Sevil Atasoy

Yatak odasındaki HİKİKOMORİ

6 Mayıs 2007
Bayan Kazumi’ye, Suvarnabhumi Oteli’nde rastlamıştım. "Rahatsız etmezsem, şuraya oturabilir miyim" demişti, yumuşacık bir sesle. Tayland’ın başkenti Bangkok’a geleli birkaç saat olmuştu, bir sonraki uçağıma 10 saat gibi bir süre vardı, kimseyle çene çalacak halim yoktu. "Bir sürü boş masa varken neden karşıma oturdu ki, inşallah çabuk kalkar" diye geçirdim içimden. Saatler geçti, bayan Kazumi kalkamadı. Bir hikikomori’nin annesiydi ve ben gitmesini hiç istemiyordum. Taro, Bayan Kazumi’nin en büyük oğluydu. 18 yaşındaydı, dört yıl önce dersleri iyi gitmemeye başlamış, birkaç kez okuldan kaçmış, bir öğleden sonra eve gelmiş, kendisini yatak odasına kapatmış ve bir daha çıkmamıştı. "İçeriye kimseyi sokmaz. Hemen odasının yanındaki tuvalete gider. Altı ayda bir yıkanır. Gündüzleri çizgi roman okur. Gecelerini bilgisayar başında geçirir. Benden başka kimseyle konuşmaz. Yemeğini tepsi içinde kapının önüne bırakıyorum. Ara sıra elini uzatır. Avuçlarımın arasına alıp öperim. Hiç çıkmasa da olur, ona ölünceye dek bakarım" diyordu, Bayan Kazumi. Gözyaşlarımı zor tutuyordum.

TARO’NUN ÖYKÜSÜ
/images/100/0x0/55ea69d3f018fbb8f87e4b1a
Başlangıçta başarılı bir öğrenciydi Taro. Hali vakti yerinde bütün Japon ailelerin çocukları, hele ilk erkek çocukları gibi, onun da iyi bir eğitim alabilmesi için hiçbir şey esirgenmemişti. Anaokuluna bile sınavla giriliyordu. Rekabet yüksekti. Özel dersler ve kurslarla geçmişti çocukluğu. "Yatak odasına kapandığı gün, ağlayarak eve gelmişti" diye anlattı annesi. "Sınıftaki çocuklardan biri alay etmiş, arkadaşlarının yanında küçük düşürmüş. Bir süredir çantasına hakaret dolu imzasız mektuplar koyuyor, bahçe duvarına onunla dalga geçen yazılar yazıyorlarmış. Çok iyi bir öğrenciyken, birden kırık notlar getirmeye başlamıştı. Okula gidiyor sanıyorduk. Meğer gitmezmiş."

BİR MİLYON KAYIP İNSAN

Taro bir "hikikomori." Japonya’da kendisini toplumdan soyutlayan çocuklara böyle deniyor. Evin banyosu, mutfağı ya da bir diğer odasına kapanan gençlerin sayısı belli değil. Sağlık Bakanlığı’nın bu konudaki ilk verisi 2001’e ait. Ülke genelindeki 697 sağlık merkezine kayıtlı 6 bin 151 hikikomori olgusu bulunduğu bildirilmişti. Bakanlığın 2006 yılı verilerine göreyse 14 bin. Bunların beşte biri, aile bireylerine karşı şiddete başvurduğundan tedavi görüyor. Akademik çevrelerin tahmini ise bu sayıların çok üzerinde.

Japonya’da her yıl 30 bin kadar kişi intihar ediyor. Bunların bine yakını öğrenci. Gerçi hikikomoriler arasında intihar oranı yüksek değil ama, çocukların intiharına ya da okula gitmek istemeyip, eve kapanmasına, eğitim sistemindeki sınav çokluğunun, ağır rekabetin ve ailelerin ders çalışmaları yönünde baskılarının yol açtığını öne süren çok kişi var.

"Hikikomori" terimini ilk kullanan Sofukai Sasaki Hastanesi başhekimi, psikiyatr Dr. Tamaki Saito ise, hikikomorinin temelinde Japon kültürü ve özellikle yalnızlığı öne çıkartan, teşvik eden geleneksel Japon müziği ve şiirinin olduğunu söylüyor. Büyük çoğunluğu 14-20 yaşlarında erkekler olan mağdurların sayısını 500 bin ila 1.2 milyon kişi olarak hesaplıyor. Bunu destekleyen pek çok araştırıcı var. Eğer öngörülen sayı doğruysa, bu kişilerin bir bölümü yeniden sosyal yaşama dönse de, ülkede çok ciddi bir işgücü kaybı gözlenecek ve devlet, en az 30 yıl boyunca, çalışmayan, vergi vermeyen, yüz binlerce kişiye bakmak zorunda kalacak.

KABAHAT ANNELERDE Mİ?

Bu durumdan, oğullarını şımartan anneleri sorumlu tutan pek çok uzman var. Savaş sonrası dönemde, erkeklerin sadece işle ilgilenmesi ve kadınların evde kalıp çocukların bakımından ve özellikle eğitiminden sorumlu tutulması yüzünden, anne ile çocuk, özellikle erkek çocuk arasında çok yakın bağların oluştuğu söyleniyor. Koşullar çok değiştiği halde, bu bağın hálá sürdürülmeye çalışıldığı ve annelerin, işe gitmeyen, bekar, 30-40 yaşına gelmiş erkek çocuklarının dahi bakımını üstlenmek istediği öne sürülüyor.

Batılı uzmanlar ise hikikomori sorununu anlamakta güçlük çekiyor. Örneğin, konuyla ilgili geniş çalışmaları olan Maryland Üniversitesi psikologlarından Dr. Henry Grubb, dünyanın her yerinde okula gitmekten ya da sokağa çıkmaktan korkan çocuklara rastlandığını, ancak hikikomorinin sadece Japonya’da görülen çok özel bir durum olduğunu söylüyor. "Çocuğum bir odaya kendisini kapatacak ve ben buna izin vereceğim, öyle mi? Kapıyı kırar, içeri girerim" diyor. Kendisini odaya kapatmış bir gencin durumunu, tıpkı benim konuşma fırsatını bulduğum Bayan Kazumi gibi, "Zamanla geçer, sabretmek gerekir" diyerek yıllarca geçiştirenleri affetmiyor ve esas hastaların, ebeveynler olduğunu söylüyor.

Son yıllardaki bazı vahşi cinayetleri işleyenlerin, aslında birer hikikomori olduğunun ortaya çıkması üzerine, görsel ve yazılı basın, toplum için büyük tehdit oluşturan bu kişilerin akıl hastası olduğuna, yüksek güvenlikli hastanelerde tutulmaları gerektiğine yönelik yayınlar yapmıştı. Sağlık Bakanlığı ısrarla, hikikomorinin bir ruh hastalığı değil, sosyal bir sorun olduğunu, sosyal kapanma ile şiddet arasında mutlak bir ilişki bulunmadığını ve çocuklarla birlikte aile bireylerinin psikolojik destek alması gerektiğini bildirse de, toplumda oluşan önyargı ve korkuyu silmek mümkün olmuyor. Çocuklarının ellerinden alınacağından çekinen aileler, bu yüzden, evde bir hikikomori olduğunu gizliyorlar.

Annesine kızıp otobüs kaçırdı

3 Mayıs 2000 günü, Fukuoka otobüsünde 20 yolcuydular. Saat tam 12.56’da binen, temiz giyimli, masum yüzlü genç adamın yanında bir ekmek bıçağı olduğunu kim bilebilirdi ki. O gün, Fukuoka otobüsünün 70 dakikalık yolculuğu, tam 15 saat sürdü. Gazeteler, Hiroşima yakınlarında 200 kadar polisin katıldığı operasyonla ancak durdurulabilen otobüste, 6 yaşındaki bir kız çocuğunu rehin alan, bir kadını öldüren, dördünü ağır yaralayan gencin, bir hikikomori olduğunu yazdılar. Üç yıldır odasından çıkmadığını, günlerini çizgi film seyrederek ve internette sohbet ederek geçirdiğini, iki ay önce tedavi için hastaneye yatırıldığını, kendisini terk eden annesinden intikam almak için kadınları öldürmeye kalkıştığını söylemişti.

Japonların içine hikikomori kokusunu salan olayların ilki değildi bu. 13 Kasım 1990’da, 9 yaşındaki kız çocuğu Sano Fusako’yu kaçıran ve yaşlı annesinin bilgisi dahilinde, 10 yıla yakın bir süre odasında hapis tutan Nobuyuki Sato’ya ne demeli. Ana oğulun paylaştığı iki katlı evin, polis karakoluna sadece 200 metre uzaklıkta olması bir yana, yaşlı kadının, köşebaşındaki marketten yıllar boyu genç kız iççamaşırları ve hijyenik ped satın almasıyla da kimse ilgilenmemişti.

Polis müdürü Koji Kobayashi’nin istifasına, pek çok polisin görevden el çektirilmesine yol açan soruşturma sırasında, kızı kaçıranın bir hikikomori olduğu ortaya çıkmıştı. Sano Fusako’nun kaçırılışını ve uzun yıllar bir odada tutulmasını, 1998’de 10 yaşındayken ortadan kaybolan, 2006 Ağustos’unda kaçarak kurtulan Avusturyalı kız Natascha Kampusch’a benzetmek doğru olmaz. Natascha’yı kaçıran Wolfgang Priklopil, eve kapanmış bir hikikomori değildi, bir telefon teknisyeniydi ve düzenli biçimde işe gidip gelirdi.

Ancak, Japonların gönlüne dehşet salan, ne otobüsün kaçırılması, ne de esir tutulan kızın olayıdır.

Drakula cinayetleri

23 Temmuz 1989 günü, evlerinin hemen karşısındaki parkta oynayan iki kız çocuğunun yanına, elinde fotoğraf makinesiyle genç bir adam yaklaştı. Küçüğünü kolundan çekip götürdü. Adam, ablanın eve koşup haber verdiği baba tarafından yakalandığında, küçük kızı çırılçıplak soymuş, bacaklarının arasının fotoğrafını çekmekteydi. İşte Tsutomu Miyazaki, diğer adıyla Drakula böyle yakalandı. Götürüldüğü karakolda, küçük kızların fotoğrafını çekmekle yetinen sıradan bir pedofil sanıldı. Halbuki iş çok başkaydı.

El ve ayaklarında doğuştan şekil bozuklukları olan Miyazaki, önceleri çok başarılı bir öğrenciydi. Lise sonlarına doğru notları düşmeye başladı. Yıllardır hayalini kurduğu Meiji Üniversitesi İngilizce Bölümü’ne giremeyince, fotoğrafçı teknisyeni oldu, çalışmaya başladı, sessiz, sakin, itaatkar bir elemandı.

Birkaç yıl içinde Miyazaki değişecek, işi bırakacak, küçük kız çocuklarının yer aldığı cinsel içerikli çizgi roman ve video kasetleri ile birlikte korku filmleri koleksiyonculuğuna başlayacak, günler ve geceler boyu bunları seyredecekti. 1988 yılı boyunca ortadan kaybolan, yaşları 4-7 arasında değişen dört kız çocuğunu onun kaçırdığından kimse şüphelenmemişti. Parktaki fotoğraf işi sırasında yakalandığında anlatmasaydı eğer, çocukları sadece kaçırmadığı, öldürdüğü, ırzına geçtiği, küçük bedenler çürüdükten sonra el ve ayaklarını yediği, bütün bunları videoya kaydettiği, cesetlerden arta kalanları mutfak fırınında yaktığı ve ailelere gönderilen imzasız mektupları onun yazdığı, kim bilir ne zaman ortaya çıkardı.

Uzmanların aksini söylemelerine karşın, işini terk edip eve kapandığı için, Japon basınının hikikomori yaftasını yapıştırdığı Miyazaki, yüzyılın başında, çocukları öldürdükten sonra pişirip yiyen, tüm ayrıntıları da ailelere gönderdiği mektuplarda sıralayan Amerikalı seri katil Albert Fish’ten esinlendi mi bilinmez. Fish, 16 Ocak 1936’da, Sing Sing cezaevinde elektrikli sandalyeyi boylamıştı. Miyazaki, 17 Ocak 2006’dan bu yana asılmayı bekliyor.

Miyazaki, Amerikalı seri katilden etkilenmemiş olsa da, onun mağdur ailelerine mektup yazma merakının, cinsel içerikli çizgi roman ve film koleksiyonculuğunun başka Japonları, üstelik pek küçüklerini etkilediği muhakkak.

Baş kesen çocuk

Jun Hase, 11 yaşında bir ilkokul öğrencisiydi. 27 Mart 1997 sabahı, okulun bahçesinde kafası bulundu. Kulağı kesilmiş, gözleri oyulmuş, ağzına bir kağıt tıkıştırılmıştı. "Bu daha oyunun başı" diye yazıyordu kırmızı mürekkeple. "Polis becerirse, yakalasın beni". İmza: Sakakibara. Katil, gazetelere gönderdiği, yine kırmızı mürekkeple yazdığı mektuplar sayesinde, aynı yılın haziranında yakalandı. 14 yaşında bir çocuktu, Jun Hase’yi öldürmekle kalmadığını, bir süredir kayıp olan 10 yaşındaki küçük kız, Ayaka Yamashita’yı da öldürdüğünü itiraf etti.

Kendisine, Sakakibara denmesini isteyen çocuk, altı yaşından beri sınavlara giriyordu. Annesi durmadan daha çok çalışması için baskı yapıyor, iyi bir üniversiteye girebilmesi için, iyi bir anaokulu, iyi bir ilkokul, iyi bir liseyi bitirmesi gerektiğini yineleyip duruyordu. Sakakibara 12 yaşına geldiğinde, artık okula gitmek istemedi. Bir hikikomori olmaya karar verdi. Çizgi romanlara ve filmlere tutuldu. Yakalandıktan sonra odasında yapılan aramada, büyük bölümünü internetten sağladığı binlerce cinsel içerikli kaset ele geçti. Onun yüzünden, Japonya’daki ceza ehliyeti yaşı 16’dan 14’e indirildi ve Sakakibara, 8 yıl cezaevinde tutulduktan sonra 1 Ocak 2005’te serbest bırakıldı. Küçük katilin asıl adı Sakakibara değil. Japon yasaları, 18 yaşından küçüklerin adlarının açıklanmasına izin vermiyor.
Yazının Devamını Oku

Sınırötesi örgütlü bir suç Doping

29 Nisan 2007
Mart ayı başında TBMM Milli Eğitim Komisyonu, Dopingle Mücadele Kanun Tasarısı’nı kabul etti. Türkiye Anti-Doping Ajansı’nın kurulmasını öngören tasarı yasalaşırsa, 1 Şubat 2007’de yürürlüğe giren, henüz imzalamamış olduğumuz, Birleşmiş Milletler Sporda Dopinge Karşı Uluslararası Sözleşme’nin gereklerini yerine getirmeye bir adım daha yaklaşacağız. Şimdi sıra, dopingin bir halk sağlığı sorunu olduğunu kabul etmekte ve Halil Mutlu, Serpil Koçak, Aslı Çakır, Şule Şahbaz, Süreyya Ayhan, Binnaz Uslu gibi sporcuları ve daha nicelerini günah keçisi ilan etmektense, onlara bu maddeleri verenlerin ve arkalarındaki suç örgütlerinin peşine düşmekte.

