Sevil Atasoy

Jamaika’da bir garip kemik

1 Temmuz 2007
Jamaika’da ölümü bulan bir yabancıydı o. Bu yüzden, kimse dokuz gece rom içip, şarkı söylemedi ardından. Uzun yolculuğunda aç kalmasın diye, balıklar kızartıp, beyaz örtülere dizmedi. Nasıl öldüğünü bir anlatabilse, çekip gidecekti buralardan. Gidecek ve kül olacaktı. Ama derdini bir türlü anlatamıyordu.

Eski Scotland Yard dedektifi Mark Shields, 2005’te emniyet genel müdür yardımcısı olarak göreve başladığında, 3 milyon nüfuslu Jamaika’da bir yılda öldürülenlerin sayısı, 1500’den fazlaydı. İstatistiklere bakılırsa eğer, nice James Bond filmine dekorluk etmiş bu cennet, dünyanın en tehlikeli on ülkesinden biriydi. Ne kapalı devre televizyon kamerası vardı, ne parmakizi alan, ne de DNA analizi yapan.

Geçen iki yılda, Mark Shields ve iki İngiliz meslektaşı, polis teşkilatının yeniden yapılandırılması için dört yıllığına davet edildikleri ülkeye, modern polisliğin "olmazsa olmaz"larını yerleştirdiler ve çok ciddi başarılar sağladılar.

18 Mart 2007 günü, bir pazardı. Her polis yöneticisi gibi Mark Shields, pazar günlerinin, hafta içinden farksız olduğunu gayet iyi bilirdi. Bob Marley dinleyerek bir-iki saat güneşlenebilse, bir iki kulaç atsa, yeter de artardı bile. Saat 10.50 sularında telefonu çaldı. "Pakistan takımının antrenörü, Pegasus Oteli’ndeki odasında şuuru kapalı biçimde bulunmuş. Üniversite hastanesine kaldırdık." "Hay Allah!" dedi müdür, "Dünkü İrlanda mağlubiyetine üzülüp, kalp krizi geçirmiş olmalı. Umarım, kurtarırlar." Umduğu gibi olmadı.

BANYODAKİ CESET

O günlerde Karayip Adaları, Dünya Kriket Kupası’nın ev sahibiydi. Açılış töreni, Jamaika’nın başkenti Kingston’un, 30 bin kişilik Sabina Park Stadı’nda yapılacak, D grubunun maçları da orada oynanacaktı. Bu gruptaki Pakistan takımının kriketçileri Pegasus Oteli’ne yerleşti. Tabii, İngiliz asıllı antrenörleri Bob Woolmer de.

Kupanın favorilerinden Pakistan, 17 Mart 2007 Cumartesi günü, İrlanda’yla karşılaştı ve şaşkınlık yaratarak, dünya kupasına ilk kez katılan deneyimsiz rakibine yenildi. Londra’dan Lahor’a televizyonların başına toplanan Pakistanlılar yastaydı. Kriket, en popüler sporlarıydı. Dünyanın en büyük kriket stadyumlarından biri kendi ülkelerindeydi. 1992 Dünya Kupası’nın finalini, İngilizlere karşı oynayıp şampiyon olan, 2000 yılında Asya Kupası’nı eve getiren sevgili takımları, eleniyordu. Yas tutmakla yetinmeyenler, Pakistan’ın dört bir yanında sokaklara fırlamış, bütün güçleriyle "Antrenöre ölüm! Kaptana ölüm! Şike var, bizi satanları tutuklayın!" diye bağırıyor, fotoğraflarını yakıyordu.

O akşam antrenör Bob Woolmer, saat tam 19.30’da, takım kaptanı İnzaman ül Hak ile birlikte basının karşısına çıktı ve bir daha kendisini gören olmadı. Ta, ertesi sabah, saat tam 10.45’te, Fidel Castro’dan Nelson Mandela’ya, pek çok ünlüyü ağırlamış Pegasus Oteli’nin bir temizlik görevlisi, 12. kattaki 374 numaralı odasına girinceye dek. 1.90’lık boyu ve 113 kg.’lik ağırlığıyla, 58 yaşındaki antrenör, çıplak bedeninin beline doladığı havluyla, kan, dışkı ve kusmukla kaplı banyo taşlarında, yüzükoyun yatmaktaydı.

HİNTLİYE GÖRE ELLE BOĞMA

Hastaneye girişinden 40 dakika sonra, Bob Woolmer’in tüm müdahalelere rağmen kaybedildiği, kesin ölüm nedeninin daha sonra açıklanacağı bildirildi. "Hem çok şişmandı, hem de şeker hastası. Buna bir de İrlanda mağlubiyeti eklenince, kalp krizi geçirmiş olmalı" diye düşündü herkes.

Bu düşünce pek uzun sürmedi. Pazartesi sabahı, müdür yardımcısı Mark Shields bir basın toplantısı düzenleyecek, "Otopsi yapıldı, bazı şüpheler var, kesin ölüm nedeni için laboratuvar sonuçları bekleniyor. Soruşturma sürüyor, bu olayı mutlaka aydınlatacağız" diyecekti. O gece dünya haber ajansları, Pakistan Milli Takım antrenörünün Jamaika’da bir cinayete kurban gittiğini, geçmeye başladılar.

Polis, "Bazı şüpheler var" demekte haklıydı aslında. Dr. Ere Seshaiah’ın otopsi raporunda, "elle boğulma sonucu havasızlıktan ölüm" yazılıydı çünkü. Doktor, Hint asıllıydı. 12 yıldır Jamaika’da çalışmaktaydı ve ülkenin tek adli tıp uzmanıydı. Antrenörün boynundaki, at nalı biçimindeki kemiğin, iki boynuzunun kırıldığını görmüştü. Klasik adli tıp ders kitapları, hyoid kemiğindeki bu çıkıntıların, asılarda, elle ve bağla boğmalarda genellikle kırıldığını yazardı. Polis Mark Shields, varlığı sayesinde konuşmayı becerebildiğimiz bu garip şekilli kemiğin, son yüz yıl içinde 1600’den fazla bilimsel yayında ele alındığını nereden bilecekti? Nereden bilecekti hyoid kırıklarının, adli tıbbın en tartışmalı konularından biri olduğunu? Doktor söylemiş, o da açıklamıştı.

KATİL KİM?

Polis müdürü Mark Shields, antrenörün katilini bulabilmek için hemen harekete geçti. Faili meçhulleriyle ünlü Jamaika, bu olaydan alnının akıyla çıkmak zorundaydı. Antrenörü kim öldürmek isteyebilirdi? Kriket mafyası mı, bahisçiler mi, rakip takım oyuncuları mı, oynatmadığı bir sporcu mu, bir fanatik mi? Katil adayları öylesine çoktu ki.

Pegasus Oteli’nin 12. katına ait kapalı devre televizyon kamera kayıtlarının incelenmesini, o sıralar otelde kalan ve tüm çalışanların, ayrıca Pakistan Milli Takım oyuncuları ile D grubundaki diğer kriketçilerin fotoğraf ve parmakizlerinin toplanmasını emretti. Ağızlarının içinden DNA analizi için örnek alınacaktı. Zan altında kalanların sayısı, 400’ü geçiyordu.

