi yapılmış olsaydı eğer, ölüm zamanları da doğruya oldukça yakın biçimde belirlenebilecek, mahkeme heyetinin bilimsel hiçbir bulguya dayanmadan, sadece sanıkların nerede bulunduklarını kanıtlayamadıkları tek akşamı dikkate alarak, ölümlerin 14 Nisan saat 19.45’te gerçekleştiği sonucuna varmasını engelleyecekti.

DOKTORU BAVYERA SAVUNMA BAKANLIĞI MI ÖLDÜRTTÜ

Zaman içinde yeni tanıklar ortaya çıktı. Cinayetleri işleyebilecek adlar ortaya atıldı. Hatta olayın arkasında casusluk, istihbarat, silah kaçakçılığı gibi başka motifler olduğu konuşuldu. Örneğin 1967 Eylül’ünde Alman gizli servisinden Roger Hendkes, Bonn savcılığına başvurdu ve Otto Praun’u, öldürüldüğü kabul edilenden çok sonraki saatlerde canlı olarak gördüğünü, Savunma Bakanı başdanışmanı ve bir başka kişiyle villaya gittiklerini, cinayetleri bu üçüncü kişinin işlediğini anlattı, ancak adını vermedi. Bilgilerin basına sızması üzerine bakanlık, yalan beyandan Hendkes’i mahkemeye verdi. Hendkes 8 bin mark para cezasına çarptırıldı. Parayı bakanlık ödedi. Hendkes bir daha konuşmadı.

Dr. Otto Praun’un İspanya’daki çiftliği ve Starnberg Gölü kıyısındaki lüks villası dışında, çok ciddi mal ve para varlığı vardı. Yasadışı kürtajlara, uyuşturucu reçetelerine rağmen, hekimlik yaparak sağladığı gelirin bunları karşılayamayacağı açıktı. 1945 öncesi ve sonrasında gizli servisle ilişkisi bulunduğu, Federal İstihbarat Teşkilatı adına silah alım işlerine aracılık ettiği, kendisini bu teşkilatın öldürdüğü, milletvekillerinin de aralarında bulunduğu pek çok ileri gelenin ısrarlarına rağmen, Savunma Bakanlığı’nın olayların üzerine gidilmesini ve soruşturmanın yeniden açılmasını engellediği söylendi.

Gerekçesi ne olursa olsun, Vera ve arkadaşı, doktorla kahyayı gerçekten öldürmüş olabilirler. Ancak basının yargısız infazına ve kamuoyu baskısına direnemeyerek tanıksız, delilsiz mahkumiyet kararı veren Alman yargısının aldığı yaranın, aradan geçen yarım asra rağmen tam olarak iyileştiğini söylemek mümkün değil.
Yazının Devamını Oku

Elvis narkotikçi olmak istemişti

4 Şubat 2007
21 Aralık 1970 günü kral, aile fotoğraflarını ve savaştan kalma 45’lik Colt tabancasını özenle paketledi, siyah kadife ceketinin altından gözüken, yakaları kalkık kar beyazı gömleği, altın kaplı kemeriyle başkanı ziyarete gitti.  "Uyuşturucu bağımlılığı ve komünistlerin beyin yıkama yöntemlerini iyice araştırıp kararımı verdim. Narkotik polisi olmak istiyorum" dedi. "Üzgünüm", diye yanıtladı başkan. "Kral olsan da, narkotikçi olamazsın." Kral, yedi yıl sonra öldü. Kanında uyuşturucu ve uyarıcı birçok madde buldular. Adı Elvis Presley’di, başkanınki Richard Nixon.

Elvis, parmağına 50 bin dolarlık nişan yüzüğü taktığı, yarı yaşındaki Ginger Alden ile bir süredir gündüzleri uyuyup, geceleri yaşıyordu. Bu tersine dönmüş biyolojik ritmin nedeni, ünlü müzisyene rahat vermeyen hayranlarıydı. Yılın başından bu yana 63 konser vermişti. Şişmanlamıştı. Sıklıkla başı ağrıyordu. Bağırsaklarından şikayetçiydi. Uyuyamıyordu. Yorgundu. "Siyahların müziğini çalan ırkçı beyaz" eleştirileri onu üzüyordu.

15 Ağustos 1977 gece yarısı, Ginger’le birlikte dişhekimine gitti. Sabaha karşı, 20 yıl önce 100 bin dolar ödeyerek satın aldığı "3764 Güney Bellevue Bulvarı" adresindeki Graceland malikanesine döndüler. Racketball (dört duvarla oynanan duvar tenisi) oynamaya başladıklarında sabah saat 5’ti. Elvis, mavi pijamalarını giyip "Sen yat. Banyoda biraz kitap okuyup geleceğim" dediğinde, saat sabahın 7’siydi.

Ginger, 16 Ağustos günü öğle üzeri uyandı. Elvis’in yanına hiç gelmediğini fark etti. Bir-iki kez seslendi. Yanıt alamayınca, kalkıp banyoya gitti. Mavi pijamalı adam kusmuştu, yüzünü uzun tüylü halıya gömmüş, boylu boyunca yatıyordu. Tuvalette otururken fenalaştığını düşünen genç kadın, telaşla güvenliği çağırdı. Bir ambulansla Baptist Methodist Hastanesi acil servisine girdiğinde, artık yaşamıyordu. Ardında 33 film, üç Grammy ödülü, dünya genelinde yüz milyonun üzerinde satan 130’un üzerinde albüm ve single, ayrıca 35 milyon dolarlık bir servet bırakan 20. yüzyıl popüler kültürünün kralı, sadece 42 yaşındaydı.

HASTANEDE OTOPSİ

Yakınlarının talebi üzerine, Baptist hastanesi yönetimi otopsi yapılmasına karar verdi ve durumu Tennessee eyaleti adli tabibi Dr. Jerry Francisco’ya bildirdi. Dr. Francisco, hastane dışına birikmiş kalabalığı öne sürerek, cenazeyi morga taşımak istemedi. Otopsinin hastane patologları tarafından yapılmasını, kendisinin gözlemci olarak katılacağını söyledi. Dr. Eric Muirhead ve Dr. Noel Florredo otopsiye saat 19’da başladı.

Dört saat sonra Dr. Francisco, ilk açıklamayı yaptı. Gazetecilere otopsinin tamamlandığını, ölüme kalp vuruşlarındaki bir düzensizliğin yol açtığını söyledi. "Tansiyon yüksekliği nedeniyle tedavi görüyordu. Kalp damar çeperlerinde kalınlaşma görüldü. Kalbinin durmasının nedeni bunlar olabilir" diye sürdürdü doktor. "Kesin sonucun eldesi, birkaç gün ya da birkaç hafta sürebilir. Hatta hiç anlaşılmayabilir. Üç saat süren otopside başkaca bir hastalığın ya da uyuşturucu madde kullanımının bulgularına rastlanmadı," diye ekledi. Elvis hayranları, uyuşturucu yüzünden ölmediğine sevindiler.

RAPORLAR SAKLANIYOR

Elvis’in ölüm haberi ve nedeni hızla bütün dünyaya yayıldı. Tabii geldi, bizi de buldu. Dr. Francisco’nun söyledikleri garibimize gitmişti. Vücut sıvılarında uyuşturucu aranması bir, hatta birkaç gün süren bir işlemdi. Nasıl olur da, otopsinin hemen ardından, uyuşturucudan ölmediği açıklaması yapılıyordu. Bir şeylerin üzeri mi örtülüyordu?

Yaz boyunca Elvis’in otopsi ve toksikoloji raporunun açıklanması boşuna beklendi. Ekim sonuna doğru, Baptist Hastanesi patologlarının, Elvis’in ölümüne uyuşturucunun yol açmış olabileceğinden söz ettiği dedikoduları yayılınca, Dr. Jerry Francisco, ikinci kez basına bilgi verdi: Patologların yanıldığını, alınan kan ve idrar örneklerini Tennessee Üniversitesi Memphis Tıp Fakültesi’ne gönderdiğini, burada gerçekleştirilen ayrıntılı toksikolojik analizde uyutucu ya da uyuşturucu maddeye rastlanmadığını bildirdi. Kalbinin normalin iki katı büyüklüğünde olduğunu, bu bulgunun tansiyon yükselmesine bağlı kalp hastalığının bir kanıtı olduğunu belirtse de, ne otopsi, ne de toksikoloji raporunu paylaşmaya niyetliydi. "Bu adli bir olay değil. Otopsi, hastane yönetiminin bir tercihiydi. Özel otopsi raporları açıklanamaz" dedikçe, kafalardaki soru işaretleri daha da artıyordu.

KANINDAKİ İLAÇLAR

Elvis’in ölümünden bir yıl sonra, otopsiyi yapanlar beklenmedik bir açıklamada bulundular. Cesetten aldıkları vücut sıvılarının ve iç organ parçalarının sadece bir bölümünü eyalet adli tabibine teslim ettiklerini, kalanını gizleyerek, dünyaca ünlü özel bir kuruluşa, Van Nuys’daki Bio-Sciences toksikoloji laboratuvarına gönderdiklerini söylediler. Yönergelere aykırı bu davranışları nedeniyle, rapordaki akıl almaz bulguları saklı tutmak zorunda kaldıklarını bildirdiler. Elvis’in vücudunda, hiçbiri tek başına ölümcül düzeyde olmamakla birlikte, kodein, morfin, amfetamin dahil olmak üzere, çoğu reçeteye tabi, 10 kadar ağrı kesici, uyarıcı ve uyku ilacı bulunmuştu. Alkol yoktu.

Bunun üzerine bir eyalet yargıcı, Elvis Presley’in otopsi raporunun açıklanmasını emretti. Raporda Elvis’in kalbinin 520 gram olduğu kayıtlıydı. Elvis’in boyunda ve kilosunda bir erkeğin kalbi normalde 400 gram civarında olur. Dr. Francisco, normalin iki katı demişti. Hiç de öyle değildi.

Kalp kaslarında bir farklılaşma yoktu, vücudunda ödem yoktu, damarlarında taze oluşmuş bir pıhtı yoktu, damar çeperleri normaldi, beyninde kanama yoktu. Kısacası, eyalet adli tabibi gibi, otopsinin hemen ardından, ölümü tansiyon yükselmesine bağlı kalp durmasına bağlamak olanaksızdı.