Yetkililer, son üç yılda dopingle mücadelede ciddi adımlar attığımızı, 2003’te doping yapan sporcu oranı yüzde 1.5 iken, 2006 da 0.75’e düştüğünü söylüyor ve bu değerin Avrupa ülkelerinin altında olduğunu belirtiyorlar. Ancak, karşılaştırma yapılırken dikkatli olmak gerek. Bir kere, Avrupa ülkelerinde doping kontrolü yapılanların sayısı, bizimkinin çok üzerinde. (Örneğin; 2006 yılında örnek alınan Türk sporcuların sayısı 3715, Alman sporcuların 8196, İspanyolların 8361). İkincisi, yüzde 0.75 dopingli sporcu bile çok fazla.

2006’da Almanya’daki doping oranı yüzde 0.7 bulunduğunda, federal hükümetin uyuşturucuyla mücadeleden sorumlu milletvekili Sabine B?tzing, durumu "korkunç bir sorun" olarak nitelendirmiş ve bu sayı, yürürlükteki dopingle mücadele yasasının sertleştirilerek, 2007 Mart’ında parlamentoya sunulmasına gerekçe oluşturmuştu.

Almanya, büyük bir olasılıkla birkaç ay içinde, Fransa, İtalya ve İspanya’nın ardından, doping yapanı, teşvik edeni, madde sağlayanı ve kaçakçılarını ceza mahkemelerinde yargılayan bir yasaya kavuşacak. Danimarka, İsveç, Norveç ve Finlandiya yasaları ise, doping maddelerine, neredeyse 10 yıldır, uyuşturucu muamelesi yapıyor.

BİR HALK SAĞLIĞI SORUNU

Aslında doping, sadece ulusal ve uluslararası yarışma ve karşılaşmalara katılan sporcuların meselesi değil. Doping, en azından II. Dünya Savaşı’ndan başlayarak bu özelliğini yitirmiş ve giderek halk sağlığını ciddi biçimde etkileyen küresel bir soruna dönüşmüş durumda. Performans ya da fizik görünümü etkileyen anabolik steroid, testosteron, büyüme hormonu gibi ilaçlar, pek çok ülkede, vücut geliştirme salonlarında, asker, polis, özel güvenlik ve itfaiye personeli arasında, film ve eğlence endüstrisinde, hatta okullarda hızla yayılıyor. Çok sayıda genç insan daha hızlı koşmak, pedal çevirmek ya da yükseğe atlamak için değil, sadece daha formda ve güzel gözükmek için bunları kullanıyor.

Türkiye’deki genel durumla ilgili bilgimiz yok. Çünkü anabolik steroid kullanıldığına ilişkin çok ciddi duyumlar aldığımız vücut geliştirme ve fitness salonlarında bile, doping araştırması yapılmıyor. Aslında yapılsa bile pratikte bir faydası yok. Çünkü bu maddeleri kullanmanın herhangi bir cezai yaptırımı bulunmadığı gibi, nereden sağlandığını soruşturan da olmuyor.

Çünkü anabolik steroidler için reçete istenmediğini, yarışma ve karşılaşmalara gelen yabancı sporcular bile gayet iyi biliyor ve ne yazık ki, kutuların üzerinde tedavi dışı kullanımlarının sakıncalarına ilişkin hiçbir uyarı yer almıyor.

BİLMEDEN DOPİNGE DİKKAT

Dünyada kaç kişinin doping maddesi kullandığını bilmek mümkün değil. İtalyan Anti-Doping Ajansı’nın, bir yılda ele geçen anabolik steroid, testosteron, büyüme hormonu ve EPO (eritropoietin) miktarından yola çıkarak yaptığı hesaba göre, en az 15 milyon kişi, anılan ilaçları gerektiren bir hastalığı olmadığı halde, bunları kullanıyor ve yüzde 65 kadarının sporla hiçbir ilgisi bulunmuyor.

Konu sadece müstahzarlarla sınırlı değil. 2004’te Uluslararası Olimpiyat Komitesi, Amerikan menşeili 624 gıda destek ürününü (nutrition supplement) inceletmiş, yüzde 41’inin, etiketi üzerinde belirtilmediği halde, vücuda alındığında anabolik steroidlere dönüşen androstendion ya da benzeri bir öncül maddeyi, hatta doping listelerinde adı geçen yasaklı kimyasalları içerdiği saptanmıştı. Bu durum, bilerek doping yapanlara ek olarak, bu ürünleri tüketen milyonlarcasının, farkında olmadan doping yaptığını gösterir ve Amerikan Anti-Doping Ajansı’nın başkanı Terry Madden’in, 13 Temmuz 2004 günü söylediği gibi, bazı sporcuların analizlerde dopingli çıkmasının nedeni olabilir.

Hatırlamakta fayda var. 1971’in 400 metre Avrupa şampiyonu, 1972 Münih Yaz Olimpiyatları’nın 4x400’de gümüş madalyalısı, İskoç asıllı David Jenkins, 1980’lerde Meksika’da bir anabolik steroid fabrikası kurmuş, 1988’de 100 milyon dolarlık steroid kaçakçılığından tutuklanmış, yedi yıla mahkum olmuştu. Jenkins halen, sporcu ve vücutçulara besin desteği üreten en büyük firmalardan birinin sahibi.

Schwarzenegger etkisi

1970’lerin başında, ABD’deki uyuşturucu piyasasını kontrol eden İtalyan aileler, doping konusuna el attılar ve talep yaratmak üzere, sinema endüstrisinden yararlandılar.

Şimdilerin Kaliforniya valisi, Avusturya asıllı Arnold Schwarzenegger’in, Joe Weider gibi ünlü vücutçularla birlikte rol aldığı "Pumping Iron" adlı film, bunun ilk örneğidir. Vücut geliştirme ve ağırlık çalışmasını tanıtan yarı belgesel, kaslarının hiçbir kıvrımını gözlerden esirgemeyenler sayesinde, gişe rekorları kırdı.

Defalarca dünya vücut şampiyonu olan Schwarzenegger, kaslarını anabolik steroidlere borçluydu ve onları kullandığını hiçbir zaman reddetmedi. Genç seyirciler vücut geliştirme salonlarına akın ettiler ve tabii anabolik steroid kullandılar. Barbar Conan, Terminator ve diğer filmleri bu yönelimi körükleyip durdu.

Binlerce insana kötü örnek olan sadece Schwarzenegger değil. Geçen ay Avustralya’nın Sydney havaalanında yapılan denetimde, çantasında onlarca kutu steroid bulunan ve yargılanan yolcu, 60 yaşına ulaşmış ünlü Rambo, Sylvester Stallone’den başkası değildi.

PORNO FİLMLERLE YAPILAN REKLAM

1970’lerin başında İtalyan Colombo Ailesi, porno yönetmeni Gerard Damiano’ya 22 bin dolar ödeyerek ilk filmini çektirdi. Kimilerine göre 100 milyon, kimilerine göre 600 milyon dolar para kazandıran Deep Throat (Derin Gırtlak), tüm zamanların en fazla kar getiren porno filmi olarak tarihe geçti.

Porno, güzel erkek ve kadınlar demekti. Rol alacakların bulunacağı yer, vücut geliştirme salonlarıydı. Böylelikle mafya pornografiyi, pornografi vücutçuları, vücutçular steroid kullanımını, bu da yeniden mafyayı besledi. Oyuncuların kısırlaşmasına, testislerin ufalmasına, cinsel sorunlarına, duygu bozukluklarına, böbrek, kalp ve karaciğerlerinin bozulmasına, hatta ölmelerine kim önem verirdi ki.

Colombo’lar, Rus mafyası vücut geliştirme ve fitness salonlarından devşirdiği kadın ve erkekleri oynattığı porno filmleri piyasaya sürünceye dek, yani 20 yıl kadar, sektörün, özellikle gay pornografisinin, tek hakimi olmayı sürdürdüler.

ÜNİFORMALI DOPİNGCİLER

Bir New York karakolunda copla ırzına geçilen Abner Louima soruşturmasında, çok sayıda polisin steroid kullandığı ortaya çıkmış, maddeleri polis memuru Ralph Dols’un temin ettiği anlaşılmıştı. Bir mafya ailesinin damadı, üç çocuk babası, 28 yaşındaki memur, birkaç hafta sonra öldürüldü. Faillerin kim olduğu hálá bulunabilmiş değil.

2001 Nisan’ında, eski vücutçu Wyatt Kepley, milyon dolar değerinde anabolik steroidle yakalandığında, müşterilerinin arasında bulunan çok sayıdaki polis memurunun steroid kullanmakla yetinmeyip, uyuşturucu kaçakçılığının içerisinde de olduğu belirlendi.

Doping yapan sadece polisler değil. İtalyan jandarmasının yaptığı bir operasyon, internetten steroid pazarlayan uluslararası bir örgütün müşterileri arasında, Irak ve Afganistan’daki Amerikan askerlerinin bulunduğunu göstermiş, Yunan polisinin, Rus malı anabolik steroidleri Irak’a postalayan bir vatandaşını yakalaması, en azından Amerikan askerleri arasında dopingin yaygın olduğunu kanıtlamıştı.

Türkiye dopingin neresinde

2005 Eylül’ünde Suudi Arabistan’a yaptığım bir ziyarette, İçişleri Bakanlığı yetkilileri, Balkanlar ve Türkiye üzerinden ülkelerine yasadışı yollarla sokulan Captagon’a ek olarak steroidleri de saymıştı. Aynı yıl, Birleşik Arap Emirliği polisince el konan iki TIR dolusu steroidin, Balkan menşeili olup, Türkiye, Suriye, Lübnan, Ürdün yoluyla getirildiği ortaya çıktı.

İspanya’da, fitness salonları, güzellik merkezleri ve internet için sahte anabolik steroid üreten 6 fabrikanın kapatıldığı, 10 ton tablete el konduğu, aralarında İngiliz ve Kolombiyalıların yer aldığı 70 kişinin tutuklandığı "Mamut Operasyonu"nda, üzeri Türkçe yazılı ilaç kutuları bulunmuştu.

Geçen yıl, İsveç polisinin doping maddeleri kaçakçılığı birimi, Avrupa’daki kaçak doping maddelerinin Rusya, Polonya, Bulgaristan, Mısır, Tayland ve Türkiye kaynaklı olduğunu saptadı.

Avrupa polis teşkilatı Europol’ün örgütlü suçlara ilişkin raporlarında da, bazı uyuşturucu şebekelerinin aynı zamanda doping maddelerini dağıttığı kayıtlı. Kısacası, doping kaçakçılığında Türklerin yer alması büyük bir olasılık.

Pek çok ülkede vücut geliştirmede kullanılan ilaçlara reçetesiz ulaşmak mümkün olmadığından, internet üzerinden yasa dışı ticareti giderek artıyor. Geçen günlerde yaptığım birkaç saatlik araştırma sonunda, yüzün üzerinde internet sitesine ulaştım. Firmaların faaliyette bulunduğu ülkeler arasında Rusya, Tayland, Meksika, Brezilya, Pakistan, Hindistan, Çin’in yanı sıra Türkiye’nin de adı geçiyor.

Sık rastlananlardan birinin adres ve telefonu İstanbul’da. Çin malı büyüme hormonu, Türk malı bir anabolik steroid pazarlıyor. Verilen numarayı aradım. Bir konut olduğunu, yetkili kişinin ticareti Avrupa ve Amerika’dan yürüttüğünü öğrendim.

Pek çok site, Türk malı bir testosteron türevini, kaslarını geliştirmek isteyenlere ayrıntılı ve özendirici biçimde tanıtıyor ve ampulünü, resmi fiyatın dahi altındaki bir değerden başlayıp, 10 kat fazlasına varan çok geniş bir aralıkta pazarlıyor.

Sitelere mektup yazan 15-16 yaşındaki çocuklarımıza verilen akılları, kaslarını geliştirmek isteyen vatandaşlarımızın bu konudaki yazışmalarını okuyunca çok üzüldüm. Şurası muhakkak ki, Türkiye, sadece transit konumda değil. Uyuşturucu konusunda transit ve üretici olduktan sonra, nasıl bağımlılarımızın sayısı arttıysa, benzer tehlike doping konusunda da bizi bekliyor.

DOPİNG PİYASASINDA RUSLAR

1988 Seul Yaz Olimpiyatları’nda, Kanadalı Ben Johnson 100 metreyi 9.79 saniyede koştu. Altın madalyayı kazandı. Alınan idrar örneğinde steroid çıktığında "Yüzlerce atlet steroid kullanıyor. Rekabet edebilmek için başka çarem yoktu", dedi. Bu olay, ABD’de steroid satışlarını reçeteye bağlayan yasanın çıkmasına yol açtı. Ciba, Searle, Syntex gibi ilaç fabrikaları üretimi durdurdu. İtalyan mafyası sahte reçeteler basarak, sahte steroidleri piyasaya sürerek daha fazla para kazandı, Avrupa eczanelerinden steroid topladı, Amerikan piyasasına sürdü. Ta ki, 1990’ların ortasında İtalyan savcılar, Amerikan polisiyle birlikte mafyaya savaş açıncaya kadar.

Birkaç yıl içinde doping pazarı Rus mafyasının eline geçti. 2003’e gelindiğinde, Rusya Anti-Doping Ajansı’nın başkanı Nikolai Durmanov, "Doping savaşını kaybettik" diyordu. "Binlerce işsiz kimyacı, denetlenemeyen ilaç piyasası ve fakirliğine sporla son vermeye çalışan sayısız yetenek. Sınırların kalkmasıyla birlikte, yeni doping çeşitleri hızla dış ülkelere yayılacak ve ABD’nin kokain sorunu için Kolombiya ne ise, doping konusunda Avrupa için Rusya, aynı şekilde tehlikeli olacak."
Yazının Devamını Oku

Orta malı deliller

22 Nisan 2007
Sıcak bir öğle vakti, kentin en kalabalık caddelerinden birinde, yaşlıca adam kaldırıma tükürdü ve yoluna devam etti. Hemen ardından, birkaç kişi tükürüğün etrafını çevirdi, eldivenli olanı, yere çömeldi, ucuna pamuk sarılı ince bir çubuğu ona değdirdi, ince, uzun bir kabın içerisine koydu. Olan biteni kimse fark etmedi. Birkaç ay sonra, yere tüküren adam, 33 yıl önce işlenmiş bir cinayetin zanlısı olarak tutuklandı. Anlattığım, bir film senaryosu değil, gerçek ve giderek yaygınlaşan bir uygulama. Polis memurları, şüphelendikleri kişilerin DNA’sını normal yollardan elde edemeyince, onları izliyor, geride bıraktıkları sakız, sigara izmariti, kepek, saç ve benzerlerini alıp gidiyorlar. Sizce bu durum, kişisel verileri hukuka aykırı olarak ele geçirmek midir, yoksa terk edilen tükürük ya da dışkı, kapı önüne bırakılan çöp gibi "orta malı" kabul edilebilir mi?