Antrenör Bob Woolmer’in otel odasının kapısı, zorlanmamıştı. Demek ki, ya tanıdığı birisiydi ya da katil, otelin her kapısını açan master anahtarlarından birini ele geçirmişti. Bob, gücü kuvveti yerinde, iri yarı bir adamdı. Boğazını sıkmak öyle kolay bir şey olmasa gerekti. Odada, boğuşmayı düşündürecek hiçbir dağınıklık yoktu. Üstelik tam karşısında yardımcısı kalıyordu. Bağırış, çağırış olduysa duymaması mümkün değildi. O halde yiyecek ya da içeceğine, direncini kıran bir şey mi katılmıştı? Saat 20.30’da oda servisini arayıp ısmarladığı yemekten, buzdolabından alıp içtiği şampanyadan zehirlenmiş olamaz mıydı? Yoksa içeriye zehirli bir yılan mı bırakılmıştı? Polis müdürünün hiç kuşkusu yoktu. Kamera kayıtları, toksikoloji raporu bütün bu soruları yanıtlayacaktı.

İngiliz’e göre elle boğan yok

Cinayetin üzerinden bir hafta geçti. VHS banda çekilen kamera kayıtları, hálá dijital şekle dönüştürülemediğinden, incelenemiyordu. Toksikoloji laboratuvarı, çalışmasını bir türlü bitirememişti. 250 kişinin ifadesi alınmış, bir ipucuna ulaşılamamıştı. Mark Shields kararını verdi. Londra Metropolitan Polisi’nden yardım isteyecekti.

2 Nisan 2007 günü, Jamaika’ya gelen dört İngiliz müfettiş, ele geçen tüm verileri bir bir incelemeye başladı. Kısa bir süre sonra onlara, Pakistanlı iki uzman eklendi. Raporlarını 11 günde tamamladılar. Elle boğulma sonucu havasızlıktan ölüm konusunun bir kez daha gözden geçirilmesini, bu amaçla, İngiltere İçişleri Bakanlığı’na bağlı görev yapan patolog Dr. Nat Cary’ye danışılmasını önerdiler.

Dr. Cary, soruşturmayla ilgili tüm verileri, otopsiden önce ve sonra çekilmiş fotoğrafları ve video kayıtlarını günlerce inceledi. Toksikoloji raporu hálá çıkmamış olsa da, kararını verdi. "Bob Woolmer’in ölüm nedeni, elle boğulmaya bağlı havasızlık olamaz."

KONUŞAMAYAN CESET

Konu içinden çıkılamaz bir hal almıştı. Yoksa haftalar boyu, onlarca polisle yürütülen, üstelik sadece Jamaika’yla sınırlı kalmayıp civar adalara da yayılan soruşturma anlamsız mıydı? Yoksa birçok kişinin iyiden iyiye inandığı, birinin antrenörü uyuttuktan sonra boğduğu senaryosu hayal miydi?

Antrenörün karısı Gill ve çocukları, Güney Afrika’daydı. Bir an önce ona kavuşmak, son görevlerini yerine getirmek istiyorlardı. "En iyisi başka bilirkişilere danışmak", dedi müdür yardımcısı Mark Shields. "İki doktor arasındaki çelişkiyi giderelim. Şu hyoid dedikleri kemik bir şeyler anlatıyor ama, ne dediğini anlamadan, sahibini göndermeyeceğim." Gazeteciler, gün 24 saat kapısındaydı. Savcı Patrick Murphy, Duke okulunun bulunduğu binanın üçüncü katındaki bürosundan, saat başı arıyordu. Bir süredir arası açık olan Emniyet Genel Müdürü Lucius Thomas’ın dört yıllık kontratına son vermesi ve onu İngiltere’ye geri göndermesi an meselesiydi. Bir değil, iki uzmanın görüşünü almaya karar verdi.

ACELECİLİĞİN CEZASI

Mark Shields’in korktuğu başına geldi. Olay yeri inceleme tutanaklarından, hyoid kemiğinin röntgenine kadar her ayrıntıyı inceleyen Güney Afrikalı adli patolog Profesör Lorna Martin, İngiliz meslektaşına katılıyordu. Ona göre kemik, kırık bile değildi. Toronto Üniversitesi’nden Dr. Michael Pollanen, otopsinin uluslararası standartlara uymadığından söz ediyordu. Boyunda görülen ve elle boğulmanın işareti sanılan kanamalar, işlemlerin sırasına göre yapılmamasından kaynaklanıyordu. Hyoid kemiğiyse, kırık değildi.

Polis, toksikoloji raporlarının sonucunu beklemeden, antrenörün cenazesini Güney Afrika’ya gönderdi. Bob Woolmer, 4 Mayıs sabahı yakıldı, külleri havaya savruldu. Haziran başında, laboratuvar çalışmasını bitirdi. Antrenörün vücudunda ne zehir vardı, ne de uyuşturucu. Jamaika emniyeti, 12 Haziran’da bir basın toplantısıyla dosyanın kapatıldığını, Bob Woolmer’in öldürülmediğini ilan etti ve verdiği rahatsızlıktan ötürü herkesten özür diledi. Hintli doktor, ölümün hálá elle boğulma sonucu meydana geldiğini savunuyor. Ona inanmak isteyenlerin sayısı, hiç de az değil.

Bu olaydan sonra Jamaika, bütçesinden 80 milyon dolar ayırarak, otopsi salonunu ve toksikoloji laboratuvarını yenilemeye karar verdi. Bir garip kemik yüzünden başı derde giren Hintli doktorla, ona güvenip beyanat veren İngiliz polisin akıbeti ise, şu sıralarda geçirdikleri teftişe bağlı.

GENELGEDE ADI GEÇEN KEMİK

Soruşturmanın vazgeçilmez delillerinden biri olan otopsinin, cesedin durumu olanak verdiği takdirde, mutlaka baş, göğüs ve karnın açılarak gerçekleştirileceği Ceza Muhakemesi Kanunu’muzda kayıtlıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye aleyhine açılan ve eksik otopsi yüzünden kaybedilen davalardan örnekler veren, Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nün 23 Kasım 2006 tarihli genelgesi de, hyoid kemiğine özel olarak yer verir ve elle, iple boğulmalar ya da asılmalarda incelenmesini öngörür.

Bir genelgede adı geçecek kadar önem taşıyan hyoid kemik, elle boğulmaların sadece üçte birinde kırılır. Kırılma, kurbanın yaşına, boyuna uygulanan şiddetin niteliği ve gücüne, ayrıca kemiğin anatomik yapısına bağlıdır. Kısacası, elle boğmada, hyoid kemiği her zaman kırılmaz.