Dr. Francisco, bir yandan otopsiyi yapanları, diğer yandan Bio-Sciences laboratuvarını sonuçları çarpıtmakla suçladı ve ilk açıkladığı ölüm nedeninde ısrarcı oldu. Bu ithamlardan kurtulmak isteyen Bio Sciences, elinde kalan örnekleri Utah Üniversitesi’nin ünlü toksikoloğu Dr. Bryan Finkle’e gönderdi. Finkle, Elvis’in organlarında 11 ilaç etkin maddesi buldu. Daha önce de saptandığı gibi, hiçbirinin düzeyi tek başına öldürmeye yetmezdi, ama kimileri uyarıcı, kimileri uyuşturucu etkiye sahip bu ilaçların art arda alınması sonucu, kalbin durması işten bile değildi.

AİLE DOKTORU MAHKEMELİK

Dr. Francisco, resmi söyleminden hiçbir zaman vazgeçmedi. O vazgeçmese de, Memphis Tabipler Odası, Elvis’e bu ilaçları veren 10 yıllık doktoru George Nichopoulos’u üç ay meslekten men etti ve mahkemeye verdi.

1980’de doktor Nick (Memphis’te herkes ona kısaca Nick derdi), Elvis Presley, Jerry Lewis ve 12 başka hastasına, gereğinden fazla ilaç yazmaktan yargı önüne çıktı. Doktorun 1977’de Elvis’e, 5 bin dozun üzerinde amfetamin, barbitürat, narkotik, laksatif ve hormon reçetesi yazdığı anlaşıldı. Ancak doktorlar ve toksikoloji raporları arasındaki çelişkiler nedeniyle, ölümünden sorumlu tutulamadı.

Aslında Dr. Nick, Elvis’e bu ilaçları verdiğini kabul ediyor ve bu davranışını çok basit bir biçimde açıklıyordu. Elvis, 20’li yaşlarından bu yana amfetamin bağımlısıydı. Ona bu reçeteleri yazmasaydı, yasal olmayan yollarla çok daha tehlikelilerini alacaktı. O yazmasaydı, aynı ilaçları verecek nice başka doktor vardı. Ne yaptıysa iyiliği için yapmıştı. Jüri ona inandı ve suçsuz buldu.

Dr. Nick’in başı, ileriki yıllarda Tabipler Odası’yla aynı nedenlerden ötürü tekrar tekrar derde girdi. Her seferinde gereğinden fazla ilaç yazdığını kabul etti. 1995’te hekimlik yapması tümüyle yasaklandı. Şimdilerde, Federal Express şirketi elemanlarının sağlık sigortalarına sundukları doktor reçetelerinin geçerliliğini inceleyerek hayatını kazanmaya çalışıyor ve onu savunan avukatlarına borçlarını ödüyor.

ELVIS

YAŞIYOR MU



Bazı çevreler, Elvis’in hálá yaşadığına inanır. Hatta dünyanın değişik ülkelerinde onu gördüğünü ileri sürenler, aldıkları mektupları bilirkişilere götürerek inceleten ve Elvis’in el yazısı olduğuna dair rapor alanlar bile olmuştur. Öldüğü gün, Elvis’e çok benzeyen John Burrows adında birinin, nakit para ödeyerek Buenos Aires’e gidiş bileti almış olması, Elvis’in de, aynı adı FBI’ın bir daveti üzerine Washington’a giderken kullandığının bilinmesi (tanıdığı ünlülerin yasadışı davranışlarını ihbar etmeyi teklif ettiği söylenir), yaşadığına inanılmasının bir diğer nedenidir.

Aslında Elvis’in yaşayıp yaşamadığını kanıtlamak çok basit. 1 Mayıs 1967’de evlendiği Priscilla Beaulieu ve dokuz ay sonra doğan kızları Lisa Marie (1994’te Michael Jackson ile kısa süreli bir evliliği var) hayattalar. Memphis’te otopsinin yapıldığı Baptist Hastanesi patoloji bölümünde de, Elvis’in beyni, kalbi ve bazı diğer içorganlarının parçaları hálá korunuyor. Basit bir DNA analiziyle bu parçaların Elvis’e ait olup olmadığı anlaşılır. Daha sonra, Elvis’in kalpsiz ve beyinsiz biçimde etrafta dolaştığını iddia edenler çıkarsa, artık onların bileceği iş.


Reçeteli ilaç bağımlılığı uyuşturucuyu geçti

Elvis Presley’in Başkan Nixon’a gidip narkotik polisi olmak istediği yıllarda, kırmızı, yeşil ya da normal reçeteye tabi ilaçların, tedavi dışı amaçlarla kullanımı pek yaygın değildi. Nitekim, Elvis’in kanındaki ilaçları almasını gerektiren değişik hastalıklarının olduğu biliniyor. Sorun, birarada ve gereğinden fazla verilmesindeydi.

Yıllar içinde bu ilaçlar, yasadışı uyuşturucu ve uyarıcıların yerini almaya başladı. Nihayet, geçen yıl, dünyanın bazı ülkelerinde, eroin, kokain, Ecstasy, metamfetamin kullanımını geçti. Hatta kimi ülkelerde narkotik ve/veya psikotrop maddeleri içeren müstahzarlar, bağımlıların ilk tercihi oldu.

13 üyesinden biri olduğum Birleşmiş Milletler Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu, bu duruma gelineceğini yıllardır dile getirdiği halde, hükümetlerin yeterli önlemleri almadığını gözlüyoruz. Türkiye dahil birçok ülkede bu ilaçlara reçetesiz ulaşmak, ayrıca internet üzerinden satın almak mümkün. Kimi ülke emniyet güçleri, ilaç kaçakçılığıyla mücadelenin yollarını bilmiyor, toplumlara bu ilaçların çok tehlikeli olabileceğini anlatamıyor. 2006 yılı raporumuzda da bu sorunun altını çiziyoruz.

ABD, kokain kullanımını azaltmaktan mutlu. Buna karşılık reçeteye tabi ilaç bağımlılarının sayısı, son beş yılda ikiye katlanarak 15 milyonu aştı. Lise son sınıf öğrencilerinin yüzde 5.5’inin oksikodon, 7.4’ünün hidrokodon (her ikisi de kodein türevi ağrı kesici) bağımlısı olduğu biliniyor.

AVRUPA DA BU DURUMLA BOĞUŞUYOR

Afrika, Güney Asya ve Avrupa da benzeri durumla boğuşuyor. Bir ağrı kesici olan pentazosin, Nijerya’da damar içi yolla en sık kullanılan ilaçların başında geliyor. Yine bir ağrı kesici olan ve uyuşturucu madde bağımlılığının tedavisinde kullanılan buprenorfin, Hindistan’ın pek çok bölgesinde damara enjekte edilen başlıca uyuşturucu haline geldi. Ülkeye, Fransa ve İskandinav ülkelerinden yasadışı yollarla sokuluyor. Fransa’da üretilen buprenorfin’in (Subutex) yüzde 20-25 kadarının yasadışı piyasalara kaydığını bilmekteyiz.

Reçeteye tabi ilaçlara talep öylesine yükseldi ki, artık sahteleri üretilir oldu. Kuzey Avrupa ülkelerinin flunitrazepam (Rohypnol) gereksinimi giderek artan biçimde sahtesiyle karşılanıyor. Kuzey Amerika’nın yasa dışı piyasaları sahte Oxycontin tabletleriyle dolup taşıyor.

Kaçak ilaçların, semt pazarları, açık pazarlar, ilaç satışı yetkisi olmayan dükkanlarda tüketiciye sunulduğu, DPT’nin 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda yer almıştı. Kaybolan reçeteler ve çalınan sağlık karnelerine, İstanbul, Mersin ve Gaziantep’te yakalanan sahte ilaçlar eklenince, konu geçen yıl TBMM’nin gündemine geldi. Etkin bir mücadeleye gereken yasal düzenlemelerin eksiklikleri giderilmeye çalışılıyor.

Hekim denetimi olmadığında, reçeteli ilaçların, hele sahtelerinin kullanımı ölüme yol açabilir. Aynı anda çok sayıda ilacın alınması, ilaçla birlikte alkol kullanılması ya da bir ilacın etkisinden kurtulmak için bir diğerininin kullanılması ise, çok daha tehlikelidir. Avrupa ülkelerinin birçoğunda, ABD ve Kanada’da ilaca bağlı ölümlerin sayısındaki artış, kaygılarımızın yersiz olmadığını kanıtlıyor.
Yazının Devamını Oku

Pan Am 103 patlaması 18 yıl sonra yeniden

28 Ocak 2007
21 ülkeden 270 kişiyi öldüren facianın üzerinden sadece birkaç gün geçmişti. Yetkililer, uçağın düşmesine, el yapımı düzenekteki yüksek güçte plastik patlayıcının neden olduğunu bildirdiler. Birkaç hafta sonra, saatli bombanın uçağın neresine yerleştirildiği saptandı. Birkaç ay sonra da, bombayı kimin yerleştirdiği. Eski bir istihbaratçının yargı önüne çıkması 10 yıl sürdü. Verilen ömür boyu mahkûmiyetin sahte delillere dayanan siyasi bir karar olduğu iddiaları ise hiç bitmedi. Şimdilerde özel bir komisyon, üzerinden neredeyse 20 yıl geçen Pan Am 103 patlamasının delillerini ve binlerce tanık ifadesini yeniden inceliyor. Gerek duyulursa, dava yeniden görülecek.

21 Aralık 1988 akşamı saat 7.03’te, Pan American Havayolları’nın Londra-New York arası 103 sayılı seferini yapmakta olan bir Boeing 747-121, İskoçya’nın Lockerbie kasabası üzerinde infilak etti. Saatte 190 kilometre hızla esen rüzgar, yolcu, mürettebat, uçak ve yükünü 130 kilometrelik bir koridor boyunca, büyük ölçüde tarla ve ormanla kaplı 2 bin kilometrekarelik bir alana yaydı. Saatli bomba öyle ayarlanmıştı ki, Pan Am 103, 25 dakika gecikerek kalkmasaydı eğer, her şey Atlantik Okyanusu’nun karanlık sularına gömülecek, gerçeklere belki de hiçbir zaman ulaşılamayacaktı.