1984 başlarıydı. Polis, Kaliforniya’nın ressamlarıyla ünlü sahil kasabası Laguna Beach’te tek başına oturan Billy Greenwood’un uyuşturucu sattığından şüphelendi, evini aramayı planladı, ancak şüphenin "makul" olmadığı gerekçesiyle, arama kararı çıkartamadı. Bunun üzerine, Bay Greenwood’un sokak kapısının önüne bıraktığı, siyah naylon poşetteki çöplerine, belediyenin temizlik işçileri tarafından toplandıktan sonra, el koydu. İçinde, uyuşturucu kullanımında işe yarayan bazı malzemeler buldu, arama kararını aldı ve evde, öngördüğü gibi, bir bölümü satışa sunulacak biçimde paketlenmiş, çok miktarda kokain ve esrar ele geçirdi. Greenwood tutuklandı.

Kaliforniya eyalet mahkemesi, arama emri olmaksızın çöplerin incelenmesini, gerek eyalet, gerekse ABD anayasasına aykırı buldu. Konu, üst mahkemelerden sonra Federal Yüksek Mahkeme’ye götürüldü. Yüksek Mahkeme, zanlının, kapı önüne bırakmak üzere taşıdığı çöp poşetine izinsiz el konamayacağına, ancak sokağa bırakılmış çöplerin, hayvanlar, çocuklar ve dilencilerin kolayca ulaşabileceği "terk edilmiş malzemeler" olduğuna, dolayısıyla arama emri bulunmaksızın incelenebileceğine ikiye karşı altı oyla karar verdi.

Hukukçular arasında hálá tartışılan bu karar, Amerikan polisinin çöpler bir yana, umuma açık mahallerdeki tükürük ve benzeri biyolojik örnekleri de "terk edilmiş, orta malı" şeklinde değerlendirmesine yasal dayanak oluşturuyor. Aslında, Amerikan polisinin bu uygulaması icat değil. İlk kez Avusturya polisi, şüphelendiği kişiyi izlemiş, berberde kesilen saçlarını toplamış, DNA analiziyle katil olduğunu kanıtlamıştı.

33 YIL SONRA YERE TÜKÜRDÜ VE YAKALANDI

Bundan 33 yıl önce bir mart sabahı evine dönen Bay Lloyd, biri dokuz aylık, diğeri üç yaşında, iki çocuğunun annesi Barbara’yı, yatağında, bir kan gölünün ortasında yatarken buldu. Barbara’nın ırzına geçilmiş ve 16 yerinden bıçaklanmıştı. Buffalo polisi, kocadan şüphelendi, günlerce sorguladı, ancak katil olduğunu gösterir hiçbir kanıta ulaşamadı.

Yıllar geçti, Barbara Lloyd cinayeti çözülemedi. Olay yerinden ve mağdurun üzerinden toplanan ne varsa kocaman, beyaz bir karton kutu içerisine kondu, Buffalo adli emanetinin soğuk odasındaki rafların birine yerleştirildi. Beyaz kutu, çocuklar büyüyüp, katilin enişteleri olduğundan şüphelenmelerine ve polisin cinayet dosyasını yeniden açmasını talep etmelerine dek, 33 yıl sessizce bekledi.

2006 yılı baharında, Buffalo polis kriminal laboratuvarı, kutuyu açtı, öldürülen kadının iç çamaşırından katilin sperm lekelerini, buradan da DNA’sını elde edebildi. Karşılaştırma için, enişte Leon Chatt’ın DNA’sına ihtiyacı vardı, ama örnek alabilmek için yasal dayanağı yoktu.

Bunun üzerine polis, enişteyi haftalarca izledi. 2006 Ağustos’unda Leon Chatt, otobüse binmeden kaldırıma tükürdü. Böylelikle tüm genetik bilgisini "terk etti". Polise göre, kaldırımdaki tükürük ve buradaki DNA, sokağa bırakılan çöpler gibi, artık orta malıydı ve incelenmesi için hiçbir yasal engel yoktu. Tükürüğün DNA’sı, çamaşır üzerindeki sperm lekesinin DNA’sını tuttu, Leon Chatt 1 Şubat 2007 günü tutuklandı, yargılanması sürüyor.

Buffalo polisi ve savcı Frank Clark, kentin en eski faili meçhul cinayetinin aydınlatıldığından emin. Buna karşılık çok sayıda hukukçu, sokaktaki tükürüğün çöpe benzetilemeyeceğini, yere tüküren sıradan bir kişinin, en değerli bilgisi olan DNA’sını sokağa terk ettiğinin farkında olamayacağını ileri sürüyor ve uygulamayı hukuka aykırı buluyor. Bakalım, yargı ne diyecek.

Görgü tanıklığıyla mahkûm oldu, 22 yıl sonra kurtuldu

1980’li yılların ilk yarısında altı kadın, Buffalo’nun Delaware Parkı’nda, birer-ikişer yıl arayla, arkalarından yaklaşan birinin dayadığı silahla tehdit edildi ve tecavüze uğradı. Emekli polis memuru, belediyenin insan kaynakları müdürü William A. Buyers, tecavüzlerden birinin gerçekleştiği günün öncesinde, yani 8 Temmuz 1984’te, park civarında garip davranışlı bir adam görmüş, bindiği otomobilin plakasını kaydetmişti. Araç, Anthony J. Capozzi’nin üzerine kayıtlıydı ve müdür Buyers’in, park civarında gördüğü kişinin Capozzi olduğundan, hiç kuşkusu yoktu.

Polis, Capozzi’yi yan yana dizdiği 10 erkeğin arasına yerleştirdi ve teşhis için kadınlara gösterdi. Altı mağdurdan üçü, erkekler arasında saldırganın olmadığını söyledi, kalan üçü, aynı kişiyi işaret ettiler. Bu, Anthony J. Capozzi’ydi.

Kadınların tamamı, ilk ifadelerinde saldırganın 60-65 kilogram ağırlığında olduğunu söylemişlerdi. Capozzi, tam 99 kiloydu. Kadınlara göre, saldırganın yüzünde herhangi bir yara izi yoktu. Halbuki Capozzi’nin sol kaşı üzerinde 8 santimlik derin bir iz vardı. Kadınlar, saldırganın şortlu olduğunu söylemişti. Bacaklarındaki kılların fazlalığından yakınan Capozzi’nin şort giymediğini bütün mahalleli bilirdi.

Mağdurlardan birinin üzerindeki sperm lekesinin kan grubu, Capozzi’ninkini tutunca (20 yıl önce, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, ABD’de de sadece kan grubu karşılaştırılması yapılabiliyordu), 13 Eylül 1985’te Anthony J. Capozzi, 35 yıl hapse mahkûm oldu. Capozzi’nin kan grubu 0 (sıfır) Rh pozitifti. ABD’de her üç kişiden birinin kan grubu, 0 (sıfır) Rh pozitiftir. Masum olduğunu söylüyordu, 29 yaşındaydı ve şizofreni tedavisi görmekteydi.

22 yıl sonra, 3 Nisan 2007 Salı sabahı, 28 yıllık polis Dennis Delano ile 22 yıllık mahkûm Capozzi, Attica cezaevinin bir görüşme odasında ilk kez karşılaştılar. İki adam sessizce bakıştı ve birbirine sarılmakla yetindi. Capozzi, birkaç saat sonra salıverilecek, iddianameyi hazırlayarak mahkûmiyetine neden olan zamanın savcısı, şimdinin yargıcı Sheila A. DiTullio, 22 yıl önce yaptığı hatadan dolayı ondan ve ailesinden özür dileyecek ve zavallı adam, DNA delilleri sayesinde masumiyeti kanıtlanarak serbest bırakılan New York Eyaleti’nden 23. kişi olarak tarihe geçecekti. Capozzi özgürlüğünü, polis Delano’nun, bir lokantada yemek yiyip giden müşterinin ardından, masanın üzerinden aldığı su bardağına borçluydu.

BİSİKLET YOLUNDAKİ KATİL

Aralarında Dennis Delano’nun da bulunduğu 12 polis memurlu özel ekip, "bisiklet yolu cinayetleri"ni işleyen ya da işleyenlerin peşindeydiler. Bisiklet yolu, Delaware Parkı’nın ortasından geçiyordu ve 1986 ile 2006 arasında bu yolda 11 kadına tecavüz edilmiş, 1990, 1992 ve 2006’da, tecavüze uğrayan üç kadın, telle boğularak öldürülmüştü. Sonuncusu bir profesörün karısıydı, polisin üzerindeki baskı büyüktü.

Kadınların hepsine, sabahın erken saatlerinde arkalarından yaklaşılmıştı, öldürülenlerin boğazına tel hep iki kez dolanmıştı, hayatta kalanlar, saldırganın aynı sözcükleri kullandığını, aynı emirleri verdiğini anımsıyordu ve son bir yılını evinin duvarlarına astığı mağdur fotoğraflarını, olay yeri inceleme krokilerini, tanıkların çizdirdiği robot resimleri seyrederek geçiren polis dedektifi Delano, saldırganın tek kişi olduğundan adı gibi emindi. "Eğer aynı kişiyse" diyordu deneyimli polis, "1986 öncesinde de saldırmış olabilir."

Bu nedenle Delano, Delaware Parkı’nda ve yakın çevresinde 1986 öncesinde ne kadar tecavüz olayı gerçekleşmişse, hepsinin dosyasını incelemeye kalktı ve garip bir şey fark etti. Aralarından üçünde saldırı biçimi, polis terimiyle MO’su (modus operandi), peşinde oldukları "bisiklet yolu cinayetleri"ni işleyen kişinin davranışlarıyla bire bir örtüşüyordu. Bu üç tecavüzün faili, yıllar önce yakalanmıştı, adı Anthony J. Capozzi’ydi ve 1985’ten bu yana cezaevindeydi "Yoksa Capozzi masum muydu?" diye aklından ilk kez geçirdi Delano.

2006 sonlarında, Buffalo polis kriminal laboratuvarı, üç cinayet mağduru kadının otopsi sırasında alınmış vajinal yaymalarındaki sperm hücrelerinin DNA profilinin, aynı kişiye ait olduğunu bildirdi. Delano haklıydı, bisiklet yolu cinayetlerini işleyen aynı kişiydi. Henüz kim olduğunu bilmedikleri bu kişi, park ve çevresinde ırzına geçilmiş ve hayatta kalmayı başarmış diğer kadınlara da saldırmış olabilirdi. Delano’nun ikna etmeyi başardığı savcı, geçmiş 30 yılda Delaware Parkı ve çevresinde ne kadar kadına saldırılmışsa, hepsinin ilk muayenelerinde alınan vajinal yaymalarında DNA analizi yapılmasını emretti.

2002 ve sonrasındaki olaylarda alınan örnekler, polis kriminal laboratuvarında korunmakla birlikte, önceki yıllara ait olanlar Erie eyalet tıp merkezindeydi ve merkez bir türlü yaymaları bulamıyordu. Bulunamayanlardan biri, 22 yıl öncesine aitti ve kan grubu tuttuğundan Anthony J. Capozzi’yi 35 yıla mahkûm ettirendi. "Umarım bir yerlerden çıkar da DNA analizi yapılabilir" diyordu dedektif Delano. Capozzi’nin, başkasının suçlarının cezasını çekmekte olabileceği kuşkusu, aklından çıkmıyordu.

SU BARDAĞINDAKİ TÜKÜRÜK

Bisiklet yolu cinayetleri soruşturmasında ortaya çıkan ve ayrıntılarını anlatmakla vaktinizi almak istemediğim ipuçları, 2007 yılının ocak ayında, Delano ile arkadaşlarını, 48 yaşındaki, evli, iki çocuk babası Altemio Sanchez’e götürdü. Son 25 yılda, üç kez ırza geçmeye teşebbüsten tutuklanmış, delil yetersizliğinden serbest kalmış bu Porto Riko göçmenini, bisiklet yolu cinayet ve tecavüzlerinin zanlısı olarak sorguya çekecek "makul bir şüphe"leri yoktu. Bölge savcısından DNA profili için tükürük alma iznini ise, hiç kopartamazlardı. Bunun üzerine, Sanchez’i izlemeye, ortalık yere bırakacağı bir biyolojik örneği ele geçirmeye karar verdiler.

13 Ocak 2007 Cumartesi öğleden sonrasıydı. Bay ve Bayan Sanchez bir alışveriş merkezindeki lokantaya girdi. Polisler de peşlerinden. Saat 17.30’da karı-koca hesap isteyip kalktı. Garsonlar aldıkları talimata uyarak masaya dokunmadı. Polisler, Bay Sanchez’in dudağına değmiş ne varsa götürdüler. Kriminal laboratuvar o hafta sonu durmadan çalıştı. Polisler hiç uyumadan sonuçları beklediler. Su bardağındaki DNA, vajinal yaymalardakine bire bir uydu. Altemio Sanchez, pazartesi sabahı evinden çıkarken tutuklandı.

1 Mart günü beklenmedik bir şey oldu. Erie Tıp Merkezi başkanı ve eyalet adli tabibi Dr. James J. Woytash, 2002 öncesi tecavüze uğramış kadınlardan sekizinin ilk muayenesi sırasında alınan vajinal yaymaların, hastanenin patoloji arşivinde bulunduğunu bildirdi. Polis kriminal laboratuvarı gece boyunca çalıştı ve 12 polis memuru o gece polis kriminalin kapısında bekledi. Sekiz yaymanın sekizindeki DNA profili aynıydı ve Altemio Sanchez’inkine eşitti. İncelenenlerden biri, kan grubu tuttuğundan, 1985’te Capozzi’yi 35 yıl hapse mahkûm ettirendi.

Gerçek suçlu Altemio Sanchez ile haksız yere 22 yılını demir parmaklıklar ardında geçiren Anthony Capozzi’nin yüzleri birbirine benziyordu, her ikisinin kan grubu 0 Rh pozitifti, ama DNA’ları arasında en ufak bir benzerlik yoktu. Dedektif Delano adaleti ararken, adaletsizliği bulmuş, görgü tanıklığının ne denli hatalı olabileceğini, zamanında kan grubuyla yapılmış kimliklendirmelerin, yeniden DNA ile kontrol edilmesinin ne kadar önem taşıdığını bir kez daha kanıtlamıştı.
Yazının Devamını Oku

Giuliani’sini bekleyen İstanbul

7 Nisan 2007
Geçen hafta, sevgili Ertuğrul Özkök, "Özellikle İstanbul’da herkes bir ’Giuliani mucizesi’ bekliyor. New York’un efsanevi belediye başkanı, Harlem’i bile güvenli bir bölge haline getirmeyi başarmıştı. Onun ’sıfır tolerans’ politikası çok etkili olmuş ve sırf bu başarısı Giuliani’yi Amerikan siyasetinin en güvenilir simalarından biri haline getirmişti" diye yazdı. Belki, Rudolph Giuliani’nin sırrını merak edersiniz diye düşündüm.

15 yılda, suçun her türlüsü ikiye katlanmıştı. "Böyle giderse, 1990’ların ortasına varmadan suç patlaması yaşanır" deniyordu. Beklenen olmadı. 1990’ların başında Amerika Birleşik Devletleri’nin her köşesinde, suçun her türlüsü azalmaya başladı ve 2001’e gelindiğinde, ülke genelinde adam öldürme, yaralama, gasp ve hırsızlıkta yarıya yakın bir düşüşe ulaşılmıştı.