Öte yandan bu kemik, sadece çok yüksekten düşüldüğünde değil, oldukça alçak bir mesafeden yere düşüldüğünde de kırılabilir. Kısacası, her hyoid kemik kırığı, elle boğma değildir. Bob Woolmer’i haftalarca Jamaika’da tutan karışıklığın nedeni, işte bu konuşan, ama söylediği zor anlaşılan, at nalı şeklindeki garip kemiktir.
Yazının Devamını Oku

Dikkat izleniyorsunuz

24 Haziran 2007
Bir Japon firmasının birkaç yıl önce geliştirdiği ve tuvaletlere yerleştirilen gereçle, personelin idrarındaki eroin, kokain gibi uyuşturucuları otomatik olarak incelemek mümkün. Çalışanlara ait kişisel bilgilerin, sigorta şirketleriyle paylaşılması yüzünden mahkemelik olanlar var. Öte yandan, emniyet birimlerinin işyerlerinden bilgi talebi ise, sıkça karşılaşılan yasal bir uygulama. Aşağıda anlatacağım gibi bir senaryo, alkolü fazla kaçırmamak için size iyi bir ders olabilir.

Diyelim ki, sabah iştesiniz. Saat 11.00’e geliyor. Melahat Hanım, yüzünde kocaman bir gülümseme, elinde kahve fincanı size doğru yürüyor. "Bu muhabbet kesin uzun sürer, bir tuvalete gidip, geleyim" diyorsunuz. Döndüğünüzde, saat 11.12 ve hayatınız değişiyor.

Bilgisayarınızın ekranında açılmış bir pencere: "İyi günler sayın ABC, saat 11.09’daki idrar örneğiniz incelenmiş ve son 18 saat içinde fazla miktarda alkol kullandığınız anlaşılmıştır. Mesai bitimine kadar Bağımlılık Merkezi’mize başvurmanız gerekmektedir. İmza: Her zaman iyiliğinizi isteyen personel müdürünüz."

"Bu da nesi?" demeye kalmadan, açılan bir pencere daha: "Sayın ABC, çalıştığınız şirket, son 18 saat içerisinde fazla miktarda alkol kullandığınızı bildirmiştir. Kapalı devre kamera sistemiyle (Mobese demek istiyor) üzerinize kayıtlı ... plakalı aracın, 7.25 ile 8.40 arasında seyrüsefer halinde olduğu saptanmış, yüz tanıma sistemimiz, aracı sizin kullandığınızı belirlemiştir. Alkollü araç kullandığınızdan, sürücü belgenize altı ay süreyle el konmuştur. Kazasız, belasız günler dileriz. İmza: Her zaman iyiliğinizi isteyen Trafik Denetleme Şube Müdürlüğü."

Akşam olmak üzere, "Kimden rica etsem de beni eve atıverse" diye düşünürken bir mesaj daha: "Şirketinizin Bağımlılık Merkezi’ne başvurduğunuz anlaşılmıştır. Bildiğiniz gibi, 3 milyarda bir görülen VC hastalığının genini taşımaktasınız. Madde bağımlılığı, hastalığın ortaya çıkma riskini artırabileceğinden, sigorta priminiz ... YTL’ye yükseltilmiştir. İmza: Her zaman iyiliğinizi isteyen sigorta şirketiniz."

Başınıza gelenler, olmaz işler değil. Birkaç yıl önce bir Japon firmasının geliştirdiği ve tuvaletlere yerleştirilen gereçle, personelin idrarındaki eroin, kokain gibi uyuşturucuları otomatik olarak incelemek mümkün. Çalışanlara ait kişisel bilgilerin, sigorta şirketleriyle paylaşılması yüzünden mahkemelik olanlar var. Öte yandan, emniyet birimlerinin işyerlerinden bilgi talebi ise, sıkça karşılaşılan yasal bir uygulama. Karayolları üzerindeki kapalı devre televizyon kameraları plaka numaralarını tanıyabiliyor. Yüksek çözünürlükte fotoğraf çekme yeteneğine sahip olanlar, direksiyonda oturanı güvenilir biçimde saptayabiliyor. Anlattığım biçimde, tuvalete gitmekle başlayan ve çorap söküğü gibi ilerleyen böyle bir senaryo, alkolü fazla kaçırmamak (ya da işyerinde tuvalete gitmemek) için, size iyi bir ders olabilir. Ama almanız gereken başka dersler de var.

ALTI KASA KIRMIZI

Diyelim ki, uslanmadınız ve yaklaşan doğum gününüzde iyi bir şarap içmek istediniz. Macaristan’a faksla sipariş veriyorsunuz. "Altı kasa kırmızı." Sonra dönüp, internette tanıştığınız Nijeryalıya bir e-posta gönderiyorsunuz "Sizin oralara kar yağar mı?" 3-5 güne kalmadan, her hareketiniz izleniyor. Çünkü "kırmızı"nın bir zamanların pek ünlü esrar türü "Kızıl Lübnanlı", "kar"ın da kokain olabileceğinden hareketle, uyuşturucu işinde olduğunuz zannedilebilir.

Uzunca bir süredir, her dildeki, her türlü telekomünikasyon, bazı "anahtar sözcükler"le izleniyor. Çok sayıda terörist, uyuşturucu kaçakçısı ve pedofil bu sayede yakalandı. Son örneği, İngiliz polisinin, 35 ülkeden 700 kişinin yer aldığı ve 31 çocuğu ellerinden kurtardığı çete.

Diyelim ki, etliye sütlüye karışmadan yaşamaya karar verdiniz. Bir gece canınız sıkılıyor ve tıpkı 60 milyon dünya vatandaşı gibi, internette oyun oynamaya kalkıyorsunuz. Bilgisayarınıza, şimdilerde pek popüler olan, bir "Devasa Oyunculu Çevrimiçi Rol Yapma Oyunu" (Massively Multiplayer Online Role Playing Game, MMORPG) indiriyorsunuz. 7’den 77’ye her yaştan, kadın-erkek katılımcısı olmakla birlikte, genellikle 18-34 yaş aralığındaki erkeklerin (Türk oyuncular arasında 10-16 yaş grubunun yüksek olduğu söyleniyor, henüz güvenilir bir istatistik yok), haftada ortalama 9 saat süreyle katıldığı ve 2008’de, sadece ABD’deki yapımcılara 500 milyar dolar gelir getirecek oyunlarla ilgilenenlerin başında, anılan tüketici grubuna ulaşmaya çalışan medya pazarlamacıları geliyor. Sanal dünyalardaki sokaklara billboard’lar asıyor, binaların duvarlarına Toyota, Adidas ve daha pek çok şirketin reklamlarını yapıştırıyorlar.

Sanal dünyalardaki ikinci yaşamınızla ilgilenen bir diğer grup, polisler. Bugün olmasa bile, birkaç yıl içinde, oyundaki davranışlarınız yüzünden kapınıza dayanmaları mümkün olacak. Nedeni hırsızlık, sahtecilik, dolandırıcılık, vergi kaçakçılığının yanı sıra, bir cinayet. Ama önce şu oyunlardan biraz daha söz edelim.