8-10 kişilik gruplara ayrılan binin üzerinde polis ve asker, kızılötesi kameralarla donatılmış askeri ve özel helikopterlerin yönlendirmesiyle, kendilerine verilen "Taş ve ot dışında ne bulursanız toplayın, plastik torbalara koyun, bulduğunuz noktayı belirtecek biçimde etiketleyin, kömürleşen örneklere özel olarak dikkat edin" talimatına uygun şekilde aylarca çalıştılar ve İskoçya’nın güneyindeki tarla ve ormanlardan on binin üzerinde ceset, ceset parçası, uçak ve yük kalıntısı toplayarak, bir okulun spor salonunda kurulan merkeze teslim ettiler. Toplanan her cismin röntgeni çekildi, gaz kromatografisiyle patlayıcı kalıntısı arandı ve bulgular İngilizlerin HOLMES (Home Office Large Major Enquiry System) bilgisayar sistemine kaydedildi. Lockerbie’de İskoçlara yardım eden sadece İngilizler değildi. Amerikalılar ile Almanların federal soruşturma büroları FBI ve BKA da birer merkez oluşturmuş, uçak kazalarından anlayan uzmanlarını, terörle mücadele birimlerindeki istihbaratçılarını buraya yerleştirmişti.

AVE4041 KODLU KONTEYNER

Uçağın parçaları, gövdenin yeniden oluşturulması için havacılık ve savunma sanayiinin merkezi Farnborough’a götürüldü. Gövdenin sol alt ön kısmında, uçağın navigasyon ve iletişim sistemlerinin hemen altına ve yolcu valizlerinin yer aldığı konteynerlerin yerleştirdiği ön kargo bölümüne denk gelen yerde, is ve küçük çukurcuklarla kaplı yarım metrekarelik bir kısmın, dışa doğru yıldız patlaması şeklinde parçalanmış olduğu görüldü.

Araziye saçılan konteynerlerin hepsi, 9 bin metre yükseklikten yere çarpmanın bulgularını taşımakla birlikte, AVE4041 kodlu metal ve AVN7511 kodlu fiber konteynerlerdeki zarar, diğerlerinden çok daha fazlaydı. Yükleme planı incelendiğinde her ikisinin yan yana ve gövdedeki yıldız patlaması şeklindeki parçalanmaya yakın bir konumda bulunduğu anlaşıldı. FBI’ın bomba bölümünün şefi James "Tom" Thurman, "yüksek enerjili bir olay"ın, AVE4041’in ortalarında bir yerde, tabandan 30 santim yüksekte, uçağın gövdesine 60 santim uzaklıkta gerçekleştiği sonucuna vardı.

İngiliz Savunma Değerlendirme ve Araştırma Kurumu’ndan (Defence Evaluation and Research Agency, DERA) Alan Feraday ve Dr. Thomas Hayes, AVE4041’in üzerinde pentaeritrol nitrat (PETN) ve siklotrimetilen trinitramin (RDX) bulunca, patlamaya, Çekoslovakya’nın Semtin kasabasında imal edilen Semtex-H adlı bir plastik patlayıcının yol açtığı kesinleşti.

KASETÇALARDA PATLAYICI

Fazla geçmeden, patlamanın AVE4041’e yüklenen sert kapaklı, kahverengi Samsonite marka Silhouette 4000 modeli bir valizde gerçekleştiği ve valizde bir Toshiba radyo-kasetçaların bulunduğu ortaya çıktı.

Ardından Dr. Thomas Hayes, 106 numaralı delil poşetinden çıkan Slalom marka gömlek yakasına, tırnak büyüklüğünde bir baskılı devre parçasının (Printed Circuit Board-PCB) saplanıp kaldığını fark etti. Hemen her elektronik cihazda bulunan baskılı devre, bir yandan elektronik bileşenleri bir arada tutar, diğer yandan bunlar arasındaki elektriksel bağlantıyı sağlar. Plastik patlayıcı Semtex, Toshiba kasetçalar ve baskılı devre, akıllara iki ay kadar önce Alman polisinin, Neuss’taki bir ev baskını sırasında ele geçirdiği saatli bombayı anımsattı. Gömlek yakasına tutunmuş baskılı devre parçası, soruşturmayı yürütenleri bombayı koyana götürecek ve dizleri üzerinde tarla ve ormanlarda delil arayanlardan kimin bulduğu bir türlü kesinlik kazanmamakla birlikte, iddia makamının en önemli delilini oluşturacaktı.

Almanya’da ele geçen Toshiba’lı düzenek Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ne aitti. Medyaya göre, Pan Am 103 suikastının sorumlusu da onlar olabilirdi.

LİBYALIYA GÖTÜREN LOGO

Halbuki soruşturmayı yürütenlerin ilgi odağı, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi değil, 1975-1981 arasında Çekoslovakya’daki Omnipol şirketinden 700 ton Semtex aldığı bilinen Libya’ydı. Gerçi Omnipol Suriye, Kuzey Kore, Irak ve İran’a da Semtex satmıştı ama, Libya’ya yönelmenin bunun dışında çok daha önemli bir nedeni vardı.

FBI’dan Tom Thurman, baskılı devre parçasını, 10 ay kadar önce Senegal’in Dakar havaalanında 40 kilo Semtex, çok sayıda TNT içeren paket ve 10 detonatörle yakalanan Muhammet Marzuk’un çantasındaki devreye benzetmişti. İsviçre firması MEBO’nun logosunu taşıyan devre, MST-13 tipi bir saati kontrol ediyordu. Pan Am 103 enkazındaki baskılı devre parçasının da üzerinde MEBO logosu vardı ve Muhammet Marzuk, Libyalıydı.

İskoç polisi MEBO yetkilileriyle temas kurdu. Bu özellikteki az sayıda devreyi, sadece Doğu Alman istihbarat servisi Stasi’ye verdiklerini, Libya ordusuna satabilmek amacıyla birkaç prototipini Kaddafi’nin akrabası olduğunu sandıkları bir yüzbaşıya teslim ettiklerini söylediler. "Yüzbaşı" dedikleri, Zürih’e geldiğinde işlerini şirketin ofislerinden sürdüren eski bir istihbarat subayı, Libya Havayolları’nın güvenlik sorumlusu ve Trablusgarp’taki Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Abdülbaset Ali Muhammed El Megrahi’den başkası değildi.

MADE IN MALTA ETİKETİ

Alan Feraday ve ekibi, binlerce delil arasından 24’ünün, Samsonite valiz patladığında içinde ya da çok yakınında olabileceğini saptadı. Slalom marka iki erkek gömleğinin, Babygro Primark marka mavi bebek tulumun ve kareli erkek pantolonun üzerindeki küçük kağıt parçacıklarının, Toshiba RT-SF 16 Bombeat modeli kasetçaların kullanım kitapçığına ait olduğunu belirleyince, bu giysilerin bombalı valizde bulunduğuna karar verdiler.

Abanderado marka tişört, krem rengi pijama, Puccini etiketli yün kazak, balıksırtı desenli kahverengi erkek ceketi ve 34 beden Yorkie marka erkek pantolonuna, Toshiba kasetçalar gövdesine ve hoparlörüne ait parçacıklar takılmıştı. Kömürleşmiş siyah şemsiyenin üzerinde bebek tulumuna ait mavi lifler bulundu. Bunların da valizde olduğu sonucuna varıldı.

Ancak en önemlisi, balıksırtı ceketin lifleri arasındaki mavi bebek tulumuna ait iki iplikçik ve bunlara takılı kalmış "Made in Malta" etiketiydi. Yorkie marka pantolonun da Malta’da imal edildiği anlaşılınca, İskoç polisi Malta’ya gitti ve Lockerbie bombacısı olduğu düşünülen Libyalıyı orada aramaya başladı.

MALTA’DAKİ DÜKKAN SAHİBİ

Malta’da, Yorkie marka eşyaları satan en büyük dükkan, adanın kuzeydoğu kıyısındaki Sliema’daydı. Tony Gauci de dükkanın sahibi. Uçağın düşüşünden iki hafta kadar önce temiz tıraşlı, yapılı bir Libyalı’nın, mavi bebek tulumu, siyah şemsiye, balıksırtı ceket, bej pijama ve daha bir sürü eşyayı marka, model, renk ve bedene bakmaksızın satın aldığını anlatan Gauci, adamı daha önce de, uçağın düşüşünden sonra da Sliema’da gördüğünü anlattı. Tarifi üzerine robot resmi çizildi.

Gauci’ye birkaç ay aralıklarla onlarca fotoğraf gösterildi. Sonunda Libyalı Megrahi’yi teşhis etti. Megrahi’nin, Malta’nın Luqa Havaalanı’ndaki Libya Havayolları ofisinin müdürü Emin Halife Fimah’ın yakın arkadaşı olması, İskoçya başsavcısının öngördüğü senaryoyu destekliyordu. Savcının iddianamesine göre Megrahi, belirli bir süre sonra patlayacak biçimde imal ettiği saatli bombayı kasetçalara yerleştirmiş, kasetçaları da eşyalara sarıp Samsonite valize koymuştu. Müdür Fimah, valizin Luqa-Frankfurt-Londra-New York bagaj etiketiyle Malta Havayolları’nın KM 180 sayılı Frankfurt seferine yüklenmesini sağlamıştı. Yolcu beraberinde olmayan valiz, Frankfurt’tan Londra’ya gelmiş, orada da Pan Am 103’ün AVE4041 konteynerine konmuştu.

13 Kasım 1991’de Megrahi ve Fimah, 270 kişinin ölümüyle suçlandı. FBI’ın en çok arananlar listesinde yerlerini aldılar ve yakalanmalarına yardım edecek olana 4 milyon dolar ödül vaat edildi.

General Kaddafi her ikisini de uzun yıllar İskoç makamlara teslim etmemekte direndi. Ama Birleşmiş Milletler’in ekonomik yaptırımları yüzünden 2000 yılı baharında Hollanda’daki Amerikan Hava Üssü Camp Zeist’te İskoç polisine teslim etti. Aynı yerde kurulan bir İskoç cezaevinde tutulan iki Libyalı, yine aynı yerdeki İskoç mahkemesinde yargılandı.

36 hafta sonra, 31 Ocak 2001’de Fimah, delil yetersizliğinden beraat etti. Megrahi, suçlu bulundu, denetimli serbestliğe 27 yıl sonra hak kazanmak kaydıyla ömür boyu hapse mahkûm edildi ve Glasgow yakınlarındaki Greenock Cezaevi’ne nakledildi. Megrahi’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de dahil olmak üzere yaptığı başvurular bir değişiklik yaratmadı. Libya, mağdur ailelerinin her birine 8 milyon dolar tazminat ödedi.