Kent sıralamasında, New York birinciydi. Cinayet sayısında yüzde 73.6’lük bir azalma sağlanmıştı. "Dünya suç başkenti", artık "dünya suçla mücadele başkenti"ydi ve bu başarı, 1994’ten 2001’e, üst üste iki dönem belediye başkanlığı yapan, İtalyan asıllı, New York doğumlu, hukukçu Rudolph (Rudy) Giuliani’nin politikalarına mal edildi.

Halbuki aynı dönem içinde San Diego, cinayetleri yüzde 72.8, Austin, San Jose, Seattle yüzde 69 oranında azaltmayı başarmıştı. Medya, bu kentlerin başarısıyla ilgilenmeyince, kimse ilgilenmedi. New York’un nüfusu az eksik, San Diego’nunki az fazla ya da New York’ta 10 yılda öldürülenlerin sayısı 20-25 kişi daha fazla olsaydı, listenin başına San Diego yerleşecek, herkes kuzeydoğunun değil, güneybatının mucizesinden söz edecekti. İlginç olan, Giuliani, New York’ta görev yaparken, San Diego belediye başkanı bir kadındı ve Susan Golding’in suçla mücadele stratejisi, "sıfır toleransın" s’sini bile içermiyordu, kısacası New York’takine taban tabana zıttı.

KIRIK CAMLARDAN SIFIR TOLERANSA

1982 yılıydı. The Atlantic Monthly dergisinde iki sosyolog, James Wilson ve George Kelling "Kırık Camlar" adlı bir makale yayınladılar.

"Birkaç kırık camı olan bir bina düşünün" diyorlardı. "Camları yenilemezseniz, birileri gelir birkaçını daha kırar, bir süre sonra birileri binaya girmeyi dener, eğer oturan yoksa, bir güzel yerleşirler."

Ya da "Bir kaldırım düşünün" diyorlardı. "Az buçuk çöp atılmış, çöpleri kaldırmazsanız giderek artar. Başka sokaklardan gelip oraya çöp boşaltırlar. Sonunda, o sokakta park edilen araç çalınır."

Wilson ve Kelling’e göre, kırık camlar, boyası dökük evler, çöp içinde sokaklar, yanmayan lambalar, üzeri yazılı duvarlar, terk edilmiş otolar, ilgisizliğin, düzensizliğin, otorite boşluğunun işaretiydi. Bu tür mekanlar suç işlenmesine fırsat yaratıyordu ve mutlaka ortadan kaldırılmalıydı.

1984’te, New York Metro İdaresi Kelling’i çağırdı ve kırık camlar teorisini denemesini istedi. Birkaç yıl içinde New York metrosunun tüm duvarları boyanmış, tüm istasyonları yenilenmiş, ışıklandırılmış, kameralarla donatılmıştı. Ancak, suçun önlenmesine bunlar yetmiyordu.

Kelling, "kırık camlar" tezini "sıfır tolerans"a genişletti. "İlgisizliğin, otorite boşluğunun esas işareti, dilenciler, fahişeler, sarhoşlar, duvarlara yazı yazanlar, oto camlarını zorla silmeye kalkışanlar, parklarda uyuyanlar, biletsiz metroya binenler, otoları çizen, sokakta idrar yapanlar" diyordu. "Bu kişiler yüzünden, yasalara saygılı vatandaş evine çekiliyor, dış dünya suçlulara kalıyor. Düzene karşı gelenlere kesinlikle tolerans gösterilmemeli, sokaklar ve meydanlar bunların ve suçluların elinden teker teker geri alınmalı."

Teorinin tek eksiği, uygulayacak bir polis müdürüydü. Sıfır toleransın suça etkisi, ancak o zaman kanıtlanacaktı.

1990’da William Bratton, New York metrosunun güvenliğinden sorumlu polis müdürlüğüne atandı. Hayranı olduğu Kelling’in önerilerini harfiyen uygulamaya başladı. Biletsiz geçenler, vagonları kirletenler, metroda geceleyenler, dilenenler, kumar oynayanlar, içki içenler, laf atan ve sarkıntılık edenlerin üstü aranıyor, tutuklanıyor, geçmişleri, yakınları araştırılıyordu.

ABD’NİN BİR NUMARALI POLİSİ

Bratton, toplam uzunluğu 1056 kilometre olan raylar üzerinde, yılda 1 milyar yolcunun taşındığı, yerin altındaki bu ikinci New York’un tek sahibiydi. Kurduğu bilgisayar ağı sayesinde olan biteni, önündeki dijital haritadan izliyor, analizliyor, güvenlik stratejileri üretiyor, uyguluyordu. "Sıfır tolerans" sayesinde New York’un altında, cinayet, yaralama, hırsızlık, gasp, tecavüz, uyuşturucu satışı, fuhuş gibi bir zamanların olağan işlerinden hiçbiri, artık yaşanmıyordu.

Rudolph Giuliani 1994’te belediye başkanı seçilince, Bratton’u New York polis müdürlüğüne atadı. Bratton, metro güvenliği için idari ve operasyonel olarak ne yaptıysa, aynısını toprağın üzerinde tekrarladı. İki yıl sonra suç azalmaya yüz tuttuğunda ve Giuliani bunun tadını çıkartmaya çalıştığında, "Eğer New York başardıysa, her yer başarır. ABD’nin bir numaralı polisiyim. Suç salgınını tersine çeviren esas kişi benim" demeye başladı. Ve tabii, koltuğundan oldu.

Bratton, yıllar sonra 2002’de, Los Angeles polis müdürlüğüne getirildi. İlk işi Kelling’i yanına çağırmak oldu. (Hálá oradalar, birlikteler ve kitap yazıyorlar). Giuliani ise, onun yerine itfaiye müdürü Howard Safir’i atadı, kurduğu "Sokak Suçları Birimi"nin üniformasız ve genç polislerine "sıfır tolerans" politikasını sıkı sıkı ve acımasızca uygulatarak, yoluna devam etti.

GIULIANI ZAMANI DEDİLER...

Polis memuru Justin Volpe, sanat hırsızlarının korkulu rüyası, dünyaca ünlü ressam polis Robert Volpe’nin oğluydu. O sabah elindeki copu başının hizasına kadar kaldırmış "Bununla onu dize getirdim" dercesine, New York 70. bölge karakolunda bir boydan diğerine gururla yürüyordu.

Copa kan ve dışkı bulaşmıştı ve kanla dışkının sahibi, bu yürüyüşten birkaç saat sonra Coney Island Hastanesi acil servisindeydi. Zavallı adamı hastaneye bırakan polisler, "anormal eşcinsel ilişki nedeniyle yaralanmış" deyip, gittiler.

Neyse ki, Magalie Laurent deneyimli bir hemşireydi. Önce yaralının ailesini, hemen ardından emniyetin iç işler bürosunu aradı ve 70. bölge karakolunda Abner Louima adlı bir kişiye zorla tecavüz edildiğinden kuşkulandığını bildirdi.

Abner Louima iki ay hastanede kaldı, parçalanan idrar torbası ve bağırsaklarının düzelebilmesi için defalarca ameliyat edildi. Kendisini tutuklayan, "Pis zenci, şimdi Giuliani zamanı" diyerek döven ve karakol tuvaletinde copla ırzına geçen memur Justin Volpe, 1999 Aralık’ında 30 yıl hapse mahkum edildi. Halen Minnesota’nın düşük güvenlikli bir cezaevinde tutuluyor. 2025’te serbest kalacak. Louima, New York kenti aleyhine açtığı tazminat davasından 8.75 milyon dolar aldı.

30 yaşında, evli, iki çocuk babası güvenlik elemanı Abner Louima’yı bu hale düşüren, 9 Ağustos 1997 gecesi iki kadın arasında başlayan, daha sonra 20-30 kişinin katıldığı bir bar kavgasıydı. Olay yerine sevk edilen 70. bölge karakolu polislerinden birine, Justin Volpe’ye, yumruk attığı iddiasıyla tutuklanmıştı.

Polis otosunda başlayan, gözaltındayken süren ve tuvaletteki olayla noktalanan olay, sadece New York’ta değil, ülkenin pek çok yerinde göçmen ve azınlık gruplarının protestolarına yol açtı. Binlerce kişi yürüdü, karakolları çevirdi. Onlara göre, polisin bu davranışının tek bir sorumlusu vardı: New York belediye reisi Rudy Giuliani’nin, azınlıkları, zencileri, fakirleri, evsizleri hedefleyen "sıfır toleransı".

AMADOU DIALLO CİNAYETİ

Amadou Bailo Diallo, 23 yaşındaydı. Afrika’nın Gine’sinden New York’a, bilgisayar mühendisi olmak için gelmişti. 4 Şubat 1999 sabahı kahvaltı etmiş, Wheeler Caddesi’ndeki evinden çıkmıştı ki, sivil plakalı bir Ford Taurus yaklaştı, önünde durdu, içinden sivil giyimli, beyaz tenli dört kişi fırladı. Birkaç dakika sonra Amadou Diallo, bedenine isabet eden 19 kurşunla yerde yatıyordu. Gelenler polisti. Sokak Suçları Birimi’nde görevliydiler. Mahkemede, Diallo’yu aranan bir seri katile benzettiklerini anlattılar (Katil daha sonra yakalandı). Polis olduklarını yeterince yüksek sesle söylediklerini, ellerini yukarıya kaldırmasını istediklerini, bu sırada elini cebine attığını, silah çıkartacağını düşünerek ateş ettiklerini bildirdiler. 41 el ateş etmişlerdi. Genç adamın üzerinde, cüzdanından başka hiçbir şey bulunamadı.

Afrikalı Diallo’nun öldürülüşü büyük yankı uyandırdı ve Rudy Giuliani, New York polisini, aşırı güce başvurmaya, ırkçı davranmaya, süratle silaha davranmaya teşvikle suçlandı.

Polislerin 25 Şubat 2000’de beraatleri üzerine ayaklanmalar çıktı. 1700 kişi tutuklandı. Tutuklananlar arasında, 2001 ve 2005 belediye başkanlığı seçimlerine adaylığını koyacak Porto Riko asıllı Fernando Ferrer de vardı.

New York kenti, Diallo’nun annesine 3 milyon dolar tazminat ödedi. Bu arada, 11 Eylül faciası gerçekleşmiş, belediye başkanlık seçimleri yinelenmişti. Yeni başkan Michael Bloomberg’in ilk icraatlarından biri, Giuliani’nin Sokak Suçları Birimi’ni lağvetmek ve "sıfır tolerans" politikasını terk etmek oldu. Suç, azalmaya devam etti.

Genç Afrikalı’nın ölümü, Bruce Springsteen’den Ziggy Marley’e 50’ye yakın müzisyenin şarkılarına, romanlara, TV dizilerine, sinema filmlerine de konu olmakla kalmadı, 2005 belediye başkanlığı seçimlerinin de kaderini etkiledi. Cumhuriyetçi Bloomberg’in göreve devam etmesini isteyen New York Times ve başka büyük gazeteler, beş yıl önce Diallo’nun ölümünü protesto ettiğinden tutuklanan Demokrat rakibi Fernando Ferrer’in, polis müdürlerinin basına kapalı bir yemekli toplantısında, "Diallo’nun ölümü bir cinayet değil, bir trajediydi" dediğini yazdılar. Ferrer, siyahların desteğini bir gecede kaybetti. Bloomberg yeniden belediye başkanı oldu.

Suçu azaltan kurşunsuz benzin

1990’lı yıllarda, dünyanın diğer ülkelerinde suç sürekli artarken, ABD’deki gidişin nasıl olup da aniden tersine döndüğünü açıklamaya çalışan pek çok görüş var. Toplum merkezli, problem merkezli ya da bilgisayar destekli polislik gibi yeni uygulamalar, polis memuru ve tutuklama sayısında artış, hapis cezalarının paraya çevrilmemesi, "crack" kokain bağımlılarının azalması, nüfusun yaşlanması, silah yasalarının sertleşmesi, ekonominin güçlenmesi bunlardan bazılarıdır.

Kolayca akla gelmeyen, ancak suçu azalttığına kesin gözüyle bakılan ve dönemin belediye başkanı ya da polis müdürlerine mal edilemeyecek başka etkenler de var. Örneğin, kurşunsuz benzin ve boyalar bunlardan biri.

1970’lerin başında Pittsburgh Tıp Fakültesi’nden çocuk psikiyatrı Dr. Needleman, kurşunun çocuklarda IQ değerinin düşmesine yol açtığını kanıtlamış, bu bulgular benzin, boya ve diğer pek çok üründeki kurşunun azaltılmasını sağlamıştı. 1990’ların sonlarına doğru, gelişmekte olan çocuk beyninin frontal lobunda, yani alın bölgesindeki kısmında biriken kurşun ve diğer ağır metallerin çocuklarda dikkat eksikliği, hiperaktivite, antisosyal davranış ve şiddete yol açtığını gösteren araştırmalar yayınlanmaya başladı. Böylelikle kurşun ve suç arasında bir ilişki olduğu anlaşıldı. 1970’lerde doğan çocuklar, kurşunsuz ortamlarda büyüme şansını yakalamıştı ve istatistiklere göre tüm toplumlarda en çok suç işlenen 18-25 yaş dilimine geldiklerinde, takvimler 1990’ların ortasını gösteriyordu.

İSTENMEYEN ÇOCUKLAR DOĞARSA

ABD’de suçun azalmasını sağlayan ve yine hiçbir belediye başkanıyla polisin başarı hanesine yazılamayacak etkenlerden bir diğerinin, 1970 yılında New York eyaletinde, kürtajın, 24 haftalık gebeliğe kadar ve isteme bağlı olarak serbest bırakılması olduğu söylenir. Kürtaj, New York’tan önce sadece Colorado eyaletinde yasaldı, ama durdurulabilmesi için, gebeliğin ya anne yaşamını tehdit etmesi ya da ırza geçme veya ensest sonucu gelişmesi gerekirdi.

Zenci, yoksul, evli olmayanlar gibi risk gruplarındaki istenmeyen çocukların aile içi şiddete, ihmal ve istismara uğrayabileceğini, bu yüzden evden kaçma, okulu terk, uyuşturucu bağımlılığı gibi risklere daha açık olduklarını ileri sürerek, kürtaj-suç ilişkisini ilk irdeleyen, 1999’da Chicago Üniversitesi’nden iktisatçı Steven Levitt’tir.

Levitt, 1970’te kabul edilen kürtaj yasası sayesinde istenmeyen çocukların doğmadığını, suç işleme riski taşıyan bu çocukların sistemde yer almaması nedeniyle 1990’lı yıllarda New York’ta suçun azaldığını ileri sürer.
Yazının Devamını Oku

Ah bir dedektif medyum bulsam!

1 Nisan 2007
İskoç yazar Sir Arthur Conan Doyle’un ünlü dedektif Sherlock Holmes karakterinin yaratıcısı olduğu herkesçe bilinir de, spiritüalizmi (ruhçuluk) hararetle savunduğu; telepat, durugörür (klervoyan) ve medyumlara inandığı, hatta peri fotoğraflarının çekildiğini savunduğu pek bilinmez. 12 öyküden oluşan "Sherlock Holmes’in Maceraları", yazarın spiritüalizm yanlısı tutumu nedeniyle, bir ara Sovyetler Birliği’nde yasaklanmıştı. Aslında Conan Doyle, ölüler dünyasıyla iletişime girildiğine inandığı halde, dedektifi Sherlock Holmes, hiçbir cinayeti gaipten haber verenlerin yardımıyla çözmemiş, hep gözlem, deney ve mantığının yolunda gitmiştir.