ALEM SANAL, CİNAYET GERÇEK

Bir MMORPG’a katılan, önce kendisine bir "avatar", yani karakter seçiyor. Örneğin terzi, hırsız, rahip, büyücü, savaşçı gibi. Daha sonra onu geliştirip kendisine verilen hedefe ulaşmaya çalışıyor. Bu süreçte deneyim kazanıyor, daha yetenekli, daha güçlü oluyor ve düzeyini yükseltiyor. Deneyim kazanabilmenin başlıca yolu, sanal dünyada kendisine biçilen rolü en iyi şekilde oynamak, verilen görevleri yapabilmek. Bu görev, kimi oyunlarda düşmanları öldürmek.

1990’ların başından bu yana piyasada olan MMORPG’lerin en rağbet göreni, World of Warcraft (Savaş Dünyası). Kayıtlı oyuncu sayısı 8.5 milyon. Bunlardan 4 milyonu, saati 5 yeni kuruşa, internet kafelerden oynayan Çinliler. Farklı ülkelerde yer alan 200 kadar sunucuya, aynı anda 36 bin kişinin bağlandığı hesaplanıyor.

MMORPG, bilgisayara karşı oynanmıyor. Aynı sunucuya bağlı oyuncular, birbirlerine karşı oynuyor. Kısacası oyunun oynandığı çevre sanal ama, oyuncular gerçek. Bu sayede, oyunda gruplaşmalar olabiliyor, oyuncular kazanmak için gerekli silahları, büyüleri, giysileri, sanal paraları birbirine ödünç verebiliyor, takasa girebiliyor -bazı sunucular kesinlikle yasaklasa da- bunları gerçek parayla alıp satabiliyor, hatta açık artırmaya çıkartabiliyor.

Şanghaylı Bay Kiu Çengvey, tıpkı Bay Zu Kaoyuan gibi, Mir Efsanesi 3 adlı oyunun binlerce oyuncusundan biriydi. Oyun sırasında tanışmış, dost olmuş, birbirlerinin evlerine gidip gelmeye başlamışlardı. Bay Kiu, oyunun üst düzeylerine yükselmeyi hızlandıran sanal kılıcını, kısa bir süre için arkadaşına ödünç verdi, ancak bir türlü geri alamadı. Çünkü 26 yaşındaki Bay Zu, ödünç aldığı kılıcı, gerçek parayla, tam 7200 Yuan’a (1230 YTL) başka bir oyuncuya satmıştı. Bay Kiu, bu durumu öğrenir öğrenmez, soluğu Zu’nun evinde aldı. Cebindeki bıçağı çıkarttı ve doğruca böğrüne sapladı. 2005 Haziran’ında, Bay Kiu, ömür boyu hapse mahkum edildi.

Milyonlarca internet oyuncusu bulunan Çin, benzer bir cinayetin tekrarlanmaması için seferber olmuş durumda. Bir yandan Sağlık Bakanlığı, oyunların bağımlılık yapıcı etkisini topluma anlatmaya çalışıyor, diğer yandan Adalet Bakanlığı, çığ gibi artan sanal ortamdaki sahtecilik ve hırsızlıkların soruşturma ve kovuşturmasını düzenlemeye, Maliye Bakanlığı da, kara para aklama ve kumarın yeni bir çeşidi olarak gördüğü sanal ticareti vergilendirmeye uğraşıyor. Avustralya Vergi Dairesi ise, internet oyunları sırasında, giysi, karakter, silah, iksir, büyü ve benzerlerinin satışından elde edilen gerçek gelirleri, 2006 sonbaharından bu yana vergilendirmekte.

İlk Türk MMORPG’si İstanbul Kıyamet Vakti

Sanal dünyalar Türkiye’de de çok popüler. Yabancı sunuculardaki birçok oyunun genel sohbet penceresinde "Abi akşam napcan?" şeklinde bir soruyla karşılaşmak, an meselesi. Hatta, artık Türk yapımı, Türkçe konuşan bir MMORPG’miz bile var. "Demek afeti ve getirdiklerini soruyorsun, genç kişi. Dinle öyleyse" diyerek başlayan İstanbul Kıyamet Vakti’nde, fantastik yaratıklarla savaşılıyor.

Sanal dünyanın çeteleri

ABD’de Güney Kaliforniya’da Black Snow Interactive adlı küçük bir şirket, hemen sınırın ötesindeki Meksika’nın Tijuana kasabasında bir ofis kiralamış, buraya sekiz bilgisayar yerleştirmiş, 24 genç Meksikalıya, sekiz saatlik vardiyalar halinde, Ultima Online ve Dark Age of Camelot adlı oyunları oynatmıştı. 2002’de şirketin, sanal düşmanları öldürürken ele geçirilen ürün başına işçilere küçük ödemelerde bulunduğu, daha sonra bu ürünleri fahiş fiyatlara deneyimsiz oyunculara satarak yasa dışı gelir elde ettiği anlaşıldı. Black Snow Interactive, boğaz tokluğuna yoksul, eğitimsiz ve işsiz gençleri sömürerek, internet oyunlarından para kazanan ilk şirkettir.

Çok sayıda oyuncusu bulunan Güney Kore’de, ileri düzeylere ulaşmış güçlü oyuncuların oluşturduğu çetelerin, yeni başlayanlara sanal silah ve düşmanlardan koruyan zırh, kalkan vb. sattığı, başka oyuncuların tacizinden korumak üzere para tahsil ettiği biliniyor.

Daha önce sözünü ettiğim, Mir Efsanesi adlı oyunu pazarlayan şirketin müdür yardımcısı Wang Yihui ile iki arkadaşı, Çinli gencin öldürülmesine yol açan ve ancak çok üst düzey oyuncuların ele geçirebildiği sanal sihirli kılıcın, sanal sahtelerini üreterek, yeni başlayanlara satmıştı. Geçen yıl bir Şangay mahkemesi, Mir Efsanesi oyuncularından 10 ay içerisinde 250 bin dolar haksız kazanç sağlayan çeteyi, telif haklarına aykırılıktan yargıladı ve müdür yardımcısını beş yıl hapse mahkum etti.

Sanal sohbet odalarında buluşmanın da mümkün olduğu oyunlarda, başka suçlar da işlenebiliyor. Örneğin The Sims Online adlı oyuna Evangeline nick’iyle (yani kod adıyla) katılan 17 yaşındaki genç kadın (belki de erkek), sohbet pencerelerinin birinde açtığı ve kredi kartıyla ödeme yapıldığı takdirde görülebilen sanal genelevde, küçük çocuklarla cinsel ilişki animasyonları yayınlamış, yasalarda "online genelev açma" suçuyla ilgili bir düzenleme bulunmadığından soruşturulamamış, sadece gencin oyuna katılımı engellenmişti. Evangeline’in şu sıralar, başka bir nick’le, The Sims Online’da etkin olduğu ve hırsızlık yaparak geçindiği sanılıyor.