SON SÖZ HÁLÁ SÖYLENMEDİ

23 Ekim 2005’te, Lockerbie soruşturmasını yürüten ve Megrahi’nin tutuklanma emrinin altında imzası bulunan Lord Peter Fraser, The Sunday Times gazetesine verdiği beyanatta, Megrahi’yi teşhis etmiş olan Maltalı dükkan sahibi Tony Gauci’nin, kolay etki altında kalan biri olduğunu, ayrıca yargılamayla ilgili kaygıları bulunduğunu söyledi.

Pan Am soruşturmasında görev yapmış emekli bir İskoç polisiyle yine emekli bir CIA çalışanının, baskılı devre parçasını CIA’in olay yerine yerleştirmiş olabileceği iddiaları, bilet aldığı halde Pan Am 103’e binmemiş bir CIA ajanının bulunduğuna ilişkin dedikodular, Alman polisinin patlamadan iki gün sonra Filistinli Abu Talip adlı bir kişinin banka hesabına, İran’ın milyon dolar düzeyinde para yatırdığını gösteren istihbaratının bilindiği halde göz ardı edilmesi, mahkûmiyeti tartışmalı bir duruma getirdi.

Bütün bu sorunları 2004 yılından bu yana mercek altına alan İskoç Ceza Davaları İnceleme Komisyonu, davanın yeniden görülmesinin gerekli olup olmadığına bir türlü karar veremezken, Megrahi, suçsuz olduğunu iddia ediyor ve geçen haftaki yazımda belirttiğim gibi, Kaddafi, Bingazi’deki bir hastanede yatan 400 kadar çocuğa AIDS bulaştırdıkları iddiasıyla ölüm cezasına çarptırılan 5 Bulgar hemşirenin hayatına karşılık, "siyasi tutuklu" olarak nitelendirdiği vatandaşını geri istiyor.

Üç bilirkişi olmayan deliller ürettiler dedikodusu hep sürdü

1997’de FBI bünyesinde yürütülen bir disiplin soruşturması sonunda, değişik birimlerde çalışan bazı uzmanların, polisin kurgusunu destekleyecek delilleri üretmek nedeniyle görev yerleri değiştirilmiş, hatta erken emekli edilmişti. Görev yeri değiştirilenler arasında Pan Am 103 soruşturmasının yıldızı Tom Thurman da vardı. Gerçi patlamayla ilgili raporlarında yanıltıcı bir bulguya ulaşılmadı ama, Megrahi ile Fimah’ın yargılanmaları sırasında, savunma avukatlarının sorularıyla karşılaşmaması için mahkemeye çağrılmadı ve sadece verdiği bilirkişi raporunun okunmasıyla yetinildi.

Benzer şekilde DERA’dan Alan Feraday’in, 1990’lı yılların başında verdiği bazı bilirkişi raporlarında yer alan analizlerin, başka laboratuvarlarca tekrarında tamamen farklı sonuçlara ulaşılması ve bu durumun tutuklananların salıverilmesine yol açması nedeniyle, Pan Am 103’teki bilirkişiliği ciddi yara aldı.

Bunlar yetmiyormuş gibi, baskılı devre parçası üzerinde patlayıcı aramayan ve bunu parçanın küçüklüğüne bağlayan Dr. Thomas Hayes’in, evvelce şüphelilerin tırnak altlarında bile patlayıcı artığı aradığı ve rapor verdiği ortaya çıktı. Bu nedenle, Tom Thurman’a ek olarak, Feraday ve Hayes de mahkemeye çağırılmadı. İddia makamının dayandığı en önemli raporların altında imzası bulunan bu üç bilirkişinin, var olmayan delilleri ürettikleri dedikodusu hep sürdü.
Yazının Devamını Oku

Bingazi Altılısı ve AIDS’li çocuklar

21 Ocak 2007
General Muammer Kaddafi, Filistinli stajyer doktorla beş Bulgar hemşirenin, CIA ya da Mossad’ın emirleri doğrultusunda 400 çocuğa AIDS bulaştırmış olabileceğini söylemişti. İsrailli güzel aktris Orly Weinerman ile ilişkisi olduğu dedikoduları yayılan mimar ve ressam oğlu Seyfülislam ise, ölüm cezasına çarptırılan Bingazi Altılısı’nın suçsuz olabileceğini düşünüyor. Görüş farkı, sadece baba ve oğluyla sınırlı değil. Dünya sekiz yıldır, bir hastane içinde başlayan, tarihin en geniş AIDS salgınının çıkış nedeninde uzlaşamıyor.

Bingazi’deki Fatih Hastanesi’nde çalışan bazı doktorlar, 14 Aralık 1998 sabahı Trablusgarp’taki Bulgar Büyükelçisi’ne bir faks göndererek, hastanenin pediyatri bölümünde çalışan yabancı uyruklu sağlık personelinin polis tarafından her gün sorgulandığını ve iki Bulgar hemşirenin tutuklandığını bildirdiler. Aslında Libya polisi, bir ay kadar önce, "La" adlı dergide yayınlanan (daha sonra derginin kapatılmasına neden olan) Fatih Hastanesi’ndeki AIDS olgularındaki artışa dikkat çeken haberi ihbar kabul etmişti ve doktorlarla hemşireleri bu çerçevede sorgulamaktaydı. 1999 yılına girilirken, henüz ne Sofya’nın, ne de diğer dünya başkentlerinin Libya’da çıkacak AIDS skandalının boyutlarından haberi vardı.

Aralık ayı sonlarına doğru Libya, Dünya Sağlık Örgütü’ne resmen başvurarak, Fatih Hastanesi’nde yatan ve HIV virüsü taşıdığı belirlenen 400 kadar çocukla ilgili bir inceleme yapılmasını talep etti. Dr. P.N. Shrestha, Dr. A. Eleftherious ve Dr. V. Giacomet’ten oluşan ekip, 28 Aralık 1998’ten 11 Ocak 1999’a kadar Libya’da kaldı ve Trablusgarp, Sirte ve Bingazi’de araştırmalarda bulundu. Çocuk hastanesindeki HIV enfeksiyonuna, kullanılmış enjektör ve iğnelerin atılacağı çöp kutularının, hastane atıkların yakılmasında kullanılacak düzeneğin, sterilizatör ve koruyucu eldiven gibi temel tıbbi malzeme eksikliğinin yol açmış olabileceğini, benzeri durumla 1988’de Sovyetler Birliği’nde ve 1990’da Romanya’da karşılaşıldığını bildirdiler. (2006 yazında da Kazakistan’ın güneyindeki Şimkent’te bir hastanede 100 kadar çocuğa HIV bulaştığı ortaya çıktı)

AYNI HASTANEDE AIDS BULAŞAN 426 ÇOCUK

10 Şubat 1999 günü, Fatih Hastanesi’nde görevli yabancı uyruklu 23 hekim ve hemşire, silahlı ve maskeli kişiler tarafından evlerinden alınarak bilinmeyen bir yere götürüldü. Aralarından on beşi, birkaç gün sonra serbest bırakıldı. 14 Ağustos’ta Başsavcı Said Hafyana, olayın Libya’daki rejimi tehdit eden siyasi bir boyutunun bulunduğunu, sağlık personelinin yabancı bir istihbarat örgütü için çalışmış olabileceğini, hastalığı Libya’ya zarar vermek ya da bir araştırmada kullanmak amacıyla kasten bulaştırdıkları kanıtlandığı takdirde, ölüm cezasıyla yargılanacaklarını açıkladı.

Tam bir yıl sonra 7 Şubat 2000’de, bir Filistinli stajyer doktor (Eşref Ahmet Cuma) ve beş Bulgar hemşire (Kristiyana Valtçeva, Nasya Nenova, Valentina Siropulo, Valya Çervenyaşka ve Snezhana Dimitrova ) 44/1999 sayılı dava dosyası kapsamında, devletin güvenliğine karşı işlenen suçlara bakan Libya Halk Mahkemesi’ne çıkartıldılar. Fatih Hastanesi’ndeki 426 çocuğa kasten AIDS virüsü bulaştırmak, 23’ünün ölümüne neden olmak (bu arada ölenlerin sayısı 50’yi buldu), ayrıca yasadışı cinsel ilişkiye girmek, içki imal etmek, kamusal alanda içki içmek, yasadışı döviz bozdurmakla suçlandılar.

Sanıkların işkence gördüğünü ileri süren savunma avukatları, sağlık personelinin kasten HIV’li kan enjekte etmediklerini, hastalığın uzmanların raporlarında yer aldığı biçimde, hastane hijyen koşullarının yetersizliği yüzünden yayıldığını ileri sürdüler ve HIV konusunda uluslararası üne sahip Profesör Luc Montagnier ile Profesör Vittorio Colizzi’nin bilirkişiliğini talep ettiler. Yargıç Ibrahim Abu Şinaf, Halk Mahkemesi’nin yetkisizliğine karar verdi, dava bir ceza mahkemesinde görülmeye başlandı ve savunmanın talebi doğrultusunda, Profesör Luc Montagnier ile Vittorio Colizzi Libya makamlarınca bilirkişi olarak görevlendirildi.

VİRÜSLER AYNI KÖKENDEN GELİYOR

HIV virüsünün iki kaşifinden biri ve Dünya AIDS Araştırma ve Önleme Vakfı Başkanı Fransız Montagnier ve Avrupa’nın HIV/AIDS alanındaki en ünlü virologlarından İtalyan Colizzi, gerek Bingazi’deki hastanede yatan, gerekse salgın ortaya çıktıktan sonra tedavi için Milano, Roma, Paris, Cenevre ve Lozan’a sevk edilen 402 Libyalı çocuk ve 19 annenin kan örneklerini bağımsız laboratuvarlara gönderip HIV virüslerinin DNA’larını incelettiler. Filogenetik analiz, yani virüsün DNA’sını inceleyerek soy gelişimi ve evrim geçmişini belirleme sayesinde oluşturulan soyağaçları, virüslerin ortak bir kökene sahip olduğunu gösteriyordu. Salgının kaynağı büyük bir olasılıkla 1994 ile 1997 arasında 28 kez hastaneye yatırılan 356 protokol sayılı çocuktu. Bulgular, 16 yazarı arasında Libyalıların da yer aldığı bir makalede sunuldu (U. Visco-Comandini et al., Monophyletic HIV Type 1 CRF02-AG in a Nosocomial Outbreak in Benghazi, Libya, AIDS Research and Human Retroviruses, Vol. 18, No. 10 : 727 -732 (2002)

Ayrıca birçok çocuğun kanında sadece HIV değil, Hepatit B ve C virüslerine de rastlandığı yayınlandı. (S. Yerly et al., Nosocomial Outbreak of Multiple Bloodborne Viral Infections, The Journal of Infectious Diseases, 184, 369372 (2001)

Bu verilere dayanan Montagnier ve Colizzi 7 Nisan 2003 tarihli bilirkişi raporlarında, 21 çocuğun vücuduna HIV virüsünün 1997’den önce, yani Bulgar hemşireler henüz hastanede çalışmaya başlamadan girdiğini, tutuklanmalardan sonra yeni bulaşmaların gerçekleştiğini, hastanedeki hijyen koşullarının kötülüğünün virüsün yayılmasına yol açtığını, kasti bir bulaştırmanın söz konusu olmadığını belirttiler.