Dr. Conan Doyle, yakından tanıdığı, zamanın ünlü Amerikalı sihirbazı Harry Houdini’nin de bir medyum olduğunu iddia etmiş, sihirbaz ise ömrü boyunca, her fırsatta spiritüalizme açıkça karşı çıkmış ve bu ithamı şiddetle reddetmiştir.

Asıl adı Erich Weiss olan sihirbaz, 1926’da, 52 yaşındayken ve gayet sağlıklı göründüğü bir dönemde, şiddetli karın ağrısının ardından öldü. Doktoru Daniel Cohn, ölüm nedenini, patlayan apandisitin yol açtığı iltihap, yani peritonit olarak kaydetti. Birçok hayranı, onun ölmediği, spiritüalistler tarafından öldürüldüğü kuşkusunu içlerinde taşıdılar.

Birkaç yıl önce ortaya çıkan ve Canon Doyle’un, üstü kapalı biçimde sihirbazı ölümle tehdit ettiği biçiminde yorumlanan bir mektup, bu kuşkuları yeniden alevlendirdi ve iş, avukat Joseph Tacopina’nın 26 Mart 2007 günü New York’un Machpelah Musevi Mezarlığı’na verdiği bir dilekçeye kadar vardı.

Gerekli izin alınabilirse (Musevi cemaatin dini kaygıları nedeniyle biraz zor gözüküyor), sihirbazın 80 yıllık mezarı, aralarında ünlü hukuk profesörü James Starrs ile en az onun kadar ünlü patolog Dr. Michael Baden’in de yer aldığı, antropolog, toksikolog ve radyologlardan oluşan bir ekip tarafından açılacak ve çıkartılan saç, tırnak ve kemiklerde başta arsenik olmak üzere zehir aranacak. Ve eğer bir şey bulunursa, olası katiller listesinin ilk sırasında, o tarihlerde spiritüalistlerin başını çeken, İngiliz Psişik Araştırmalar Derneği’nin üyeleri arasında yer alan, Hollanda’dan Avustralya’ya pek çok ülkede spiritüalizmi savunan konferanslar veren Conan Doyle’un yer alacağı muhakkak. Hem doktor olduğundan, hem de hayal aleminde bile olsa, öldürmenin bin bir çeşidini bildiğinden.

TÜRKİYE’DEKİ YABANCI MEDYUMLAR

1961’de ortadan kaybolan ve bir daha bulunamayan küçük Ayla Özakar’ın eşyalarını, "faili meçhulleri aydınlatan medyumdur" diyerek binlerce kilometre ötedeki İngiliz Harry Edwards’a götüren, bir takım adresler alarak geri dönen kişi bir gazetecidir. Harry Edwards’a mal ettiği adreslerden bir şey çıkmadığı gibi, Edwards’ın faili meçhulleri aydınlattığı da doğru değildi. Anılan kişi, pek azı belgelenmiş, binlerce kanser, verem, romatizma ve sara hastasını tedavi ettiğini ileri süren bir spiritüalistti.

1999’da İzmir’de ırzına geçirilip, başına taşla vurularak öldürülen Norveçli turist Eileen Gullaksen cinayetini aydınlatabilmek amacıyla binlerce kişi sorgulanıp, yüzlerce kişiden DNA analizi için örnek alınıp, katil aradan üç yıl geçtiği halde (bana göre bir DNA bankamız olmadığından) bulunamadığında, ailesinin ısrarları üzerine İsveçli medyum Lena Ranehag ile Norveçli medyum Deborah Borgen’i ülkemize getiren, "DNA çözemedi, umut medyumda" şeklinde başlıkların atılmasına neden olan ve Jandarma’mızı meşgul eden, Norveç televizyonundaki bir programın yapımcılarıydı.


MEDYUMLAR VAKİT VE PARA KAYBETTİRİYOR

1966’da Avustralya’nın sahil kenti Adelaide’da su kenarında oynarken ortadan kaybolan ikisi kız, biri erkek Beaumont kardeşlerin soruşturması bir türlü sonuç vermediğinde, işe falcılar, büyücüler, ruhlarla iletişime geçtiğini söyleyenler karışmaya başladı. Hatta Hollandalı medyum Gerard Croiset’nin müritleri, helikopter kiralayarak kıyı şeridinin fotoğraflarını çekti.

Bir yıl boyunca Avustralyalılar, buldozerlerle bugün kumsalı, yarın bir okul bahçesini, öbür gün yine kumsalı kazdılar. Sonunda, medyum Hollanda’dan kalkıp geldi ve kazılara bizzat yön verdi. Belediyenin yeni yaptırdığı soğuk hava deposunun tabanını kazdırmaya kalkınca, halk, tabanın tamiri için gerekli 10 bin YTL’yi topladı.

Yıllar geçti, medyum öldü. Aradan 16 yıl geçti. 1996’da müritleri, "Mutlaka bir bildiği vardı" deyip soğuk hava deposunun duvarlarını yıktılar, tabanını tekrar kırdılar. Yine masraflar edildi, yine çocuklar bulunamadı. Şimdilerde bir başka medyum, Scott Russell Hill, çocukların nerede olduğuna ilişkin öbür taraftan aldığı ipuçlarını sıralıyor. Neyse ki, söylediklerine kulak asıp otoparkları ve ahırları kazmaya kalkan yok.

Anneniz sarı masa örtüsü almanızı istiyor

Mor bir şapka satın almak üzere evden çıkıp, Londra’nın Harrods ya da Selfridges mağazasına girdikten sonra, "Psychic Sisters" adlı şirket çalışanlarından birinin yönlendirmesi sonucunda, mor şapkadan vazgeçip, sarı masa örtüsü alarak dükkandan çıkmanızı hoş görebilirim.

Hatta medyum olduğunu ileri sürerek, ölmüş annenizin ruhuyla iletişime geçtiğini ve mor şapka yerine sarı masa örtüsü almanızı onun önerdiğini söylemesi üzerine kararınızı değiştirmeniz bile, beni pek etkilemez.

DİREKSİYONDAKİ KİM

Ancak iş, suçun aydınlatılması noktasına gelince dikkat kesiliyorum. Son 20 yıldır, iyi bir olay yeri incelemesini ve bilimsel delillerin vazgeçilmezliğini savunan bir vatandaş olarak, kendini psişik ya da medyum dedektif diye tanımlayan kişileri araştırıyor ve onların "Katilleri, kayıpları bulmada polise defalarca yardımcı oldum" şeklindeki iddialarını inceleyerek, hangi olayda, hangi ipucuyla bunu başardıklarını öğrenmeye çalışıyorum.

Elbette, hırsızları, katilleri, kaçırılanları, kaybolanları aramaktan vazgeçip, medyumlara, telepatlara başvuran polisler de ilgimi çekiyor.

Ölümlü bir trafik kazasında direksiyonda kimin oturduğunu bulmak için medyuma başvurulmasını öneren okur mesajları üzerinde fazla durmuyorum ama, hırsızları bulmak için medyumlardan ders alan polislere, 30 yıllık polis İngiliz Keith Charles gibi telepati yeteneği sayesinde suçluları istediği yerde, istediği delili bırakmaya zorladığını iddia edenlere dikkat kesiliyorum.

Bu konularla ilgilenmemin nedeni basit. Medyumların işe yaradığının kanıtına bir ulaşabilsem, 20 yıldır savunduklarımı terk edecek, olay yeri inceleme birimlerinde, kriminal laboratuvarlarda çalışanların en azından yarısını işten çıkartıp, yerlerine birer medyum tayin edilmesini önereceğim.

UYANIK MEDYUM BULMAK

Dedektifliğe soyunan medyumlar televizyon programlarına çıkıyor, dizilere konu ediliyor, internette site açıyorlar. Üzerinden 40-50 yıl geçen faili meçhul cinayetleri ele alıyor, öte taraftan aldıkları mesajları sıralayan kitaplar yazıyorlar. Türkiye’de de yıldız, kahve, el, su falı bakan, tarot açan, büyü bozan, kurşun döken, ruh çağıran bazı hanımefendi ve beyefendiler, internet sayfalarında bu yönlü hizmetler verdiklerini de belirtiyorlar. Hatta birkaç yıl önce çok satan bir gazetemizde, yurtdışındaki medyumların polise yol göstericiliğini göklere çıkartan ve en iyilerine nasıl ulaşılabileceğini anlatan bir köşe yazısına bile rastlamıştım. Kısacası, onları bulmak kolay.

26 yıllık meslek yaşamını, çaresiz insanların önce güvenini kazanan, ardından fal bakma, büyü yapma, ruh çağırma gibi yöntemlerle istismar edenlerle mücadeleye adamış dedektif Bruce Walstad’ın, 1993’te ABD’de yaptığı bir anket çalışması var.

14 farklı ABD eyaletinde, her biri farklı polis birimlerinden toplam 263 polisin verdiği yanıtlara göre, yüzde 35’i medyumlardan yardım alınmasına taraftarmış, yüzde 23’ünün çalıştığı birim daha önce bir-beş kez onlardan yararlanmış, yüzde 6’sının birimi, halen onlardan yararlanıyormuş.

Sadece 9 polis, medyumun verdiği bilginin yararlı olduğunu belirtmiş, ancak bu bilgi olmasaydı da olayın çözüleceğini beyan etmiş. Benzeri anketler, 1990’larda Pennsylvania eyaletinde yinelenmiş ve her beş polis biriminden birinin en az bir kez medyumla görüştüğü ortaya çıkmış.

Polislerin falcı, büyücü, medyumlara danışması artık bir suç. Bu nedenle sürekli inkar ediliyor ve FBI dahil, birçok polis teşkilatı "Medyumla işbirliği yapmadık, yapmayacağız" şeklinde açıklamalarda bulunuyor. Ancak bazen medyumlar dayanamayıp konuşuyor. Örneğin İskoç medyum Elizabeth Walker, Avustralya Başbakanı John Howard’ı ölümle tehdit edenlerin kim olduğunu soruşturmakla görevli bir polisin kendisine başvurduğunu geçen yıl bir TV programında anlatmıştı. Avustralya’yı ayağa kaldıran bu bilgi, polisin ve bağlı bulunduğu birimin soruşturmalar geçirmesine, sonunda ilgili memurun görevine son verilmesine yol açtı. Başbakanı kimin tehdit ettiği hálá bulunamadı.

DERS KİTABINA GİREN MEDYUM

New York polisi, Bronx cinayet masası amirliğinden emekli Vernon Geberth’in 1988’de yayınlanan ve 900 sayfayı bulan "Cinayet Soruşturmasının Pratiği", bir dönemin başucu kitapları arasında sayılır. İncil’den alıntılar ve "Unutma, Tanrı için çalışıyoruz" cümlesiyle başlayan kitabın, 1996’daki üçüncü ve son baskısında, polislerle medyumların işbirliğine beş sayfanın ayrılması, bu ilişkinin en azından 1996 öncesindeki varlığını kanıtlıyor.

Emekli polis bu bölümde, ülkesinde pek popüler olmuş Noreen Reiner’in becerilerini aktarır ve onun değişik polis teşkilatları, hatta FBI ile cinayetlerin aydınlatılmasında çalıştığından bahseder ama, bir tek örnek vermez. Ayrıca "Medyumlar, diğer insanların denetleyemedikleri beyinlerinin bir bölümünü kullanmayı öğrenmişlerdir" şeklinde, bilimsel temeli bulunmayan bir genelleme yapar.

Vernon Geberth’in kitabında adı geçen medyum hanım, kendi iddiasına göre, 1981’den bu yana "görev" başında, dedektiflik yapıyor ve 38 eyalet ile altı yabancı ülkede 500’ün üzerinde suçu aydınlattığını ileri sürüyor. Ayrıntılarını verdiği olay sayısı iki elin parmaklarını geçmediğinden araştırması kolay. Bunlardan biri, medyum propagandası yapan televizyon programlarında (örneğin CNN’in Larry King Live’ı gibi) döne döne gösterilen, 1994 yılında Florida’nın 2 bin kişilik kasabası Williston’da, cüzdanını ve astımı nedeniyle yaşamsal değeri bulunan ağız spreyini geride bırakarak, kırmızı steyşını ile birlikte kaybolan 76 yaşındaki Norman Lewis’in öyküsü.

BİR İHMAL 10 YIL PROPAGANDA

Norman Lewis soruşturmasından sorumlu dedektif Brian Hewitt, iki yıl boyunca ne aracı, ne de yaşlı adamı bulabilir. Sonunda, kayıp kişinin ayakkabılarını, cüzdanını, bölgenin haritasını, adamın kardeşinden temin ettiği medyumluk ücretini bir konferansta tanıştığı Noreen Reiner’e teslim eder.

Polisin, soruşturmayla ilgili bilgilerin ne kadarını medyuma verdiğini bilmiyoruz. Çünkü, ikisi arasındaki görüşmelerin bant kaydını mahkeme kararıyla talep eden avukatlar, verilenin orijinal değil, bazı bölümleri çıkartılmış bir kopya olduğunu saptadılar. Danışmanlık ücreti polis kasasından çıkmadığından, bantların orijinali ailenin mülkiyetinde ve ulaşılamıyor.

POLİS NE ANLATTI

Acaba memur Hewitt, yaşlı adamın bir arkadaşına ölmek istediğini ve "Bir ırmak ya da taşocağı çukuruna atlayıp kurtulacağım" dediğini söyledi mi? Ya da aradan geçen iki yılda, hangi ırmak diplerini ve kasaba civarındaki çok sayıdaki taşocağından hangilerini araştırdıklarını anlattı mı? Eğer bu iki sorunun yanıtı "evet" ise, medyumun, yaşlı adamın intihar ettiğini düşünmüş ve haritaya bakıp, bütün ırmaklar tarandığı halde, her taşocağının incelenmediğini fark etmiş olması gerekir. Ayrıca adamın 45 No’lu karayolu üzerinde oturduğu, bunun da 121’e bağlandığını görmüş olmalı. Bu yüzden, "Kayalar görüyorum, çukur görüyorum, tren yolu görüyorum, köprü görüyorum, 45 ve 21 sayılarını görüyorum"dan ibaret bir kehanette bulunmak için, medyum olmaya gerek yok.

Ne yazık ki Williston polisi, eksik bıraktığı Whitehurst taşocağına bakmayı, medyumla görüştükten sonra akıl etmiş ve kırmızı steyşınla kemikleri kalmış cesedi, ancak o zaman bulabilmiştir. Ve ne yazık ki bu ihmal, 10 yıl sonra hálá medyumlara propaganda malzemesi olmayı sürdürüyor ve ayrıntıları bilmeyenlerde hayranlık uyandırıyor.
Yazının Devamını Oku

Adalet yaratıcılık, ısrar ve sabır ister

25 Mart 2007
4 Ocak 2001 günü, çekiçle başına vurulan, boğazı kesilen, defalarca bıçaklanan, henüz 12 yaşındaki Hande Çinkitaş’ın avucunda saç telleri bulunduğunda ne kadar umutlanmış, bu ipucuyla polisin katile ulaşacağını sanmıştık. Daha sonra, DNA analiziyle saçların saldırgana değil, küçük kıza ait olduğunun anlaşıldığını öğrendik. Saç telleri ve tırnakların altından alınan doku örnekleri, hálá korunuyor mu bilmiyorum. Bu örnekler yeniden çalışılsa, belki bir sonuca varılabilir diye düşünüyorum.