İşte bütün bunlar yüzünden pek çok ülkenin polisi, internet üzerindeki oyuncuların davranışını izliyor. Hatta, bu alanda yapılan bilimsel araştırmalar ışığında, suç işlemeye meyilli olanları önceden saptamaya ve önlem almaya çalışanlar bile var.

İNEK İZLER GİBİ KOCA İZLEME

Diyelim ki, karınızı dövdünüz, mahkemelik oldunuz ve evden uzaklaştırılma cezası aldınız. İşte şimdi kurtuluşunuz yok, çünkü pek yakında Avustralyalı inekler gibi izlenebilirsiniz. Nasıl mı? İşte buyurun: Haziran başında, Avustralya’nın Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Kurumu’nda çalışan Andrew Fisher, üç yıldır üzerinde çalıştığı, global yer belirleme (GPS) sistemine dayalı uydu bağlantılı bir düzenekle, büyükbaş evcil hayvanların ağıllarını sanal olarak çitleme projesini tamamladıklarını bildirdi.

Tel örgü ya da çit benzeri hiçbir engellemenin bulunmadığı düzenekte, hayvanların boynuna çipli bir tasma takmışlar. Sanal çite 1-2 metre yaklaştıklarında, pille çalışan çip ses çıkararak hayvanı geri döndürmeye çalışıyormuş. Sanal ağıldan çıkmaya kalkışırsa, düşük düzeyde bir elektrik şokuyla karşılaşıyorlarmış. Etik kurul onayı almış bu uygulamanın ticari bir ürüne dönüşmesi için birkaç yıl daha çalışmaları gerekiyormuş.

Kötü kocaların derisinin altına çip yerleştirip, eve çok yaklaştıklarında elektrik vermek bir yana, bu teknoloji sayesinde mahkumları çipleyip, cezaevi duvarlarını ortadan kaldırmak bile mümkün.
Yazının Devamını Oku

Paylaşılamayan prenses

17 Haziran 2007
Başkomiser Faruk Avan’la arkadaşları, İranlı Hacı Ali Ekber’in Pakistan’ın Karaçi kentindeki evini basarken, neyle karşılaşacaklarını az çok kestiriyorlardı. Nitekim, düşündükleri gibi de oldu. Sigara dumanından göz gözü görmeyen yarı karanlık odada, üç adam, televizyonun karşısına bağdaş kurmuş, tahta kutudaki mumyayı seyretmekteydiler. Kestiremedikleri tek şey, eski eser kaçakçısı İranlıyı suçüstü yakalamak üzere giriştikleri operasyonun, uluslararası bir soruna dönüşeceğiydi.

İlk sorgusunda İranlı Ali Ekber, 600 milyon Rupi’ye (13 milyon YTL) müşteri bulmaya çalıştığı mumyanın, kendisine değil, Serdar Reki adlı bir Pakistanlıya ait olduğunu söyledi. Pakistan’ın Afganistan ve İran’a komşu Belucistan eyaletinde oturan Serdar, deve tüccarıydı ve 160 bin kişilik Reki aşiretinin reisiydi. Başkomiser Faruk gitti, Serdar’ı buldu. "Mumya benim değil" dedi Serdar. "Şerif Şah Baki adlı bir İranlı, 2000 Temmuz’undaki deprem sonrası, Ketta dolaylarındaki bir ören yerinde bulmuş. Getirip bana verdi. Kaç paraya satarsak yarı yarıya bölüşecektik."

Başkomiser Faruk, sordu soruşturdu. Mumyanın asıl sahibi İranlı Şerif Şah Baki’nin izine rastlamadı. "Nasılsa er geç bulurlar" dedi. Tutukladığı Ali Ekber ile Serdar Reki’yi adalete teslim etti, iyice sarıp sarmaladığı mumyayı da Karaçi Arkeoloji Müzesi’ne. Mutluydu. "Eski eser kaçakçılığından, en az 10 yıl yatarlar" diyordu. Ne tahta tabutun içindeki mermer lahit, ne saz minderin üzerine uzanmış ufak tefek kadının başındaki altın taç, ne de göğsünün üzerine ilişik altın plakette yazanlar onu ilgilendirdi. Sadece, "600 milyon Rupi ettiğine göre, pek önemli bir şey olmalı" diye düşündü.

Oysa bulduğu, sıradan bir mumya değildi. "Pers Kralı Serhas’ın kızı, Rodugun’um" diye yazıyordu göğsünün üzerinde. Öleli 2600 yıl geçmiş olması ilginçti elbette, ama garip olan, Daryus’un torunu prensesin, tıpkı Mısırlılar gibi mumyalanmış olmasıydı.

KADININ ADI YOK

Karaçi Arkeoloji Müzesi’nde görevli Dr. Asma İbrahim, 1 metre 40 santimlik kadının tacındaki yedi selvi ağacını, tabutun üzerindeki kabartmaları, heyecan ve hayranlıkla seyrediyordu. Gerçi evvelce hiç mumya incelememişti ama, gördüklerinin Pers Krallığı’nın belli başlı simgeleri olduğunu biliyordu. Ülkesi, paha biçilmez bir zenginliğe sahip olmuştu.

Mumyayı birilerinin, komşu İran’dan Pakistan’a kaçırdığı belliydi de, prensesin Mısır firavunlarına benzer şekilde mumyalanmış olmasını bir türlü açıklayamıyordu. Mısırlıların bu olağanüstü becerilerini yabancılara öğrettiği hiç duyulmamıştı. Dr. İbrahim gururluydu. "Prensesin mumyasıyla tarihi yeniden yazacağız" dedi. Bir diğer olasılık, prensesin Mısır’a gitmiş, orada ölmüş ve mumyalandıktan sonra ülkesine taşınmış olmasıydı. Tarih kitapları, kralın üç oğluna ilişkin pek çok ayrıntıya yer veriyordu ama, kızının nasıl yaşadığı, ne zaman, nerede öldüğüne değinilmiyordu. Anlaşılan yüzyıllar öncesinde de, kadının adı yoktu.

Dr. İbrahim, bu konuyu çözmeden, elindeki hazineyi dünyaya duyurmamaya karar verdi. Tabuttaki hasırdan küçük bir parça kesip, karbon 14 yöntemiyle yaş tayini yapılması için Almanya’ya, yazıların fotoğrafını çekerek Londra’ya yolladı. Mumyayı, Ağa Han Üniversitesi Hastanesi’ne kaldırttı.

Birkaç gün sonra, akşam haberlerini izlerken, kulaklarına inanamadı. 2600 yıllık mumyanın heyecanına kapılan İslamabad Kaid-i Azam Üniversitesi’nden, dünyaca ünlü arkeolog Profesör Ahmad Hasan Dani, bir basın toplantısı düzenlemişti. O gece bütün dünya, Pers prensesinin paha biçilmez mumyasının Pakistan’da bulunduğunu öğrendi.