Montagnier’nin mahkemedeki tanıklığıyla birlikte bilim dünyası, Libya’da olan bitenle yakından ilgilenmeye başladı. Önceki yıllarda, HIV virüsü enjekte ederek adam öldürmeye kalkışanların suçluluğunu kanıtlayan filogenetik analiz, yani virüsün DNA’sını inceleyerek soy gelişimi ve evrim geçmişini belirleme, bu kez Bingazi Altılısı’nı savunmakta delil olarak kullanılıyordu.

FİLOGENETİK ANALİZİN DELİL OLDUĞU İLK DAVA

4 Ağustos 1994 gecesi Dr. Richard J. Schmidt, bir hemşire olan eski kız arkadaşının evine giderek ona bir vitamin iğnesi yaptı. Altı ay sonraki kan tahlilinde, HIV virüsü taşıdığı ortaya çıkan hemşire, kendisine hastalık bulaştırdığı iddiasıyla doktordan şikayetçi oldu ve bir erkek hastasından aldığı kanı kendisine vitamin diye enjekte ettiğini iddia etti.

HIV virüsünün DNA’sı, insanlarınkinden farklı olarak hızla evrime uğrar ve saatler içerisinde değişir. Bu nedenle kızın ve hastanın kanındaki HIV DNA’sının birebir örtüşmesi beklenemez. Bilirkişi olarak görevlendirilen Baylor Tıp Fakültesi’nden Michael Metzker ve arkadaşları, her iki virüsün aynı ortak kökenden geldiğini kanıtlamak için yıllarca uğraştılar. Bulguları, Teksas ve Michigan üniversitelerinde görevli uzmanlar tarafından desteklenince, doktor, kasten adam öldürmeye teşebbüsten 50 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Savunmanın bilirkişisi Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’ndan Bette Korber’in verilerine dayanarak yapılan itirazlar üst mahkemelerce incelendi, kabul görmedi ve verilen ceza, 2002’de onaylandı. Bu olay, virüslerin filogenetik analizlerinin, bir başka deyişle soy gelişimi ve evrim geçmişlerinin delil kabul edildiği ilk davadır. Bingazi Fatih Hastanesi’nde 400’den fazla çocuğa bulaşan ve 8-10 yıl içinde 50’sini öldüren HIV virüsünün, 356 protokol sayılı hastadan kaynaklandığı ve virüsün çocukların vücuduna giriş yılı, aynı yöntemle kanıtlanmıştır.

Bilimsel deliller dikkate alınmıyor

Montagnier ve Colizzi’nin bilirkişi raporuna karşılık, Libya Ulusal AIDS Komitesi Başkanı Awad Abudjadja ile Trablusgarp El Cemahiriye Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Bölüm Başkanı Busha Allo, enfekte çocukların kanındaki HIV virüsü miktarının çok yüksek olduğunu, bu durumun kasti bir bulaşmayı gösterdiğinde ısrar ettiler.

6 Mayıs 2004 günü Bingazi Altılısı, mahkeme binası dışında bir yandan ellerindeki taşları camlara fırlatan, diğer yandan "Çocuk katillerin ölüm" diye bağıran yüzlerce hasta ve ölü çocuk yakınının sesleri arasında idam cezasına çarptırıldı.

İtiraz üzerine, dava bir üst mahkemede yeniden görüldü. Lancet ve Nature gibi ünlü bilimsel dergilerde genetik verilere dayanarak Filistinli doktorla Bulgar hemşirelerin suçsuz olduğunu kanıtlayan yayınlar, fizik, kimya, fizyoloji ve tıp dalında Nobel ödüllü 114 bilim insanının Muammer Kaddafi’ye gönderdiği açık mektup, Libya’da çalışan 25 bin vatandaşını düşünerek başlangıçta duruma fazla müdahale etmekten kaçınan Bulgaristan’ın, hemşirelerini kurtarmak amacıyla başlattığı 10 binlerce kişiyi kapsayan imza kampanyaları, konserler, yürüyüşler, internet üzerinden gönderilen destek mektupları, Sınır Tanımayan Doktorlar, Sınır Tanımayan Avukatlar, Uluslararası Af Örgütü, Dünya Hemşireler Birliği ve daha nice sivil toplum örgütünün girişimi, Putin, Bush ve Avrupa’nın pek çok devlet başkanının, bilimsel delillere rağbet edilmesi gerektiğine ilişkin beyanatları, Bingazi Altılısı’nın 16 Aralık 2006 günü ikinci kez idam cezasına mahkum edilmesini engelleyemedi.

KADDAFİ’NİN ŞARTLARI

Son idam kararına bir kez daha itiraz hakkı var. Ancak bu arada Kaddafi, sanıkların bırakılması yönündeki çağrıları "anlamsız saçmalıklar" diyerek reddediyor ve hemşirelerin serbest bırakılması için bazı şartlar ileri sürüyor. Bunlardan ilki, halen bir İskoç cezaevinde yatan Libyalı istihbarat subayı Megrahi’nin serbest bırakılması. Megrahi, 21 Aralık 1988’de Londra-New York arasında 103 sayılı seferini yaparken İskoçya semalarında patlayan Pan American havayoluna ait Boeing 747’deki 270 kişinin ölümünden sorumlu tutulmuştu.

Kaddafi’nin bir diğer talebi, HIV bulaştırılan hastaların ailelerine tazminat ödenmesi. Bu rakam 4 milyar Euro’yu buluyor. Hemşirelerin suçsuz olduğunu ve tazminatın ödenmeyeceğini bildiren Bulgaristan, Avrupa Birliği fonlarını kullanarak Bingazi’de genç AIDS’lilerin bakılacağı bir hastane yapımı ve sağlık personelinin eğitimiyle yetinmek yanlısı. Avrupalılar, 2005 ve 2006’da yaklaşık 3,5 milyon Euro’nun bağışlandığını, Bulgaristan da yaklaşık 300 bin Euro’luk tıbbi ekipman gönderdiğini ileri sürse de Kaddafi, daha geçen hafta Trablusgarp’ta yetkililer, dini liderler ve gazetecilerin katıldığı bir toplantıda konuştuğunda, Bingazi’deki HIV hastası çocuklara yardım etmek amacıyla kurulan uluslararası yardım fonunun bir yalan olduğunu ve ona bağışlanan para bulunmadığını söyledi.

Görüldüğü gibi, Libya’daki HIV davası, bir pazarlığa dönüşmüş durumda. 1 Ocak 2007’den bu yana Avrupa Birliği üyesi Bulgaristan, şimdi arkasına diğer üyelerin ve özellikle dönem başkanlığını üstlenen Angela Merkel’in desteğini alarak Kaddafi’nin tazminat taleplerine karşı çıkıyor. Nitekim, idam kararının hemen ardından Libya’nın değişik AB organları tarafından kınanması da bunun bir işareti.

AIDS istikrar ve güvenliği tehdit ediyor

Dünya Sağlık Örgütü’nün 2006 Aralık verilerine göre, dünyada 40 milyon kişi HIV virüsü taşıyor. Bunların yarısı kadın, 3 milyonu 15 yaşın altında. Geçen yıl AIDS’ten 3 milyon kişi öldü, bir o kadar kişiye de hastalık yeni bulaşmış. 2006’da annelerinden AIDS’le doğan yarım milyon bebek, tedavi edilmediği takdirde, iki yaşına varmadan ölecek.

Asya, Doğu Avrupa ve Latin Amerika’daki yayılmanın başlıca nedeni, damar içi yolla uyuşturucu madde kullanırken enjektör paylaşmak. Yaklaşık 1.5 milyon uyuşturucu madde bağımlısı bulunan İran’da, 13 bin 040 kişi HIV virüsü taşıyor. Hastalık bunların yüzde 63’üne enjektörle bulaşmış.

Türkiye, HIV enfeksiyonunun en az rastlandığı ülkelerden biri. 2005’te Dünya Sağlık Örgütü’ne bildirilen yeni enfeksiyon sayısı 332. Başlıca bulaşma nedeninin korunmasız cinsel ilişki olduğu sanılıyor.

Irza geçme, Ruanda, Sierra Leone ve Liberya’da artık bir savaş silahı olarak pek kullanılmıyor. Ancak insanlık dışı bu uygulama, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Uganda ve Sudan’da alabildiğine sürüyor ve AIDS’in hızla yayılmasına yol açıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2000 yılındaki 1308 sayılı kararnamesine göre AIDS, bir halk sağlığı meselesinin ötesinde, istikrar ve güvenliği tehdit eden bir terör unsuru. Buna rağmen, Barış Gücü personelinin görev yaptığı ülkelere HIV götürdüğü, ya da bu hastalığa oralarda tutulduğu bilindiği halde, kaynak eksikliği yüzünden, tamamının HIV taramasından ve cinsel yolla bulaşan hastalıklar konusunda koruyucu eğitimden geçmediğini belirtmek isterim.
Yazının Devamını Oku

Borneo’da ölüm

14 Ocak 2007
Uzun evin karanlığına alışmak biraz zaman almıştı. Duvar diplerine sıralanmış Çin porseleni fıçılar, rengarenk kaseler, ucu tüylü mızrakların hiçbiri ilgimi çekmiyordu. Kurban Bayramı’nın üçüncü günüydü. Dünyanın üçüncü büyük adası Borneo’daydım. Yeni yıla Sarawak Nehri’nin kıyısında, karşı köyün ışıklarını seyrederek girmiştim. Şimdi, kafatası hevenkleri tavandan sarkıyordu ve neredeyse yirmi yıldır onlara dokunmayı bekliyordum.