Kendilerini savunmaya çalışmış mağdurların avuçlarında ya da tırnak altlarında, saldırgana ait saç tellerine, kıllara rastlanması istisna değildir. Elbette bu saç ve kıllar, ölenin kendisine de ait olabilir. Bu nedenle İstanbul’da işlenen bir çifte cinayette, annenin avucundaki saçları inceleyen ilk laboratuvarın DNA analizinden sonuç alamaması, bizi bu çok önemli delilden vazgeçirmemeli ya da Malatya’nın bir köyünde, iple boğulan ve bıçaklanan kişiyi öldürenin kim olduğu, ikrara rağmen, ipteki terin ve mağdurun avuçlarında bulunan saç tellerinin DNA verileriyle desteklenmeli. Söz saç telinden açılmışken, daha DNA analizinin hayal bile edilemediği yıllarda, yaratıcı, sabırlı ve ısrarcı olanların, saç tellerinden yola çıkıp, gerçeğe nasıl ulaştığını gösteren bazı örnekler vermek istiyorum. Bu arada, Hande Çinkitaş cinayeti ya da İstanbul ve Malatya saldırılarıyla ilgisi bulunmayan, ancak beni ciddi olarak kaygılandıran bir başka konuyu da sizinle paylaşacağım.

YİĞİTLERİN YOĞURT YİYİŞİ BAŞKADIR

Bir dava dosyasında, "Tarafımızca kullanılan yöntemlerin dışında dünyada başka gelişmiş bir yöntem bulunmuyor" cümlesine ilk kez rastladığımda hayret etmiş, bilirkişi raporunu kaleme alanın genç bir uzman olduğunu, cümlenin, raporu imzalayan yetkilinin dikkatinden kaçtığını düşünmüştüm. Geçenlerde aynı cümle, bir başka adli dosyada yine karşıma çıktı. Yine genç bir uzman tarafından kaleme alındığını ve yine imzalayan yetkilinin dikkatinden kaçtığını ummak istiyorum. Çünkü, delillerin incelenmesinde kullanılan teknolojiler öylesine hızlı bir biçimde gelişiyor ki, konusunu bilen hiçbir bilirkişi, böyle bir genellemede bulunmaz.

Ayrıca, "her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır" deyişi, özellikle kriminal laboratuvar çalışanları için geçerlidir. Ellerindeki teknik olanaklar eşit olsa da, birinin düşünemediğini diğeri düşünür, başaramadığını başarır. Adli bilimler tarihi, tekrarlanan otopsiler, yeniden açılan mezarlar, uzun yıllar sonra yeniden incelenen deliller ve her ne pahasına olursa olsun çözüm üretmeye çalışanlar sayesinde ulaşılan gerçekler, yakalanan katillerle doludur.


Sınırdaki aşkın acı sonu

Gençtiler. Biri sınırın bir yanında, diğeri öte tarafındaki kasabada otururdu. Kız, 16’sındaydı ve öğrenci. Gündüzleri bir matbaada çalışan, kimi geceler kasabanın kulüplerinden birinde saksofon çalan ve açık yeşil renkte bir otomobil kullanan erkek ise, 20’lerinin başındaydı. Birkaç ay önce tanışmışlardı. Ara sıra buluşurlardı. Gözlerden uzak pek fazla yer olmadığından, onlar da tıpkı diğer gençler gibi, nehrin iki yanı boyunca uzanan hafif meyilli çakıllı araziye park eder, sohbet eder, müzik dinler, öpüşüp koklaşırdı.

Genç kız, 1958 yılının mayıs ayında bir öğleden sonra "alışverişe" diyerek evinden çıktı, saat 16.00 sularında bir pastaneye girip üzeri çikolata kaplı bir bar satın aldı, 10-15 dakika sonra, yanına yaklaşan açık yeşil bir otomobilin sürücüsüyle konuştu, saat 17.00 ile 18.00 arasında açık yeşil otomobilin içinde, nehrin kıyısındaydı. Görgü tanıkları böyle söylüyor. "Görgü tanıkları" diyorum, çünkü genç kız o gece eve dönmedi. Babası elde fener, polislerle birlikte kıyı boyunca kızını aradı. Önce ayakkabısını buldu, daha sonra göğsünde ve sırtında çok sayıda bıçak yarası bulunan cesedini.

Gecenin karanlığında, el fenerlerinin ışığı altında, kan birikintisi üzerindeki lastik izlerinin kalıbını çıkartmaya çalışan bir polis memuru, çakıl taşları arasında parıldayan açık yeşil renkte iki küçük parça buldu. Biri, toplu iğne başından az büyüktü. Diğeri ondan biraz daha irice, kalp şeklini andıran bir parçaydı. Bunların, hızla dönen otomobil lastiğinin fırlattığı çakıl taşlarının, otonun boyasından koparttığı parçacıklar olduğunu düşündüler. "Delil olur" diyerek, özenle bir zarfa koydular.

MİDEDEKİ ÇİKOLATA VE DİĞER DELİLLER

Genç kızın otopsisini yapan adli tıp uzmanına göre, ölüm nedeni göğsündeki bıçak yaralarıydı, cinsel saldırı belirtisi yoktu. Ölüm zamanını, midesindeki çikolatanın sindirim derecesinden yola çıkarak saptadı. "Saat 19.00’dan önce" dedi. Bu bilgilerle, görgü tanıklarının anlattıklarını birleştiren polis, doğal olarak karşı ülkenin komşu kasabasındaki matbaa işçisinden kuşkulandı.

Genç adam, aracının torpido gözündeki yarısı ısırılmış çikolatalı barın üzerindeki ruj renginin, genç kızın dudağındaki ruju tutmasına, çakıllar arasındaki kalp şeklindeki açık yeşil parçanın, sağ çamurluktaki boyası kopmuş yere tam olarak uymasına rağmen, o akşam genç kızla birlikte olduğunu inkar etti, savcılık da eldeki delilleri yargılamaya yeterli bulmadı. (Cinayet 50 yıl önce değil de günümüzde işlenmiş olsaydı, katilin yalan söylediğini kanıtlamak hiç de zor olmayacaktı. Çikolatanın ısırıldığı yerdeki tükürüğün kıza ait olduğu DNA analiziyle belirlenecek, ruj izinin sadece rengine bakılmayıp, kızın dudağındaki rujun fiziksel ve kimyasal özelliklerini aynen tuttuğu gösterilecek, benzer biçimde boya parçasının da, matbaa işçisinin 1952 model yeşil Pontiac’ından koptuğu saptanacaktı.)

İKİNCİ OTOPSİDE BULUNAN SAÇ TELİ

Kimi zaman, polisin, savcının, avukatın, ailelerin, hatta sivil toplum örgütlerinin ısrarı üzerine, ikinci kez otopsi yapılır. Çikolata parçası üzerindeki rujla, otomobilin boyasından kopan yeşil parçanın suçlamaya yetmediği bu cinayette de polis, genç kıza yeniden otopsi yapılmasını istedi. Nitekim, Amerikalı matbaa işçisi John Vollman’ı, Kanadalı öğrenci Gaetane Bouchard’ı öldürmek suçuyla idama mahkum ettirecek (cezası, daha sonra, ömür boyu hapse çevrildi) delile de, bu sayede ulaşıldı. Bu delil, genç kızın tırnağı altındaki beş santim uzunluğundaki bir tek saç teliydi ve bu telin kime ait olduğunun saptanmasında o güne değin hiç akla gelmemiş bir yöntem kullanıldı.

Tırnağın altında bulunan saç telinin yanı sıra, ölen kızın ve şüphelenilen adamın saçlarında, nötron aktivasyon analizi adı verilen bir yöntemle, arsenik, sodyum, bakır, çinko ve brom düzeyleri ölçüldü ve bunların birbirine oranı hesaplandı. Tırnağın altındaki tel ile adamın saçında, bu oranlar birbirinin aynı, kızın saçında ise farklıydı. "Tırnağın altındaki telin verdiği oranlarla şüphelinin saçındakilerin birbirini tutması bir rastlantı olabilir", diye düşündüler ve sınırın her iki tarafındaki kasabalarda oturan yüzlerce kişiden saç teli toplayarak, hepsini incelediler. Hepsinin saçındaki arsenik, sodyum, bakır, çinko ve brom düzeylerinin oranı birbirinden farklıydı. Böylelikle element oranlarının kişiye özgü olduğu kanıtlandı, yeşil otomobilli adamın genç kızı öldürdüğü kesinleşti. Nötron aktivasyon analizinin, bir cinayeti aydınlatmakta kullanıldığı tarihteki ilk dava, budur.

KARISINI ZEHİRLEYEN TEĞMEN

Daha sonra, nötron aktivasyon analiziyle saçların incelenmesi, başka cinayetlerin aydınlatılmasına da ışık tuttu. Örneğin, yine 1958’de, teğmen Marcus Marymount’un, kendisini bir başka kadınla yakalayan karısı Mary’yi arsenikle zehirlediği, bu şekilde ortaya çıktı. Kadının uzun saçlarında, dipten uca doğru belli aralıklarla arsenik vardı. Yani vücuduna birçok kez arsenik girmiş, yavaş yavaş zehirlenmişti. Kadın saçının ne hızda uzadığı ve yutulan arseniğin saça ne kadar sonra geçtiği biliniyordu. Bu verilere dayanarak, Mary’nin hangi zaman dilimlerinde arsenik yuttuğu hesaplandı. Aksilik bu ya, hepsi, teğmenin izinli olduğu günlere denk geldi.


Kuzey Kutbu’nda cinayet

1968 Ağustosu’nda, ABD’de Dartmouth Üniversitesi’nden profesör Chauncey Loomis ve patolog Dr. Franklin Paddock, Kuzey Kutbu’na 800 kilometre uzaklıktaki bir mezarı açtı. Bayrağa sarılı ve soğuk nedeniyle hemen hemen hiç bozulmamış cesetten, kemik, tırnak ve saç örnekleri alarak geri döndüler. Kuzey Kutbu’nu bulmak üzere Polaris gemisiyle yola çıkan, içtiği bir kahveden sonra rahatsızlanan, üç ay kadar sonra, 7 Kasım 1871’de, hedefine ulaşamadan ölen Amerikalı Charles Hall’ün mezarıydı bu. Seyir defterine, gemi doktorunun kendisini zehirlemekte olduğunu yazmıştı. Yapılan resmi soruşturma sonucunda, ölümü bir beyin kanamasına bağlanmış, konu da bu şekilde kapanmıştı.

100 yıl sonra Hall’un iki vatandaşı, gerçeği bulmak üzere yollara düşmüştü. Toronto Adli Bilimler Merkezi’nde yapılan nötron aktivasyon analiziyle, saçının dipten üç santim kadar uzaklığında, yoğun biçimde arsenik bulundu. Tırnağının dip kısmındaki arsenik miktarı, milyonda 24.6 kısım, ucunda 76.7 kısımdı. (Milyonda kısım, ya da ppm, toksikolojide yaygın kullanılan bir birimdir.) Saçın ayda yaklaşık bir santim uzadığı, yutulan arseniğin tırnağın uç kısmına 103 günde ulaştığı biliniyordu. Kaptanın, iddia ettiği gibi, ölümünden üç ay önce arsenikle zehirlendiği böylece kanıtlandı. Onu zehirleyen doktorun yargılanması ise mümkün olamadı. Öleli 80 yıl olmuştu.

Yutulan arseniğin, tırnağın ucuna 103 günde ulaştığı nasıl biliniyormuş diye merak edersiniz belki. Bilim uğruna, kendi üzerinde deneyler yapan çok olmuştur. İngilizlerin Aldermaston Adli Bilimler Laboratuvarı’nın yıllarca başkanlığını yürütmüş Dr. Alan Curry de bunlardan biriydi. Saça, sakala, tırnağa arseniğin ne zaman ulaştığını, 1960’lı yılların başında ufak dozlarda arsenik yutarak bulmuştu. Toksikoloji alanına katkılarından ötürü, 2002’de Lucas Madalyası’na layık görülürken, göğsüne kadar uzanan ak sakallarını o günlerin anısına bir daha kesmediğini anlatıyordu.

SAÇ TELİYLE İDAM KARARI

Aynı saç telinin her bir milimetresinde, aynı anda birden fazla elementin analizine imkán vermek gibi çok üstün bir yeteneğe sahip nötron aktivasyon analizinin adli amaçlı kullanımı, nötron kaynağı için bir reaktör gerektirdiği ileri sürülerek, zaman zaman engellenmeye çalışılmıştır.

Hatta 4-5 yıl önce ölen, 1917 Los Angeles doğumlu kimyacı profesör Vincent Perrie Guinn, bu analiz tekniğinin suçların aydınlatılmasında ne denli vazgeçilmez olduğunu anlatabilmek amacıyla, ABD Atom Enerjisi Komisyonu için, iki kısa film hazırladı. 1990’lı yıllarda profesör Guinn ile birlikte Maryland Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü B108 Reaktörü’nde çalışan Dr. Rabia Demiralp, inceledikleri saçlarla bir seri katili ortaya çıkarttılar.

Blanche Kiser Moore adlı kadının 50’li yaşlarındayken arsenikle sevgilisini öldürdüğü, ilk kocası ve babasını öldürmüş olabileceği, ikinci kocasını da öldürmeye kalkıştığı, ikisinin gerçekleştirdiği nötron aktivasyon analiziyle anlaşıldı. Blanche Kiser Moore, bu bilirkişi raporu üzerine idama mahkum edildi. Üst mahkemelere yaptığı itirazlar sonuçsuz kaldı. 11 Mayıs 2004 günü iğneyle infaz kararı kesinleşen ve 17 Şubat 2007’de 74. doğum gününü Kuzey Karolina’nın bir cezaevinde kutlayan Blanche Kiser Moore, halen idamı bekleyen 49 Amerikalı kadından biri.
Yazının Devamını Oku

Himalayalar’ın son cenneti

18 Mart 2007
Şubat sonlarından bu yana Bhutan’ı da kapsayan bir iş gezisindeydim. Benim "iş gezi"min, doğa güzelliklerini, etnik yemekleri, tapınakları kapsamayacağı ortada. Bu yönlü bir beklentiniz varsa, önceden uyarayım, anlatacaklarım size göre değil. 25 Şubat 2007 sabahı, 2235 metre yükseklikteki, Bhutan’ı dünyaya bağlayan tek havaalanı Paro’dayım. Bhutan Dışişleri Bakanlığı’ndan beni karşılamaya gelenler pasaport işlemlerimi tamamlarken, güvenlikten sorumlu yetkililerle sohbet ediyorum. 670 bin nüfuslu Bhutan’ın, "Himalayalar’daki son Shangri-La" yani son cennet olarak tanımlanamayacağının ilk ipuçlarını veriyorlar. Bir hafta kadar sonra aynı alandan Katmandu’ya doğru uçarken, artık iyice biliyorum.