MUMYA DEDEKTİFİ DEVREDE

2000 yılında, Karaçi’deki Ağa Han Üniversitesi Hastanesi Radyoloji Bölümü’nde çalışan Dr. Jeffrey Rees, üzeri bezle sıkı sıkıya sarılı mumyayı, başında tacı, yüzünde maskesiyle birlikte röntgen masasına yatırdı. Uzun kemiklerin uç kısımlarını gösteren filme baktı. Dr. Asma İbrahim’e dönüp, "Boy uzaması durmuş" dedi, "yaşı 21-25’ten büyük olmalı." Mumyalamanın Mısır usulü yapılıp yapılmadığını röntgenle anlamak mümkün değildi. Bilgisayarlı tomografisini çekmeye karar verdiler. "Beyni yok, akciğerleri yok, kalbi yok" dedi radyolog. "Bedeni, jel benzeri bir sıvıyla dolu. Elimizdeki filmleri Bob Brier’e gönderelim. Bir de o baksın."

33 yıldır New York Long Island Üniversitesi’nde hem felsefe hem de eski Mısır’da bilim dersleri veren Dr. Bob Brier’ın takma adı "mumya dedektifi"ydi. Lenin ile Eva Peron’un, ayrıca pek çok Mısır Firavunu’nun mumyasını incelemiş "dedektif", prensesin tomografi görüntülerinden hiç hoşlanmadı. "Bunun beyni burnundan değil, çenesinden çıkartılmış" dedi. "Ayrıca iç organları dışarı almak üzere yapılan karındaki kesiğin, hem yeri yanlış, hem de çok uzun. Sanırım bu adamlar pek becerikli değilmiş" diye sürdürdü. "Bu kadının kalbi nerede?" diye sordu hayretle. "Bunu mumyalayan Mısırlı olamaz. Öyle olsaydı, kalbi yerinde bırakırdı. Onlar, insanın beyniyle değil, kalbiyle düşündüğüne inanırdı."

Prensesi, Mısırlılar mumyalamadıysa eğer, kim mumyalamış olabilirdi? O tarihlerde bu işi onlardan başka bilen yoktu ki. Karaçi Arkeoloji Müzesi’nin yetkilileri, Londra Üniversitesi Orta Doğu Enstitüsü’nden Prof. Nicholas Sims Williams’ın mektubuyla bir kez daha sarsıldı. "Mumyanın göğsündeki plakette yazım hataları var" diyordu. "Kral sözcüğünün sonunda üç harf eksik." Sadece bu olsa iyi, Williams’ın mektubunda öyle bir bilgi vardı ki, Pakistan’ın elindeki hazineyi, bir anda yok etmeye yetti. "Pers dilinde, prensesin adı Vardegauna’ydı. Plakette ’Rodugun’ yazıyor. ’Rodugun’, kıza Helenlerin taktığı addır."

KURŞUN KALEM İZİ

Felaket, bununla bitmedi. Dr. Asma İbrahim, tabutun ahşap ve mermerlerini iyice temizlemiş, elinde büyüteç, milim milim incelerken, Zerdüşt dininin yüce tanrısı Ahuramazda kabartmasında akıl almaz bir şey görmüştü: Kurşun kalem izleri! Kurşun kalem keşfedileli 200 yıl olmuştu. Prenses öleli, 2600 yıl.

Almanlar, cesedin üzerinde yattığı hasırla, bedeni sıkıca çevreleyen bezlere "Olsa olsa 4-5 yıllık", Pakistan Atom Enerjisi Komisyonu, "En fazla 20 yıllık" diyordu. Tartışılacak yanı kalmamıştı. Tek kelimeyle, mumya sahteydi.

Mumya çetesindeki uzmanlar

Dr. İbrahim önce, sahtekarların buldukları eski bir mumyayı, değerini yükseltmek için Pers prensesi gibi giydirdiğini sandı. Tomografileri yeniden inceleyen radyolog Jeffrey Rees, bir sabah onu arayıp "Kulağın içindeki tendonlarla filamentler sağlam." deyince, başından aşağıya kaynar sular döküldü. Eski bir cesette, mumyalanmış olsa bile, kulağın içindeki bu narin oluşumların, çürüyüp kaybolacağını öğrenmişti. Belli ki, eski bir mumyayı giydirmemişler, yeni ölmüş bir kadını mumyalamışlardı.

Anatomi bilen biri organları çıkartmış, mumyalamadan anlayan biri, yarım tona yakın kimyasalı hazır etmiş, marangozun biri tabutu, taş ustası lahdi yapmış, bir oymacı selvileri, gülleri, Tanrıları işlemiş, 2600 yıl öncesinin Pers dilini bilen biri, plaketteki "Ben Pers Kralı Serhas’ın kızı, Rodugun’um"u kaleme almış ve bir kuyumcu altın taç ve maskeyi hazırlamıştı. Bu ekibi yönetenin, Mısır ve Pers tarihini çok iyi bilen biri olduğu açıktı.

KİMİ ÖLDÜRÜP MUMYALADILAR

Mumyalamanın başarılı olması için, taze ceset gerekir. Bu insanlar, mezarcılarla mı anlaşmıştı? Yeni ölen bir kadının cesedini mezardan mı çıkartmış yoksa gömülmeden satın mı almışlardı? Kimse aklına getirmek istemiyordu ama, bir olasılık daha vardı. Bir kadını mumyalamak üzere kaçırıp, öldürmüş olamazlar mıydı?

Sorunun yanıtı gene radyolog Dr. Rees’ten geldi. "Belkemiğinde kırık var" dedi. "Künt bir cisimle vurulmuş." Kabus gibiydi. Pakistan, tarihi değiştirecek paha biçilmez bir arkeolojik kalıntıya ulaştığını sanırken, bir cinayet şebekesiyle karşı karşıya kalmıştı. Hükümet, mumyaya otopsi yapması için, İngiltere’nin Sheffield Üniversitesi’nden Prof. Dr. Christopher Milroy’u Karaçi’ye davet etti.

Mavi gömlekleri, mavi maskeleriyle Dr. Milroy ile Dr. İbrahim, Tıp Fakültesi’nin otopsi salonunu dolduranların meraklı bakışları altında, cesede zarar vermeden reçineli bandajı kesmek için, üç saat uğraştı. 50 yaşlarındaki dişsiz kadının sadece beli değil, boynu da kırıktı. Kırıkların ölümden önce mi, yoksa sonra mı olduğuna karar veremediler. 17 Nisan 2001 günü, Dr. İbrahim 11 sayfalık bir rapor yayınlayarak mumyanın sahte olduğunu dünyaya bildirdi. Mumya sahte olmasına sahteydi de, mumyalanan kadın kimdi?

DİĞER MUMYALAR HANGİ MÜZEDE

Tahran’la İslamabad’ın arasını açan mumyanın, prenses değil de sıradan bir kadın olduğu anlaşıldığında, tacıyla, maskesiyle kendini Edhi Vakfı’nın soğuk ve karanlık morgunda buldu. Kimliği meçhul ve kimsesizlerin, Müslüman adetlerine uygun biçimde defnini de kapsayan, sayısız hayır işleri için 50 yıl önce kurulmuş vakıf, elindeki gönüllü ambulans filosunun büyüklüğü sayesinde Guinness Rekorlar Kitabı’nda da yer almaktaydı.