Yağmur ormanının derinliklerinden gelen gong seslerine bakılırsa, nehrin yukarı kısımlarında oturanlardan biri ölmüştü. Altı gong, uzunca bir boşluk, sonra yine altı gong. Çok önemli biri değildi. Öyle olsaydı, sekiz gong çalınırdı. Kadın mı, erkek mi, neden ölmüş, nasıl ölmüş gidince anlaşılacaktı.

Erkekler balık ağlarını tamir etmeyi, kadınlar boyları büyüklüğündeki havanlarda pirinç ezmeyi bir yana bıraktılar, hediyelerini hazırladılar, kalanlarla vedalaştılar, bir adam genişliğindeki uzun kayıklarına üçer beşer doluştular. Durmaksızın yağan yağmurun altında, 15 bin çiçek, 3 bin ağaç, iki yüz küsur memeli hayvan ve dört yüzün üzerinde kuş türünün yaşadığı, ışık geçirmez ormanın içinden akan bir ırmaktan diğerine, ara ara tekrarlanan gong sesinin geldiği yöne doğru ve hep akıntıya karşı kürek çekerek yol aldılar. Cenaze töreni için bekleneceklerini biliyorlardı. Taze bir insan başı gelinceye dek yasın süreceğini de. Beyaz mihraceler henüz buralara hükmetmiyordu, Hıristiyan ya da Müslüman olmamışlardı ve adanın kuzeyindeki ormanlarda, canlı cansız her şeyin bir ruhu olduğuna inanarak yaşayan İban, Bidayuh, Kayan, Kenyah, Kelabit, Bedawan ve daha nice Sarawak kabilesi için kafatası avcılığı, cenaze törenlerinin ayrılmaz bir parçasıydı.

AYNI ÇATI ALTINDA TEK KÖY

Tama Langet’in babası zengin değildi. Güzel Kuta Jegan’ın ailesine yüklü bir para ödeyemedi. Bu nedenle Tama, suyun yukarı kısmında yaşayan pek çok erkek gibi, nesi var nesi yok geride bırakarak, karısının oturduğu ve kadınların hep birbirinin akrabası, erkeklerin ise birbirine yabancı olduğu, uzun eve taşındı. Nehre paralel olarak, ama sudan 100 metre kadar uzakta ve toprak kaymasından, nehir taşmasından ve vahşi hayvanlardan korunmak üzere, üç adam boyu yüksekliğinde ağaç gövdeleri üzerine inşa edilen, tek kapılı dar ve uzun ev, aynı çatı altında 32 aileyi barındırırdı.

Uzunlamasına ikiye bölünen evin, suya bakan yarısı, aslında bir köy meydanıydı. Üç bir tarafı açık terasta, kedi, köpek ve tavuklar dolaşır, sohbetler edilir, oyunlar oynanırdı. Evin yamaca bakan diğer yarısı ise, her bir ailenin yattığı ve yemeğini pişirdiği 32 eşit parçaya bölünmüştü. Kuta Jegan’lar, Bedawan’dı. En sağlam evleri onlar yapar, çeliğe su verir, kuru pirinç tarımını ve balıkçılığı iyi bilirlerdi, bu nedenle başka yerlere göçmeleri gerekmezdi ve yangın çıkmazsa eğer, kim bilir daha kaç kuşak bu uzun evde doğacak, burada ölecekti. Tıpkı Tama Langet’in sevgili karısı gibi.

VEREMLE BİRLİKTE KAYBOLANLAR

Kuta Jegan uzunca bir süredir öksürüyordu. Çok zayıflayıp halsiz düştüğünde, ortaklaşa kullanılan odanın bir yanına serilen hasırların üzerine yatırdılar. Böylelikle uzun evde oturanlar ya da uzaklardan misafirliğe gelenler, gece gündüz nöbetleşe yanı başında bağdaş kurup oturdular, hindistancevizi sütünde haşlanmış pirinci ve balığı yedirmeye çalıştılar. Yağmur ormanlarında yaşayanlar, ruhların öksüren bedenlerde fazla kalmadığını bilirdi. Nitekim uzun evde oturan biri kadın, ikisi erkek üç şamanın bütün çırpınışlarına rağmen, bir sabah dudaklarına yaklaştırdıkları boynuz gagalı kuşun tüyü hiç kımıldamadı.

Kuta Jegan veremdi. Veremden ölünmeyecek günler gelecekti elbette. Testereyle dozerler ormanlarına girdiğinde, ucu gözükmez ağaçlarının yerine margarin, dondurma, ruj, çikolata, bisküvi ve daha nice ürüne katılan yağ için palmiyeler dikildiğinde (ve bu sayede Malezya, dünya palm yağı ihtiyacının yarısını sağladığında), deli ırmaklarına gem vuran barajlar yapılıp her yer gölün suları altında kaldığında, verem yok olacaktı. Onunla birlikte uzun evleri, uzun mızrakları, uzun kayıkları, yüksek kütükler üzerindeki mezarları, ağır küpeler yüzünden omuzlara kadar uzayan kulak memeleri, zehirli okları ve sadece meyve, yaprak ve böcek yediğini bildikleri halde, sesinden bile çok korktukları yumuk gözlü, koca kollu, kızıl saçlı orangutanları da. Verem yok olduğunda, Sarawak yerlilerine ait ne varsa turistik bir atraksiyona dönüşecekti.

RUHLAR İÇİN TAZE İNSAN BAŞI

Suyun aşağı kısmından cenaze törenine katılmak üzere gelenlerin kayıkları uzun eve yaklaştığında, Kuta Jegan’ın cansız bedeni terasa taşınmış, üzerinde ne varsa çıkartılıp yakılmış, başı ve kollarını dışarıda bırakacak şekilde beyaz bir beze sarılmış ve ikisi önde, biri geride üç ayaklı ölü sandalyesine yarı yatar biçimde bağlanmıştı bile. Uzun tartışmalardan sonra kocası Tama Langet ve diğer erkek akrabaları, törenin dört gün sürmesine, cesedin yerleştirileceği tahta tabutun altıncı hasattan sonra açılmasına, çıkartılacak kemiklerin iyice temizlendikten sonra porselen fıçıya konmasına, böylelikle ikinci kez defnedilmesine karar verdiler. Hemen ardından, Tama Langet saçlarını kesti ve ölü sandalyesinin ayakucundaki küçük hasır kulübenin içine girdi. Tören bitinceye dek orada oturacak, kimseyle görüşmeyecekti.

Ev sahipleri ve misafirlerin toplamı 300 kişiyi bulmuştu. Dedelerin ve ataların ruhlarına edilen dualar, hüzün dolu şarkılar, inceli kalınlı gong sesleri eşliğindeki danslar, durmaksızın yenen yemekler, içilen pirinç şarabı, genç kadınlarla erkeklerin bir yandan çığlıklar atıp bir yandan birbirlerinin çıplak bedenlerine çamur sürüşleri, ara sıra ölen kadının ağzına tıkıştırılan bir parça pirinç, kollarına takılan bilezikler, saçlarına sıkıştırılan tüyler, boynu kesilip kanı etrafa saçılan tavuklar, ateşin üzerinde tütsülenen maymun gibi, kuşaklar boyunca her cenaze töreninde tekrarlanan davranışların nedeni, aralarında dolaşan iyi ruhları mutlu etmek, kötüleri korkutup kaçırmaktı. Ama hiçbiri, Kuta Jegan’ın ruhunu huzura kavuşturmaya yetmezdi. Çünkü şaman, kan akması gerektiğini söylemişti. Tavuk, yılan, domuz gibi basit yaratıkların kanı değil, insan kanı.

Bu nedenle ölünün yası, taze bir kafa gelinceye dek sürecekti. Sadece bu uzun evde değil, uzak yakın akrabalarının evlerinde de neşeli şarkılar söylenmeyecek, oyunlar oynanmayacak ve en önemlisi kimse evlenmeyecekti. Hal böyle olunca, en cesur, en becerikli, en deneyimli kafatası avcısının bulunup görevlendirilmesi şarttı.

BORNEO’DA DNA ANALİZLERİ

Borneo’da yoğun biçimde DNA analizleri yapılıyor. Bunların amacı ne babalık tayini ne de cinayet. Hedef, geçmişi aydınlatmak, buna dayanarak geleceği planlamak. Örneğin üç yıldır Kuzey Borneo’nun Sabah bölgesindeki orangutanların (orang = adam, utan = orman, Pongo pygmaeus) dışkılarındaki DNA’yı inceleyen Cardiff Üniversitesi’nden Prof. Michael Bruford, 2006 Ocak’ında 200 hayvana ait bulgularını PLoS Biology’de yayınladı.

Genetik veriler, 20. yüzyılın başında 315 bin dolayında olan sayılarının 13 bine düştüğünü ve ormanların tarım alanına dönüştürülmesi bu hızda sürerse, 10-15 yılda soylarının tamamen tükeneceğini gösteriyor. Daha önceleri, orman üzerinden helikopterle uçarak yuvalarının belirlenmesiyle yapılan orangutan sayımı, böylelikle tarihte ilk kez DNA düzeyinde gerçekleştirildi.

Birkaç yıl öncesine kadar, adadaki fillerin kökeninin Asya kıtası olduğu sanılıyor, korunmalarına gerek duyulmuyor ve kıta filleriyle çiftleştiriliyordu. ABD’nin Columbia Üniversitesi’nden Prithiviraj Fernando, bu varsayımın yanlış olduğunu, Borneo fillerinin genetik yapısının 300 bin yıl önce farklılaştığını ve gerek kıta, gerekse Sumatra fillerinden farklı bir tür olduklarını, dışkılarının mitokondriyal DNA analiziyle kanıtladı. Şimdi, Borneo filleri koruma altında.

Malezya Bilim, Teknoloji ve İnovasyon Bakanlığı’na bağlı Kuching Kimya Daire’sinden Zaliha Suadi ve arkadaşları, Sarawak’ta yaşayan İban, Bidayuh ve Melanau etnik gruplarının DNA özelliklerini Ocak 2007’de Journal of Forensic Sciences’ta yayınladılar ve bu sayede Borneo’nun geçmişini ve bölgedeki göç yollarını aydınlatmaya yönelik dev bir adım attılar.