Kuzeyden Çin’in, güneyden Hindistan’ın kıskacında kalan, yüzölçümü Konya ili kadar olan Bhutan’ın, romanlara, filmlere konu olmuş eski günlerine dönmesi artık olanaksız. Trafik ışıklarının bulunmaması ve erkek devlet memurlarının diz boyu etek giymesi gibi bazı ufak tefek istisnalar dışında, İstanbul’da, New York’ta, Tokyo’da, Nairobi’de ne varsa, burada da var. Üstelik boyutları, hiç de küçümsenir gibi değil.

Havaalanı ile başkent Thimphu arasındaki, bir yanı uçurum, diğer yanı kayalık, yer yer sadece tek aracın geçebileceği genişlikteki toprak yolun her virajında "klakson çal" işareti var. İki yönlü çok yoğun kamyon, iş makinesi, dört çeker araç trafiği ve Hindistan sınırından ana artere katılanların polisçe durdurulması yüzünden, 55 kilometrelik yol, iki saatten fazla sürüyor. Klakson sesleri arasında konuşuyoruz. Mirasın kız çocuklarına kaldığını öğreniyor, seviniyorum. Dünya genelinin aksine, erkeklerin kadınlardan daha uzun yaşadığına şaşırıyorum. Her 10 kadından sadece üçünün okuma yazma bildiğini, her 10 çocuktan birinin yaşını doldurmadan öldüğünü öğreniyor, üzülüyorum.

Başkentteki ilk gece, köpek havlamalarından uyumak mümkün olmuyor. Sabah, etrafta dolanan onlarca başıboş köpeğin nedenini soruyorum. Kutsal kabul edildiklerinden, kimsenin rahatsız olmadığı söyleniyor. "Kuduz yok mu?" diye soruyorum. "Var" deniyor.

BHUTAN’DA OLAY YERİ İNCELEMESİ

Bhutan’a gelişimin resmi nedeni, uyuşturucu arzı ve talebiyle mücadele konusunda uluslararası antlaşmalara ne ölçüde uyabildiklerini belirlemek olsa da, kişisel meraklarım bunun çok ötesinde. Örneğin, suçların aydınlatılmasında kullandıkları yöntemler, olay yeri incelemesi, delil toplanması ve DNA analizleri gibi.

21 Temmuz 2006’da, başkentin hemen dışındaki Sha Ngawang kasabasındaki evinde ölü bulunan 74 yaşındaki kadınla ilgili soruşturma, ülkenin her yanındaki hizmet kalitesini yansıtmamakla birlikte, Bhutan Kraliyet Polisi’nin yeni ceza yasasına uyma gayretlerini gösteren bir uygulama. Yapılan sorgusunda evin gelini, kayınvalidesiyle sürekli tartıştıklarını, o gün dayanamayıp boğazına sarıldığını ikrar etmiş olsa da, olay yeri inceleme ekibini yöneten binbaşı Dorji Wangchuk, yaşlı kadının başındaki darp izlerinden kuşkulanıyor ve cinayetin genç gelinin üzerine atılmış olabileceğini düşünüyor. Bhutan’ın henüz DNA analizi yapabilecek olanakları yok. Bu nedenle binbaşı, evde bulduğu üzeri kan lekeli giysileri Hindistan’ın Kalküta polis kriminal laboratuvarına gönderdiğini söylüyor. Gelecek sonuca göre hareket edecek.

Bhutan Bankası’nı soymaya kalkışırken, bekçiyi bıçaklayarak öldürmekle suçlanan Om Raj Rai ve Nar Bahadur Rai’nin parmak izlerine rastlanmayışı, buna karşılık evlerinde yapılan aramada ele geçen giysilerdeki kan lekelerinin, bekçinin DNA’sını tutması sayesinde ömür boyu hapse mahkum edilmeleri, polisin gururla anlattığı bir diğer olay.

2004 yılındaki yasal reformlardan sonra, DNA analizlerine ilgi giderek artmış. 2005 Eylülü’nde gelen Interpol üyeliğinin de buna katkısı büyük. Yargıçlar, artık sadece cinayetlerde değil, biyolojik babanın belirlenmesinde de DNA delillerini arıyor. Bu nedenle Hindistan, Avustralya ya da Sri Lanka’nın kriminal laboratuvarları Bhutan’ın babalık tayinlerinde de bilirkişilik yapıyor.

Bir erkeğin, çocuğunun babası olduğunu ileri sürerek mahkemeye başvuran bir kadın, yurtdışından gelen DNA raporuna göre haksız çıkarsa, sadece DNA analizinin ücretini (250 - 350 YTL) ödemekle kalmıyor, bir yıl hapse ve 1 milyon Ngultrum’a (yaklaşık 32 bin YTL) varan tazminatı ödemeye mahkum edilebiliyor. Suçlanan erkek biyolojik babaysa, DNA analiz ücretinin yanı sıra, çocuk 18 yaşına gelinceye dek, aylık gelirinin yüzde 20 kadarını anneye ödemesi gerekiyor. Ücretlerin yüksekliğinden, bilirkişi raporlarının gecikmesinden herkes şikayetçi. Ülkenin DNA analizleri yapabilecek tek uzmanı, adli biyolog teğmen Lobzang Phuntsho, polis kriminal laboratuvarına gerekli teçhizatı aldırmak üzere.

Bir yanda kutsal kabul edildiği için dokunulmayan köpekler, üzerinde dualar yazılı uçuşan rengarenk bayraklar, öte yanda çağın en ileri soruşturma tekniği DNA analizleri. "Kükreyen Ejderha’nın Ülkesi", refah düzeyini hala "Gayri Safi Milli Mutluluk" ile ölçse de, genç kralının liderliğinde demokrasiye geçiyor, büyük bir hızla gelişiyor, dönüşüyor ve pek çok toplumun ancak birkaç yüzyılda ulaştığı sosyal, ekonomik ve teknolojik gelişmeleri, birkaç yılda yakalamaya çalışıyor.

HERKES DOMA ÇİĞNİYOR

Bhutan’da birkaç yıldır sigara satışı yasak. Buna rağmen sokakta, lokantalarda sigara içenlere rastlanıyor. Sigara kaçakçılığı almış yürümüş. 600 kilometrelik Hindistan sınırı, sadece 20 noktada denetleniyor. Havaalanında da valizler, ihbar olmadıkça aranmıyor. Bhutan’da cannabis, yani esrarın elde edildiği bitki, tıpkı Nepal ya da Kazakistan’daki gibi, kendi kendine yetişiyor. "Biraz uyutsa da, iyi bir besin" diyerek domuzlara yediriyorlar. Birkaç yıldır, bahar aylarında okul çocuklarının ve ebeveynlerin dahil edildiği "kök sökme" kampanyaları düzenlense de, esrar kullanımı pek yaygın olmadığından, önemsenmiyor.

Başkent Thimphu’nun 35 yıllık hastanesinin koridorlarında birkaç metrede bir "Yere tükürmediğiniz için teşekkür ederiz" yazılı tabelalar dikkatimi çekiyor. "Neden ceza vermiyorlar da, teşekkür ediyorlar?" diye düşünüyorum. Az sonra başhekim, "Sokaklardaki kırmızı lekeler dikkatinizi çekmedi mi?" diye soruyor. Ertesi günlerde dikkat ediyorum. Sıradan vatandaştan devlet memuruna, kadın, erkek orta yaşın üzerindeki pek çok kişinin yanakları şiş, dudaklarının kenarından kırmızı bir sıvı sızıyor, "doma" çiğniyor, kalıntısını ya yutuyor, ya da yere tükürüyorlar. Areka palmiyesinin fındık benzeri meyvelerinin üzerine kireç ekledikten sonra etrafına yaprak sarılarak hazırlanan "doma", başkent sokaklarında bolca satılıyor, içerdiği nikotin benzeri arekain ve türevleri nedeniyle, uyarıcı etkisi var, açlığı bastırıyor ve tütün, khat ya da koka yaprağı çiğnemek gibi bağımlılık yapıyor.

Bhutan’ın ilk ve tek adli tıp uzmanı

Thimphu’daki hastaneye, Hindistan’ın yardımlarıyla yakında 350 yataklı yeni bir pavyon eklenecek. Dünya Sağlık Örgütü’nün desteğiyle kırsal bölgelerdeki sağlık hizmetinin kalitesini yükseltmek amacıyla teletıp uygulamasına geçilmeye çalışılıyor. Bhutan’daki ilk telefonun 1963’te, internetin 1999’da devreye girdiği düşünülecek olursa, bir hayli yol gidildiğini söylemek gerek. Şimdilik sadece birkaç bölge hastanesinde çekilen elektro, ultrason ve röntgenler merkezde değerlendiriliyor, birkaç yıl içinde tüm ülke hastaneleriyle bağlantı hedefleniyor.

Hastaneye girip de, adli tıbbın nerede olduğunu sormamak ne mümkün. Personel yeri tarif etmekte biraz zorlanıyor. Sonunda, asma kattaki küçük ofisinde, Dr. Pakila Drukpa’yı buluyorum.

Dr. Drukpa, Bhutan’ın ilk ve tek adli tıp uzmanı. Birimi, 2005 Şubatı’nda kurmuş. İki yıldır, en azından başkentteki adli tıp hizmetleri, gerçek bir profesyonel tarafından veriliyor. Ülkenin diğer yanlarında ise başka dalların uzmanı hekimler, sağlık teknisyenleri ya da hemşireler bilirkişilik yapıyor. Dr. Drukpa, cenazelerin hemen yakılması yüzünden otopsilerin azlığından ve henüz bir toksikoloji laboratuvarının bulunmamasından şikayetçi. Fare zehriyle intiharların, zehirli mantarlarla kazaların, alkol ve uyuşturucuya bağlı ölümlerin giderek arttığını anlatıyor."Türkiye’de otopsi yapılıyor mu?" diye soruyor. Bazı sayılar veriyorum. Hayret ediyor.

Doktora, aile içi şiddetin boyutlarını soruyorum. Kadınların yasal haklarını bilmediklerini, polise başvurmaya çekindiklerini, 2006 yılı boyunca 112 aile içi şiddet olayıyla karşılaştığını, yarıdan fazlasında eşlerini döven erkeklerin, iş hayatlarında uysal ve sevecen olarak tanınan devlet memurları ve gelir düzeyi yüksek iyi eğitimli kişiler olduğunu anlatıyor. Anlaşılan Bhutan’da da, erkeklerin "adam" olmasına eğitim yetmiyor.

BUDİZM ALKOL TÜKETİMİNİ ARTIRIYOR

Alkolizm, Bhutanlıların başta gelen ölüm nedenini oluşturuyor. Konuyu, Sağlık Bakanı müsteşarı Dr. Sangay Thinley ile tartışıyorum. Alkolün, ülkenin resmi dini Vajrayana Budizmi’nin tören ve kutlamalarının ayrılmaz bir parçası olduğunu, doğumlarda, düğünlerde, cenazelerde alkol içildiğini, hemen her evde geleneksel olarak pirinç rakısı imal edildiğini, bu nedenle alkolün zararlarını anlatmakta güçlük çektiklerini anlatıyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, Bhutan, Güney Asya ülkeleri arasında alkol tüketiminde birinci.

Ülkede, alkolizm tedavisi yapılan tek sağlık kuruluşu, başkent hastanesi. Birkaç yıl önce psikiyatri kliniğini kuran şef Dr. Chencho Dorji de, Bhutan’ın ilk ve tek psikiyatri uzmanı. Dr. Dorji, alkoliklerin akıl hastası olarak damgalanma korkusuyla psikiyatra başvurmaktan çekindiğini, ailenin zoruyla tedaviye geldiklerini ve başarı oranlarının çok düşük olduğunu anlatıyor. Hastaneye yatan her üç hastadan birinin, alkole bağlı bir komplikasyon nedeniyle kaybedildiğini, 2006’da alkolizm tedavisi gören 146 kişiden 45’inin kurtarılamadığını söylüyor ve alkolizmin gençler arasında yaygınlaştığını ekliyor. Zaten kliniğin, alkolizm tedavisine ayrılan bölümündeki hastaların yarıya yakını, küçük yaşta.

Nüfusu 50 bin dolayındaki başkent Thimphu’nun çok canlı bir gece hayatı var. Sadece barların sayısı, bin 200’ü buluyor ve Bhutan yasaları, 18 yaşından küçüklere alkol satışını yasakladığı, ayrıca bar, gece kulübü, diskotek gibi mekanlara girmelerine izin vermediği halde, kimlik denetiminin sadece dış görünüşe bakılarak yapıldığına tanık oluyorum.

BİR UMUT MERKEZİ: REWA

Nüfusun yarısının 15 yaşından küçük olduğu Bhutan’da, bakanından polisine, öğretmeninden kamyon sürücüsüne kadar herkesin paylaştığı bir görüş var. Gençler arasında alkol tüketimi artıyor ama, daha kaygı verici olan, şiddet artıyor, uyuşturucu bağımlılarının sayısı yükseliyor. Kimileri bunu, 1999’da ülkeye giren televizyona, 50’ye yakın kanalın yarattığı kirliliğe ve internete bağlıyor, kimileri yurtdışına okumaya giden gençlerin oralarda edindiği kötü alışkanlıklara. Nedeni ne olursa olsun, uyuşturucu içeren ilaçları, sınırın hemen ötesindeki Hint eczanelerinin reçete istemeksizin satması, madde kullanımını körüklüyor.

Öte yandan kırsal bölgelerde, eczane ve hastane eksikliği nedeniyle çarşıda, pazarda ilaç satıldığını öğreniyorum. 28 Şubat akşamı, Bhutan Ulusal Televizyonu ana haber bülteninde benimle yapılan bir röportaj yayınlanıyor. Gelişmekte olan ülke piyasalarında yüzde 50’ye varan oranda sahte ilaç bulunduğunun altını çiziyorum.

Bir diğer sorun, Hindistan ile Bhutan arasındaki özel antlaşmalar gereği, neredeyse hiç denetim yapılmayan sınırdan geçip, otellerde müşteri kabul eden bazı uyuşturucu bağımlısı ve HIV/AIDS virüsü taşıyan Hintli kadınlar. Bilinen 105 AIDS olgusundan çoğunun, hastalığı bu kadınlardan aldığı ve bulaşma nedeninin sadece korunmasız cinsel ilişki değil, iğne ve enjektörü paylaşarak damar yoluyla uyuşturucu kullanımı olduğu sanılıyor.

Bhutan’da, uyuşturucu bağımlıların tedavi için başvuracakları tek bir yer var: Rewa. Bhutan’ın resmi dili Dzongkha’da "umut" anlamına gelen Rewa, iki eski bağımlı genç tarafından kurulmuş bir sivil toplum örgütü. Hindistan’da gördükleri tedavinin aynısını uygulayarak bağımlıları kurtarmaya çalıştıklarını anlatıyorlar. Temizlik, çamaşır, yemek pişirme gibi gündelik işleri, hastalar üstlenmiş.