Edhi Vakfı, mumyalanan kadın soruşturmasının tamamlamasını ve defin izninin verilmesini yıllarca bekledi. Baktı ki yarım milyon Rupi’ye varan morg masrafını ne arkeoloji müzesi, ne de polisten alabiliyor, beş yıl kadar sonra, 2005 yazında, kadıncağızı usulüne uygun biçimde yıkadı, namazını kılıp, vakfın arkasındaki mezarlığa gömdü. Böylece, Pers prensesi diye satılmak üzere mumyalanan kadının sırrı da, kendisiyle birlikte toprağa karıştı.

İnterpol, mumyanın asıl sahibi olduğu iddia edilen İranlı Şerif Şah Baki’yi arayadursun, aynı bölgede, iki başka kadın mumyasının, karaborsada 3-4 milyon dolara alıcı bulduğu bilgisine ulaşıldı. Büyük bir olasılıkla o mumyalar, bugün bir müzede sergilenmekte. Kadının adının olmadığı coğrafyalarda, ölü kadın bedeni üzerinden milyonlar kazanan uğursuz çetelere, bilerek ya da bilmeyerek akıl babalığı eden, kim bilir eline kan bulaşan hangi meslektaşlarımız.
Yazının Devamını Oku

Suç ve genetik

10 Haziran 2007
Genetik bilimi, yavaş yavaş insan davranışının tüm sırlarını aydınlatmaya doğru yaklaşıyor. Bu iş öylesine ilerlemiş durumda ki, alanın saygın dergilerinden Behavior Genetics’in (Davranış Genetiği) Mayıs sayısında, insanların hangi partiye oy vereceğinin genetikle ilgisini araştıran ve bu amaçla dört binden fazla Avustralyalı ikizi inceleyen bir makale bile var. 22 Temmuz yaklaştıkça bu tip araştırmalar ilginizi çekebilir ama, "polisiye" başlıklı bu sayfaya, "seçim genetiği" yerine "suç genetiği"nden söz etmek daha fazla yakışır.

Şu sıralar Türkiye’de gösterimde bir film var. Kevin Costner’in kusursuz cinayetler işleyen bir seri katili canlandırdığı "Mr. Brooks." Onu, alışageldiğimiz seri katillerden ayıran en temel özelliği, kurbanlarının ve peşindeki polisin yaşam biçimine ilişkin en küçük ayrıntıyı bilmesi. Pek çok seri katille ortak yanı ise, polisin zekasını takdir etmesini istemesi. Gelecek yılki ABD seçimlerinde başkanlığa aday olan Barack Obama’nın "En beğendiğim filozof" diye tanımladığı, Protestan din adamı Reinhold Niebuhr’ın 1930’larda kaleme aldığı bir duayı (Allahım, bana değiştiremeyeceğim şeyler için huzur, değiştirebileceklerim için cesaret ve ikisi arasındaki farkı anlamam için akıl ver) dilinden düşürmeyen Bay Brooks, adam öldürmenin bir bağımlılık olduğuna ve kalıtım yoluyla geçtiğine inanıyor.

SERİ KATİLLİK GENİ VAR MI?

DNA’nın yapısını aydınlatanlardan biri olan, Nobel ödüllü James Watson, "Kaderimizin yıldızlarda yazılı olduğuna inanmıştık. Şimdi büyük ölçüde genlerimizde yazılı olduğunu biliyoruz," demişti. Acaba, bu "büyük ölçüde"nin içinde "seri katillik" geni de var mı? Örneğin, 64 kişinin canına kıyan Çinli Yang Xinhai, 140 erkek çocuğun katili Kolombiyalı Luis Garavito, 215 kişiyi öldüren Dr. Harold Shipman ya da geçen hafta yakalanan 37 kişinin katili Rus Artur Ryno, öldürme bağımlısı mıydı ve hücrelerinde, gözlerin, saçın, tenin rengi gibi, adam öldürmek de yazılı mıydı? Eğer öyleyse, mahkemeler bu bilgiyi nasıl kullanacak? Bir genetik determinizm varsa, yani adam öldürme dürtüsü değiştirilemeyen bir kaderse, bu durum bir savunma stratejisi olarak kullanılabilir mi?

Yasalar, suç işleyen kişiye ceza verilebilmesi için, işlediği suça karşı "ceza sorumluluğunun" bulunmasını, bir başka deyişle suçun işlenişi sırasında irade, bilinç ve hareket özgürlüğünün bulunmasını şart koşar. Bu nedenle, belli bir yaştan küçük olanlara, akıl hastalarına, geçici bir nedenle ya da irade dışı alınan alkol veya uyuşturucu madde etkisiyle, eyleminin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamayanlara ceza verilmez. Yasaların bazı gerçekleri göz ardı ettiğini, genetik olarak suç işlemeye yatkınlık gösterenlerin, tıpkı akıl hastaları gibi, özgür iradelerinin bulunmadığını, bu nedenle cezalandırılamayacaklarını öne sürenler olmuştur.

FAZLASIYLA ERKEKLER

Özgür iradeyle genetik determinizm arasındaki ikilemin, duruşma salonlarına yansıması, 1968’de ünlü tıp dergisi The Lancet’te yayınlanan bir araştırmayla başlar. Kundaklama suçu işlemiş ve bilirkişi raporlarıyla ceza sorumluluğu bulunmadığı belgelenmiş 155 Danimarkalı erkeğin kromozomlarını inceleyen bu çalışma, suçlular arasında XYY kromozom anomalisine rastlanma sıklığını, normalden 12 kat fazla bulmuştur. Bu veri, XY olması gerektiği halde, bir yerine iki Y kromozomu taşıyan erkeklerin "daha fazla erkek" olduğu, bu kalıtımsal kusurun kişiyi, elinde olmadan, şiddet göstermeye ve suç işlemeye yönlendirdiği şeklinde yorumlanmıştır.

XYY’ye bağlı genetik determinizm, ilki 1969’da olmak üzere, ABD mahkemelerinde beş kez gündeme gelmiş, ancak hiçbirinde başarı sağlamamıştır. Aynı yıllarda bir Avustralya mahkemesi, 77 yaşındaki dul bayan Regina’yı öldüren XYY kromozomlu Hannell’i cezaevine değil, akıl hastanesine göndermiştir. Bu karardan dört gün sonra bir Fransız mahkemesi, mahallesindeki fahişeyi boğarak öldüren Daniel Hugon’un hapis cezasını, XYY kromozomu taşıdığından yedi yıla indirmiştir. Aynı dönemde bir Federal Alman mahkemesi ise, üç kişinin katili Ernest Dieter Beck’i, XYY olduğuna itibar etmeksizin, ömür boyu hapse mahkum etmiştir.