Bu pazar günü, benden polisiye bir öykü bekleyen okuruma da anlatacaklarım var elbette. Geçen eylül ayında küçük Mohd Azuan Hatta’nın ortadan kayboluşu üzerine, ailesinin ısrarları doğrultusunda bomohlardan, yani günümüz şamanlarından destek alan Sarawak polisi, Sungai Bako Nehri’nde yüzen timsahlar arasından bomohların gösterdiklerini tek tek yakalayıp otopsisini yaptırdı. Altıncısının midesinden saç ve iç çamaşırı parçaları çıkınca, timsah katliamına son verildi. Saçların insana ait olduğunu belirleyen Kimya Dairesi, şimdilerde kesin kimliklendirme için DNA izole etmeye çalışıyor.

Kadınlar olmasa avcılar olmazdı

Kafatası avcısını, sıradan bir katil gibi görmek yanlış olur. Her ne kadar hırsızlık ya da intikam amacıyla kafa kesenler olsa da, ölünün ruhu için baş alanların Sarawak yerlileri arasında çok saygın bir yeri vardı. Onları, ellerinin üstüne bakarak tanıyabilirdiniz. Çünkü her erkek ve her kadın, gövdesinin her yerine dövme yaptırabilirdi ama, elin üzerine dövme yaptırabilmek için, bir baş getirmiş olmak şarttı.

Kızlar, bir kafatası avcısıyla evlenmek için can atar, evli kadınlar avcı kocalarıyla gurur duyar, birbirlerini kıskandırırdı. Çığlıklar, davul sesleri, şarkılar ve danslarla karşılanan kahraman, ganimetini kendi elleriyle tavandan sarkıtılan çubuğa tutturur, hemen altındaki odunları tutuşturur ve uzun evin verandasını bir boydan diğerine dolduran yüzlerce insan, derinin kavrulmasını, saçların tutuşmasını, etlerin düşmesini seyreder, yanık kokusunu içine çekerdi.

Uzun evin tavanına asılan kafataslarının sayısı ne denli çoksa, orada oturanlar o denli savaşçı, güçlü ve cesur bilinirdi. Ancak kadınların başını bu denli döndürmeseydi eğer, erkekler taze bir baş uğruna, bir pala, içinde uçları upas ağacı özsuyuna daldırılmış zehirli oklar bulunan bir bambu sadak ve onları üfleyecek uzun bir boruyla, aylar sürebilecek zorlu yolculuklara çıkmayabilirdi. Kafası kesilecek, yakın-uzak akraba olmayan birini bulmak pek kolay değildi çünkü. Zaman içinde gönüllü avcılık bitti ve bu işi meslek edinenler türedi.

Beyaz raca Sir James Brooke kafatası avcılığını yasakladığında, akraba olmayanların sayısı zaten çok azalmıştı ve kimi kimsesi olmayan, küçük kulübelerde tek başına yaşayan, göçebe Penan’lardan başka kurban bulunmaz olmuştu. İngilizler, uzun evlerdeki tüm kafataslarını topladılar, hepsine birer numara verdiler, cenazesi olanlara kiraladılar, yasağa rağmen avcılığı sürdüreni ve yakınlarını ağır biçimde cezalandırdılar, 20. yüzyıla girildiğinde Borneo’nun kuzeyindeki yağmur ormanlarında atalarının ruhu için insan kanı akıtanlar kalmamıştı.

HER ŞEY KADINLAR İÇİN

Yüz yıl önce Sarawaklı genç kızlar, sadece ellerinin üzerindeki dövmeden, erkeğin cesur bir kafatası avcısı olup olmadığını anlamakla yetinmezlerdi. Erkeğin ayak bileğindeki balık oltası dövmesi, onun iyi bir aşık olduğunun kesin kanıtıydı. Açık söylemek gerekirse, penisinde bir palang vardı. Daha küçük bir çocukken, onu ırmağın soğuk suyunda saatlerce tutan babası, uyuşan organının uç kısmında, keskin bir bambu iğne ile yatay bir oluk açarken, annesi bütün gücüyle onu yüreklendiren şarkılar söylemişti. Çalışırken ve yolculuklarda, yağlanmış bir kuş tüyü geçirerek kapanmasını engellediği bu oluğa, sevişirken iki milimetre çapında, dört santim uzunluğunda bakır, gümüş ya da altın bir çubuk, çubuğun her iki ucuna da birer küçük maden top takacaktı.

Yüz yıl öncesinin palang’larını, Kuching’teki Sarawak Müzesi’nde görmek mümkün. Erkekler, cam vitrin içindeki bu küçük çubukların ne işe yaradığına akıl erdiremediler, ne komiktir ki, haçlı seferlerine giderken kadınlara takılan bekaret kemeri gibi bir şey sandılar. Kadınlar ise hafifçe gülümsediler ve aralarında fısıldaştılar. Yağmur ormanlarına beyaz adamla birlikte gelen medeniyet, sadece töreleri değil, erkeklerin kadınları baştan çıkartmak için göze alabileceği sıkıntı ve acıları da alıp götürmüştü.
Yazının Devamını Oku

Yılın değişmeyen yıldızı DNA

31 Aralık 2006
Kanunların suç saydığını önlemeye ve aydınlatmaya çalışan milyonlar için 2006, sıradan sayılabilecek bir yıldı. Gene olay yerlerinde iğneyle kuyu kazarcasına delil arandı, gene otopsiler yapıldı, mezarlar açıldı, gene kıllar, kemikler, böcekler incelendi, gene imzalar, parmakizleri, lastik izleri, yiv ve setler karşılaştırıldı. Bazı ülkelerde "Yılın Başarılı Polisleri" listesi uzundu, bazılarında "Yılın Çözülemeyen Olayları". "Yılın Yıldızı" ise tekti ve listelerin uzunluğunu o belirledi: DNA. 2006’da DNA teknolojisinden yararlanan ülkeler, tartışılmaz biçimde suçla mücadelede daha başarılıydı. DNA veri bankası bulunanlar ise, bir önceki yıla göre, suçları aydınlatabilme oranlarını yükseltti. Bankalarına sadece mahkûmların DNA bilgilerini değil, tutuklananların ve şüphelilerin bilgilerini de ekleyenler, ayrıca bankalarını cinayet, yaralama, tecavüz, gasp gibi olaylarla sınırlamayıp, hırsızlık ve trafik yasalarını ihlal gibi basit suçlara da genişletenler ve bu bilgileri hiç silmeyenler, başarılarını doruğa taşıdı.

DNA’NIN GÜCÜYLE TANIŞANLAR

2006’da pek çok ülke DNA teknolojisiyle yeni tanıştı. Örneğin Pakistan, vücudu parçalanan bir intihar bombacısının kimliğini belirleyemeyince, polis teşkilatının ilk DNA analiz laboratuvarını İslamabad’da kurdu.

DNA incelemelerini genellikle biyolojik babanın belirlenmesinde kullanan Malezya, cinayetlerin aydınlatılmasında da DNA’dan yararlanmaya başladı ve ırzına geçip öldürülen bir kadının üzerindeki üç saç telinin, şüpheliler arasında yer alan, ancak kesinlikle katil olamayacağı öne sürülen bir askere ait olduğunu kanıtlayarak, tartışmalara son verdi.

Mayıs ayında Kazakistan, Karaganda’daki Adli Tıp Merkezi içerisindeki DNA laboratuvarının açılışını yaptı.

29 yaşındaki set çalışanı Hind el Hinavi, 16 aylık kızının, ünlü aktör Ahmed Fişavi’den olduğunu iddia edince, Mısır parlamentosu, biyolojik babanın belirlenmesinde DNA analizlerini zorunlu kılacak bir yasa tasarısını görüşmeye başladı.

Birleşik Arap Emirlikleri, küçük bir erkek çocuğunu kaçırıp ırzına geçenleri DNA analiziyle saptadı ve her birini 15 yıla hapse mahkûm etti.

Çin, DNA sayesinde, polis baskısıyla elde edilen ikrarların önüne geçtiğini, cinayetlerin yüzde 90’ını aydınlatabildiğini bildirdi ve bir önceki yıla göre cinayet sayısında 2 bine varan azalmayı buna bağladı.

DNA BANKALARI GENİŞLETİLDİ

DNA analizi yapabilenler, bir banka kurmak üzere harekete geçtiler. Öneğin haziran ayında, Dublin polisi, ehliyet sahteciliğinden tutukladığı bir kişinin, aydınlatılamamış bir ırza geçme olayının da faili olduğunu gördüğünde, bu kişinin DNA bilgisini, İngiltere ulusal veri tabanında aratmış ve biyolojik delilleri saklanmış faili meçhul 78 ayrı olayın daha çözülmesini sağlamıştı. Bunun üzerine İrlanda, kendi DNA veri bankasını kurmaya karar verdi.

Bu yıl pek çok ülke, zaten var olan DNA bankasının kapsamını genişletti. Aydınlatılamamış suç faillerinin ele geçmeden intihar edebileceği ya da ölebileceğini göz önünde tutan İngilizler, kilisenin de onayıyla, her ölenden DNA örneği alarak, veri tabanlarındaki profillerle karşılaştırmaya başladılar.

Altyapı ve personel eksiği nedeniyle DNA analizlerini zamanında yapmakta zorlananlar, adaletin gecikmemesi için özel laboratuvarları kullanmaya başladı. ABD, İngiltere ve Almanya zaten yıllardır bu olanağı değerlendirmekteydi. Bu yıl Avustralya da bu kervana katıldı ve analizlenmeyi bekleyen 33 bin örnek için hizmet satın aldı, ayrıca afet durumunda kimliklendirmeye yarayacağı düşüncesiyle, rıza gösteren polislerinin DNA profilini bankalamaya başladı. Nisanda Çek Cumhuriyeti parlamentosu, DNA için örnek vermekten kaçınanlara kestiği 50 bin Koruni (yaklaşık 3 bin 350 YTL) para cezası yerine, polisin zorla örnek almasını sağlayacak yasa değişikliğini kabul etti.

KİTLELER TARANDI

Geçen yıllarda 18 bin kişiden aldığı örneklerle bir çocuk katilini yakalayabien Alman polisi, bu yıl temmuzda 100 bin kişiden örnek alarak bir rekor kırdı ve biri 9, diğeri 11 yaşında iki küçük kızın ırzına geçip öldüren saldırganın peşine düştü.

Sokaklardaki köpek pislikleriyle başa çıkamayan Dresden belediyesi, dışkılardan köpekleri, dolayısıyla sahiplerini belirlemek ve ceza kesmek üzere, kayıtlı 12 bin köpekten tükürük alarak DNA bilgilerini depoladı.