Doktorun haftada bir gün geldiğini, kirayı ödeyecek parayı zor bulduklarını öğreniyorum. Dört metrekarelik, yarı karanlık, sıcak ve havasız bir odaya giriyoruz. Üç taraftaki duvar boyunca dolanan tahta sedirde, zayıf, halsiz, 10-12 genç adam diz dize oturuyor. Onları yüreklendirme gayretiyle birkaç sözcük ediyorum. Teşekkür ediyorlar. Donuk gözbebeklerinde, biraz zorlanarak da olsa, yaşama dönebilme umudunun kıvılcımlarını yakalıyorum.
Yazının Devamını Oku

Kadınlar! Burun deliklerinizi açık tutun

4 Mart 2007
1953’te, Amerikalı aktris Marilyn Monroe’ya "Yatakta ne giyersiniz?" diye sormuşlar, "Sadece iki damla Chanel No 5" diye yanıtlamış. O gün bugün milyonlarca kadın, onun çekiciliğini yakalayabilmek için aynı parfümü kullanır. Tıpkı, milyonlarca erkeğin, İspanyol aktör Antonio Banderas’a benzemek umuduyla Spirit kullanması gibi. Halbuki değil iki damla, şişenin tamamını üzerlerine boşaltsalar, eşyalarını koklamış iyi eğitilmiş bir polis köpeği, saklandıkları yerden onları bulup çıkartabilir. Şu sıralar gişe rekorları kıran "Koku" (Perfume) filmindeki seri katili unutun. İnsan denen her canlının kendi kokusu vardır. Tıpkı parmak izi ya da DNA gibi. Üstelik tek yumurta ikizlerinde dahi farklıdır ve kadınlar erkeklerden daha iyi "koku" alır.

İtalyan Johann Maria Farina’nın Köln Suyu’nu, yani kolonyayı buluşundan bu yana geçen 300 yıl boyunca, parfüm üreticileri kokuyla ilgili bilimsel araştırmaları çok yakından izlediler, ayrıca finanse ettiler. Başlıca hedefleri, erkeği kadına, kadını erkeğe cazip kılacak kokuyu bulmak. 10-15 yıldır güvenlik birimleri de insan kokusuyla çok ilgileniyor. Onların derdi de köpeklerden kurtulup, "elektronik burunlar" kullanmak, böylelikle ter kokusunun izini sürmek, hatta kokudan yola çıkarak saldırganın robot resmini çizmek. Hedefleri farklı olsa da, hayal değil. Bu nedenle, insan kokusunun bileşimini, bu bileşenleri kodlayan genleri ve insan beyninin kokuyu nasıl algılandığını aydınlatan her türlü bulgu, parfümcülerle polisleri birleştiriyor.

KOKUNUN İZİNİ SÜREBİLİYORUZ

Koku algısının cinsiyet farkı gösterdiği, ilk kez bundan bir asır önce, 1899’da kanıtlandı. Toulouse ve Vaschide, bugün dahi kaynak gösterilen deneyleriyle, kadınların kafur kokusuna erkeklerden daha duyarlı olduğunu ve çok daha düşük düzeylerini algılayabildiklerini saptadılar. Kokuya ilgi, 20. yüzyıl boyunca yoğun biçimde sürdü. Kadınların sadece daha düşük düzeyde kokuları algıladığı değil, ister hoş, ister pis, tüm kokuları birbirinden ayırma ve tanıma yeteneklerinin de erkeklerden üstün olduğu anlaşıldı.

Toulouse ve Vaschide’nin 100 yıl önceki deneylerinde bir başka gerçek daha ortaya çıktı. Erkek olsun kadın olsun, sağ ellerini kullananların, sol burun delikleri, sol ellerini kullananların ise sağ burun delikleri daha duyarlıydı. Bu deneyler daha sonra defalarca tekrarlandı ve hep aynı sonuca varıldı. 2007 yılı başlarında, dizleri üzerinde ilerleyen ve burnunu yere yaklaştıran insanların, tıpkı köpekler gibi çimenlik arazide kokuyu izleyebildikleri, birbirine 3.5 santim uzaklıktaki iki kokuyu birbirinden ayırabildikleri ve beceriyi geliştirebildikleri anlaşıldı.

FEROMONLAR ENSESTİ ENGELLİYOR

Bir canlının kendi türü içindeki diğer canlılara, belirli bir mesaj vermek üzere salgıladığı bir ya da birkaç kimyasaldan oluşan bileşene "feromon" adını veriyoruz. Sadece böceklerin değil, pek çok omurgalının, hatta bitkilerin de yararlandığını bildiğimiz feromonlar, yiyeceğin, yuvanın nerede olduğundan, çiftleşmeye uygunluğu bildirmeye kadar yaşamsal pek çok bilginin aktarılmasına yarıyor.

Hatta kimi canlının erkeği, feromonlarıyla genetik özelliklerini de yayarlar, bu sayede dişiler, kendilerine en uzak genetik yapıyı taşıyan erkekleri seçebilir, bir anlamda "ensest" in önünü alır, hastalıklar ve ölümle sonuçlanabilecek yakın akraba evliliklerini engellerler. Hamile dişiler ise, kendilerine uzak genetik bilgiyi salgılayan yabancılardan uzaklaşarak, kendilerine benzerini yayan akrabalarının yanına gider, böylelikle soyun sürmesini güvence altına alırlar.

İNSANIN DA FEROMONU VAR

İnsanlarda, hayvanlardakine benzer feromonların, bunların verebileceği mesajların ve beyinde bu mesajları algılayabilecek ve davranışları düzenleyecek vomeronazal sistemin arayışı on yıllar boyunca sürmüştür. Aynı odada kalan genç kızların ve kadınların, bir süre sonra aynı tarihte adet görmeye başladıklarını bir çoğumuz gözlemiş, hatta yaşamışızdır. 1971’de bu alandaki ilk bilimsel yayını gerçekleştirmiş psikolog Martha McClintock’un anısına "McClintock Etkisi" adı verilen gözlem ise doğrulandı. Üst dudağına kadın teri sürülenlerin adet döngüsünün, birkaç ay içinde terin sahibinin adetiyle senkronize olduğu kanıtlandığında, insanların da tıpkı fareler, güveler ya da kelebekler gibi feromon salgıladığı gösterilmiş oldu.

Geçen zaman içinde, tüm memelilerde varlığı kanıtlanmış vomeronazal sistemin insanlarda da bulunduğu, ana rahmindeyken geliştiği ve beyni etkileyecek derecede işlevsel olduğu ortaya kondu.

Kadınlarla erkekleri cinsel açıdan uyaracak feromonların var olup olmadığı, sağlayacağı milyonluk gelirler yüzünden her zaman ilgi çekti, bu amaçla özellikle ter kokusunun psikolojik ve fizyolojik etkileri incelenmeye çalışıldı.

ERKEK TER KOKUSUNUN SİHRİ

Erkek terinin, kadınların kendilerini fiziksel ve duygusal açıdan daha iyi hissetmelerini sağladığı, cinsel olarak uyardığı, lüteinleştiren hormon düzeylerinin yükselterek, yumurtlamayı sağladığı uzunca bir süre iddia edilmiş, hatta Berkeley Üniversitesi Koku Araştırma Programı Başkanı psikolog Noam Sobel, bu etkilerden erkek terinde ve diğer tüm vücut salgılarında bolca bulunan steroid yapılı androstadienon’u sorumlu tutmuştu.

Sobel’in ekibinden Claire Wyart’ın, 2007 Şubatı’nın ilk haftasında, The Journal of Neuroscience adlı dergide yayınlanan araştırmasında, androstadienon koklatılmasından 15 dakika sonra, kadınların, kortizol düzeylerinin yükseldiği, cinsel açıdan uyarıldıkları, kan basıncında yükselme, kalp vuruşu ve soluk alma hızında artış gibi bir dizi fizyolojik ve psikolojik değişikliğin gözlendiği ve bu etkilerin en az bir saat sürdüğü kayıtlı.

Yumurtanın mı tavuktan, yoksa tavuğun mu yumurtadan çıktığı henüz bilinmiyor. Yani, kortizol düzeylerindeki yükselmenin mi bu etkilere yol açtığı, yoksa bu etkilerin mi kortizol düzeyini değiştirdiği henüz bir sır. Ancak bulgular, erkek terine özgü bir kimyasala, kadın bedeninin metabolik bir yanıt verdiğinin ilk somut kanıtıdır. Şimdi sıra, erkek terindeki androstadienon dışındaki başkaca bileşenlerin, başkaca hormonlar üzerindeki etkilerini sınamakta.

EŞCİNSELLERİN BEYİNLERİ

Erkek terinde bolca bulunan androstadien (AND) ile, kadın idrarındaki östrojen benzeri estratetraenol’ün (EST), hayvanlardakine benzer cinsel uyarılara yol açan feromonlar olduğu kesin söylenemese de, koklandıklarında beyni etkileyen birer kimyasal sinyal oldukları muhakkak. İsveç’in ünlü Karolinska Üniversitesi Tıp Fakültesi ile Beyin Enstitüsü araştırıcılarının bu konuda ilginç bulguları var.

2001’de, Ivanca Savic ve ekibi, kadın ve erkeklere AND ve EST koklattılar ve beyinlerinde meydana gelen değişiklikleri özel bir tomografi gereciyle izlediler. Her iki maddenin, gerek kadın gerekse erkek beyninde aktivasyona neden olduğunu gördüler. Ancak aktivasyonun yeri, koklanan maddeye ve koklayanın kadın ya da erkek oluşuna göre değişmekteydi.

Geçen yıl aynı ekip, bu kez eşcinsel erkek ve eşcinsel kadınlara AND ve EST koklattı. Eşcinsel erkek beyinlerindeki değişiklikler, kadınların beyinlerindekine, eşcinsel kadın beyinlerindekiler ise erkeklerin beyinlerindeki değişikliklere uydu.

Bu bulgular, feromon sinyallerinin cinsiyete bağlı değil, cinsel yönelime bağlı algılandığını gösterir ve eşcinselliğin, kişisel bir tercih olmadığını bir kez daha kanıtlar.

Kadınlar kokuya göre eş seçiyor

Koku, hem kadın hem de erkeğin eş seçiminde önem taşısa da, cinsel uyarı açısından kadınlardaki koku eşiğinin daha düşük olduğu, üstelik kokunun dış görünüşten çok daha fazla önem taşıdığı, kokuya bağlı cinsel uyarının ay boyunca değişikliğe uğradığı ve gebe kalma olasılığının en yüksek olduğu dönemlerde tepe noktasına ulaştığını biliyoruz.

Bu alandaki çalışmalarıyla ünlü profesörler, psikolog Steven Gangestad ve biyolog Randy Thornhill’in 10 yıl kadar önce başlayıp, hálá sürdürdükleri araştırmalara göre, kadınlar yüz ve vücut simetrisine sahip erkekleri, kokularından ayırt edebiliyor ve doğurganlığın fazla olduğu dönemlerde simetrik olanları seçiyorlar. Doğum kontrol hapı alanlar veya erkeklerde bu ayırım gözlenmiyor.

ERKEKLER YÜZLERİNİ NEDEN BOYAR

Gangestad ve Thornhill bu bulgularını, kadınların, doğuracakları çocuk için "en iyi geni" arayışıyla açıklamaya çalışıyorlar. Evrim ve insan davranışı konusunda çalışan başka gruplar (örneğin Michigan Üniversitesi’nden Cardenas ve Harris ya da Finli Rantala’nın ekibi) "en iyi gen" teorisine karşı çıkıyor, simetrik olanların sadece ayın belirli dönemlerinde değil, her zaman tercih edildiğini, doğum kontrol hapı alanlarla almayanlar arasında, kokuya duyarlılık açısından, istatistiksel açıdan anlamlı bir fark bulunmadığını öne sürüyorlar.

Bu sonuçlara bakarak, tarih boyunca erkeklerin yüzlerini simetrik biçimde boyamaları da, farkında olmadan doğanın kusurlarını örtmek ve daha güçlü, daha sağlam ve birleşmeye en uygun erkek gibi algılanmak isteme gayretlerine bağlanabilir. Kadınların gözünü boyayamayacaklarını, onların en uygun partneri koklayarak belirlediklerini nereden bileceklerdi!

Yüz ve beden simetrisi olan erkeklerin kokusunu, olmayanlardan farklılaştıran kimyasalı bulup, erkek kozmetiğine katacakları kesin. Zamanı gelince, kadın bedeninin bir biçimde bu sahtekarlığın da üstesinden geleceğine ve kendine en uygun erkeği seçebileceğine inanıyorum.

KADINLAR STRESİ KOKLUYOR

Kadınlar, erkeklerin başka hallerini dahi koklayabiliyorlar. Örneğin, Rus kadınlara, sınavdan çıkan erkeklerin terli fanilaları koklatıldığında, başarısız olanları ya da başarılı olduklarını sandıkları halde, sonuçlar ilan edildiğinde geçemedikleri ortaya çıkacakları fark edebilmişlerdi. Deneyleri yapan Moshkin ve arkadaşları, sınav çıkışında tüm erkeklerin tükürüklerini almış ve başarı gösteremeyenlerin kortizol düzeylerinin yükseldiğini saptamıştı. Anlaşılan kadınlar, erkeklerin hormon düzeylerindeki değişimleri koklayabiliyor.

TABİAT ANA KADINLARDAN YANA

Hiç kuşkusuz, kadınlarla erkekler, pek çok açıdan birbirine benzer ve "Erkekler Mars’tan", "Kadınlar Venüs’ten" yaklaşımı, her zaman doğru değildir. Tıpkı kız olsun, erkek olsun, 3-4 günlük bebeklerin, evvelce anne sütünü hiç koklamamış olsalar bile, yaşamın ilk kokusuyla daha ana karnındayken karşılaştığından, anne kokan sütü, ister yapay, ister doğal başka süt kokularına her zaman tercih ettikleri ya da alıştıkları bir kokunun onları sakinleştirmesi ve acıya daha dayanıklı bir hale getirmesi gibi.

Ancak kuş ve balıkların dişilerinde gözlenen, çok yakın bir geçmişte dişi farelerde de olduğu saptanan bir yetenek var ki, üzerinde durulmaya değer. Rockefeller Üniversitesi Nörobiyoloji ve Davranış Laboratuvarı’nın başkanı Donald Pfaff ve ekibi, 2006 ortalarında, dişi farelere iki tip erkek kokusu koklattı ve dişilerin, kafeslerinde tek başına yaşayan erkek farelerin kokusunu değil, bir dişiyle birlikte olanın kokusunu tercih ettiğini gösterdi. Bu erkeklerin kokusuna, enfeksiyon yapan parazitlerin kokusu eklense bile, dişilerin tercihi değişmedi ve hastalık koksa da bir dişisi olan erkeği seçti. Bir diğer deyişle, farenin dişisi, kuşlar ve balıklar gibi "Başka bir kadın onu beğenmişse, elbette iyidir, bugün nezleyse yarın düzelir" diyorlar.

Fareler, "oksitosin geni" sayesinde bu beceriye sahip. Henüz, insanın dişisinin böyle bir yeteneği olup olmadığı bilmiyoruz. Ama genetik açıdan pek çok ortaklığımız bulunan bir memelide rastlanması umut uyandırıyor. Karşımızdaki erkeğin, evli mi, bekar mı olduğunu, koklayarak anlayabileceğimizi öğreneceğimiz gün pek uzak olmayabilir.

Bu nedenle sevgili kadınlar, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü yaklaşırken, itilmiş, kakılmış, satılmış, kaçırılmış, dövülmüş, kovulmuş, öldürülmüş hemcinslerimiz için mücadeleyi bütün gücünüzle sürdürün ve burun deliklerinizi açık tutun, tabiat bizden yana.
Yazının Devamını Oku