Almanya’daki 2006 Dünya Kupası’nda çalışan sosis satıcısından itfaiyecisine kadar 250 bin kişinin, ayrıca maç bileti almak isteyen binlerce taraftarın adli sicili incelendi ve evvelce şiddet gösterdiği bilinen 2 bin Alman futbol fanatiğinden DNA için örnek alındı.

İngiliz polisi, genç model Sally Anne Bowman’ın katilini bulabilmek amacıyla 4 bin erkeğin DNA’sını inceledi.

Kanadalı seks işçisi 500 kadar kadın, öldürüldükleri takdirde kimliklerinin belirlenebilmesi için DNA analizi için gönüllü örnek verdiler.

Bundan 10 yıl önce Bosna-Hersek’te kurulan Uluslararası Kayıp Kişiler Komisyonu DNA Laboratuvarı, toplu mezarlardan çıkartılan kalıntıları incelemeyi ve kayıpları olan 80 bin kişinin DNA’sıyla karşılaştırarak ailelerini bulmayı sürdürdü. 5 Temmuz 2006 günü Komisyon, 10 bininci kişinin kalıntılarının ailesine teslim edildiğini, halen 28 bin kişinin kayıp olduğunu bildirdi.

AKAN KAN YERDE KALMIYOR

2006’da DNA bankaları, yıllar önceki cinayetleri aydınlatmada gene işe yaradı. 33 yıl önce bir hemşirelik öğrencisini öldüren kişi San Francisco’da ele geçti. 72 yaşındaki katilin tutuklanabilmesi için kalp ameliyatının nekahat dönemini geçirmesi bekleniyor.

Benzer şekilde, 30 yıl önceki bir cinayeti işleyen kişi Montana’da yakalandı. Mahkemeye çıkartılamadan intihar etti.

Virginia’da ruhsatsız silah taşımaktan tutuklanan ve DNA profili bankaya eklenen kişinin, 1977’de bir pizzacıda işlenen ve bir türlü aydınlatılamayan cinayetin faili olduğu ortaya çıktı.

12 yaşındaki küçük İngiliz’in öldürülmesinde kullanılan bıçaktan, 39 yıl sonra DNA profili elde edilebildi. İki kişi tutuklandı.

DOLAYLI YAKALAMALAR

İngiltere, yaz başında, kırmızı ışıkta durmadığı için bir kadın sürücüden örnek aldı. Elde ettiği DNA profilini, daha önce işlenmiş bir suçla ilgisi olup olmadığını anlamak için bankada aradı. Aynısını bulamadı ama, altı ırza geçme olayında benzerine rastladı. Kadının, bir erkek kardeşi olduğunu saptadı. Yapılan sorgusunda, evvelce aydınlatılamamış 6 ırza geçme olayının faili olduğu ortaya çıktı. Aynı dolaylı yöntemle, 20 yıl önceki bir cinsel saldırının faili de bulundu. Böylelikle zaten her 14 vatandaşından birini bankalamış olmakla, dünyanın en geniş DNA veri tabanına sahip İngiltere, bankada olay yerinden elde edilen DNA profillerinin tam benzerinin aranmasıyla yetinilmemesini, saldırganın benzerlerin bulunmasıyla ulaşılabilecek aile bireylerinden biri olabileceğini kanıtlamış oldu.

Amerikalılar, DNA bilgisinden yola çıkarak belli başlı ırkları birbirinden ayırabiliyordu. İngilizler buna göz ve saç rengini ekledi, Avustralyalılar bir adım daha ileri giderek DNA’dan yüz şekli ve boyu bulmaya çalıştı. Böylelikle DNA bilgisinden robot resmin çizilmesine artık çok az kaldı.

Bir okul gezisi sırasında, 13 yaşındaki İngiliz kız öğrenci Caroline Dickinson’u Fransa’da boğan İspanyol Francisco Arce Montes’in, cinayetten beş yıl sonra bir rastlantı eseri ABD’de ele geçmesi, ülkeler arasında DNA veri paylaşımının ne denli önemli olduğunu bir kez daha gösterince, nisan ayından başlamak üzere İngiliz ve Amerikan polisi DNA bilgilerini birbirleriyle paylaşmaya başladı. Europol ve Interpol tüm dünya polisini benzeri yardımlaşmaya davet etti.

HATA YAPANLAR

Bu yıl adamın biri, papağan çalarken kolunu gagalattı ve birkaç damla kanının kapı önüne damladığını fark etmedi. Bir diğeri, otomobil çaldı, işyerleri ve postaneleri soyduktan sonra, aracı kent dışına terk etti ama, kola kutusunu araçta unuttu. Bir adam, bir genç kızın ırzına geçti, öldürdü, bu arada güneş gözlüklerini düşürdü. Başka bir adam, çıplak erkeklerin katıldığı bir program yüzünden BBC televizyonuna kızdı, kadınların mahrem yerlerini gösterir fotoğrafları zarflara koydu, tükürükleyip kapattı ve yöneticilere gönderdi.

Bu İngilizler, her hafta, yüzlerce suçun aydınlanmasını sağlayan DNA bankası sayesinde yakalandı. Belediye otobüsü sürücülerine tüküren 46 yolcudan sekizinin kim olduğu, cezaevine sigara paketi içerisinde eroin (ve elinin terini) sokan kadın avukat, hep bankayla bulundu. Mart ayında John Humble, içip içip naralar atmaya başlayınca karakolluk oldu. Tükürüğünü aldılar. DNA profilini bankaya yolladılar ve John Humble’ın, 30 yıl önce bir seri katili (Yorkshire canavarı) yakalamak üzere olan polisi, gönderdiği mektuplarla yanlış yerlere yönlendiren, bu arada katile üç kadını daha öldürecek zaman kazandıran kişi olduğunu buldular.

2001’den bu yana ülkesinin değişik kentlerinde pek çok kuyumcu soyan, ancak son girdiği yerde su içtiği pet şişesini unutan Miami’li hırsız, 90 yaşındaki bir kadının ırzına geçtikten sonra üzerindeki kırmızı süveteri çıkartıp bir çöp bidonuna atan Maryland’li, ayrıca sabaha karşı bir lokantaya girip önce kızarmış piliç yiyen, sonra lokantayı soyan, ancak iyice yaladığı pilicin kemiklerini tabağında bırakan Illinois’li, Thelma adlı kuzunun ırzına geçen Michigan’lı, DNA bankası sayesinde ele geçen binlerce Amerikalıdan sadece dördüydü.

ETİK Mİ, DEĞİL Mİ?

2006’da polisler, suçluları yakalamak için, önceki yıllardaki gibi, çokça tartışılan uygulamalara da başvurdu. Örneğin Seattle polisi, 2004’te 15 yaşındaki kızın ırzına geçme ve öldürme olayını aydınlatabilmek amacıyla, şüphelendiği bir kişiyi izledi ve otobüse binerken attığı sigara izmaritini yerden alarak DNA analizi yaptı. İzmaritteki DNA, kızın üzerindeki spermin DNA profiliyle uyuştu. Karşılaştırma örneğinin hukuka aykırı elde edildiği öne sürülmüş olsa da, bir Washington eyalet mahkemesi bunu suç kanıtı kabul etti.

Benzer şekilde Teksas polisi, öldürülen kadının yanında bulduğu bir sigara izmaritinden elde ettiği DNA profilini karşılaştırabilmek amacıyla, şüphelendiği kişiyi izledi ve kullandığı kamyonun penceresinden attığı sigara izmaritine el koydu. Hukuka aykırı elde edildiği söylense de mahkeme, izmaritteki DNA’nın, saldırganın profiliyle uyuşmasını cinayetin delili olarak değerlendirdi. Önceki yıllarda bu tür uygulamalara ciddi biçimde karşı çıkılırdı. Hatta şüphelilerin DNA’sına ulaşmak amacıyla, berberlerden saç teli toplayan Avusturya polisi çok eleştirilirdi. Anlaşılan, artık katili bulabilmek, her türlü etik kaygının önüne geçmiş durumda.

TÜRKİYE’DE DNA

Türkiye’de uzunca bir süredir DNA analizleri zaten yapılıyordu. Bu yıl da, pek çok olay onun sayesinde çözüldü, pek çok soru onunla yanıtlandı. Ancak bu yıl, bu teknoloji ve yetişmiş insan gücünden yararlanmak üzere çok önemli bir adım atıldı ve ulusal DNA veri bankasının kurulması yönünde bir yasa tasarısı hazırlandı. Her satırını onaylamamakla birlikte, gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra, 2007’de yürürlüğe girmesini umduğum yasa, 10 yılı aşkın bir süredir hayal ettiklerimi gerçekleştirecek ve Türkiye’de artık "gördüm", "yaptım" ya da "yapmadım" diyenlerin söylediklerinden ziyade, bilim konuşacak.

Elbette tek başına ne DNA analizlerini yapabilmek, ne de bunları bir bankada tutmak yeterli. Olay yeri incelemelerini Türkiye’nin her yanında aynı düzeyde gerçekleştirebilmemiz ve her ilde aynı kalitede DNA analizi yapabilecek altyapıyı sağlamak zorundayız. Çünkü olay yerinden delil toplayamadığımız takdirde, kalp nakli olanakları bulunan, ancak hastaya kalp hastalığı tanısı koyamadığı için bundan yararlanamayan bir ülke olmaktan öteye geçemeyiz. Çünkü topladığımız delilleri hemen analizleyemezsek, gözaltı süresinin kısıtlılığı nedeniyle, suçluyu serbest bırakmak zorunda kalırız. Bu durum bir yandan kaçmasına, diğer yandan başka suçlar işlemesine fırsat verir.

ÇEŞİTLİ PARDONLAR

Yaz başında Melbourne, yaz sonuna doğru Houston polis kriminal, bazı DNA analizlerinde hata yaptığını kabul ederek özür diledi. 18 yıl demir parmaklıklar arkasında kalan bir Teksaslı’nın suçsuz olduğu DNA sayesinde anlaşıldı. Böylelikle Amerikan cezaevlerinde haksız yere yatırıldığı için pardon denilen (ve tabii ciddi tazminatlar da ödenen) 188. kişi de serbest kaldı.

FBI’a bağlı Atlanta kriminal laboratuvarının, ayda 4 bin dolara yakın maaş alan 6 DNA uzmanı, müdürleri Vernon Keenan’a pardon dediler ve silahlı kuvvetlerin aynı kentteki laboratuvarına üç katı maaşla transfer oldular.
Yazının Devamını Oku