XYY ile suç arasında ilişki bulunabileceği ve özgür iradeyi ortadan kaldırabileceği kuşkusu on yıl kadar sürmüş, 1976’da Science dergisinde yayınlanan bir araştırma ile tamamen son bulmuştur. ABD ve Danimarka’daki yedi üniversitenin işbirliğinde yürütülen, binlerce erkeğin incelendiği çalışmada, Herman A. Witkin ve 10 arkadaşı, suç işleyenlerde XYY kadar, XXY anomalisine de rastlandığını ortaya çıkartmış ve bu kusurların şiddete değil, ama zeka geriliğine yol açtığını kanıtlayarak, yıllardır kafaları karıştıran bir konuya son noktayı koymuştur.

XYY ile suçluluk arasında mutlak bir ilişki olduğuna inanan ve bu kromozomu taşıyor diye doğmamış oğlunun yaşamına son noktayı koyduran kadınların sayısını ise bilen yok.

Genlerden medet umanlar

İnsan davranış genetiği, çağımızın popüler araştırma alanlarından birini oluşturuyor. Elde edilen bilgiler, sadece ceza adaletini değil, eğitimciler, işverenler ve sigorta şirketlerini de yakından ilgilendiriyor. Kimileri genlere göre cezalandırmak, kimileri savunmak, kimileri eğitmek, işe almak, ya da sigortalamak istiyor. Bunun nedeni, İnsan Genom Projesi biteli beri, yanlış yere, her hastalığı, her durumu, her davranışı, sadece bir tek genin kontrol ettiğinin sanılması. İnanç geni, şişmanlık geni, kumar geni, futbol geni, müzik geni vs. vs. Bunların bir bölümünü ilgiyle okuyor, kimi zaman hafif bir tebessümle geçiştiriyoruz. Ancak insanların kişilik yapılarını ve antisosyal davranışlarını aydınlatmaya çalışan, henüz kesinlik kazanmamış genetik araştırma sonuçlarının, kimi zaman yanlış yorumlara, kötüye kullanıma, haksızlıklara ve ayırımcılığa yol açtığını görerek üzülüyoruz.

Davranış biçimi ve ruhsal hastalıklara, sayıları on bini bulan, ancak ender görülen hemofili A ve B, Duchenne kas distrofisi ya da Huntigton’dan farklı olarak, tek bir gen neden olmuyor. Bunlar, birden fazla genin birbiriyle etkileşiminin bir sonucu. Üstelik bu genler, çevre faktörleri tarafından da denetleniyor. Dolayısıyla, ne genetik determinizme dayanarak, suçluları savunmak, ne de suça meyilli olanları genetik analizle saptamak ve suçu önleyebilmek sevdasıyla, Steven Spielberg’in kurgubilim filmi Azınlık Raporu’ndaki (Minority Report) gibi, teker teker avlamak mümkün.

İş ya da sigorta başvurusunda bulunanların kanında, gizlice şiddete ve akıl hastalıklarına yatkınlıkları araştırtan şirketlerin, paralarını boşa harcadığını söylemek gerek. Olay yerinden ya da kurbanın üzerinden saldırganın DNA’sına ulaşan polis, aradığı kişinin mavi gözlü, kızıl saçlı, beyaz tenli olduğunu saptayabilse de, kişiliği hakkında bilgi edinmeyi umması, gerçekleşmeyecek bir hayal. Daha önce de belirttiğim gibi, insan davranışı, birden fazla genin ve en az onlar kadar, çevrenin kontrolü altındadır ve belirli bir geni taşıması, mutlaka uyuşturucu kullanacağını, şiddete başvuracağını, ırza geçeceğini, intihar edeceğini, adam öldüreceğini göstermez. Sadece, koşullar uygun olduğunda, bu davranışlara daha yatkın olduğuna işaret eder.

ÇOCUKLAR NEDEN DÖVÜLMEMELİ

Çocukluğun erken dönemindeki çevre koşullarının, ileri yaşlardaki şiddete yatkınlığını belirlediği bilinir. Saldırgan davranışlar sergileyen kişilerin büyük bir bölümü, küçükken anne ya da babasından dayak yediğini söylemiştir. Bu nedenle, suçu önlemeye çalışanlar, aile içi şiddetin mutlaka engellenmesi gerektiğinde ısrar ederler. Öte yandan, aynı ortamda yetiştikleri ve aynı biçimde örselendikleri halde, kardeşlerden birinin bu durumdan hiç etkilenmediği de bilinir. Tıpkı anne ya da baba alkolik ya da uyuşturucu madde bağımlısı olduğu halde, çocuklarından bazılarının bağımlı olması, bazılarının hiç etkilenmemesi gibi.

Dövülen çocukların, büyüdüklerinde şiddete ve suça yatkın olmalarının bir genetik temeli bulunduğu artık biliniyor. Bu durumdan sorumlu tutulan genlerin başında MAOA geni bulunuyor. Bu genin, basitçe "uzun" ve "kısa" diye adlandırabileceğimiz iki şekli var. Uzun şeklini taşıyanlar, çocukluklarında fena muameleyle karşılaşsalar bile ileride şiddet göstermiyor, antisosyal davranışlar sergilemiyorlar. Kısa şeklini taşıyanlar ise, risk altında. Dayak yerlerse, onlar da ileri yaşlarda şiddet gösteriyorlar. Buna karşılık, huzurlu bir ortamda büyürlerse, antisosyal davranışlar gözlenmiyor. "Kısa" ve "uzun" MAOA’ların görülme sıklığı ırklara göre değişiyor. Henüz etnik kökene göre bir farklılık olup olmadığı bilinmiyor. Genin bir diğer ilginç özelliği, X kromozomu üzerinde bulunması. Yani, çocuğun cinsiyetini baba belirlerken, şiddet gösterme riskini taşıyıp taşımayacağına anne karar veriyor.

DOMINO’S PIZZA CİNAYETİ

17 Şubat 1991 günü, 25 yaşındaki Stephen Mobley bir pizzacıya girdi. Kasadaki parayı aldı, dükkan sahibinin ensesine bir kurşun sıktı. Üç hafta sonra, aynı tabancayla bir kuru temizleyiciyi soymaya kalkışırken yakalandı. Haftasına, pizzacıyı öldürdüğünü kabul etti.

Karar aşamasına yaklaşılırken, avukatı, verileceğini düşündüğü idam cezasını, en azından ömür boyu hapse dönüştürebilmek umuduyla, Mobley’in ailesinde, büyükdede ve ninelerinden başlamak üzere çok sayıda kişinin şiddete başvurduğunu ileri sürdü ve genetik açıdan incelenmesini istedi. Bu talebini, mahkemeye sunduğu bir makale ile destekledi.

1993’te Science dergisinde yayınlanan Hollandalı Brunner ve arkadaşlarının araştırmasında, monoaminoksidaz A (MAOA) enzimini kodlayan gen bölgesindeki bir değişikliğin, şiddet davranışına ve suça yol açtığı ileri sürülüyordu. Mahkeme, 16 yaşından bu yana çok sayıda davranış kusuru gösteren, sahtecilik, kredi kartı hırsızlığı gibi suçlara karışmış Mobley’in MAOA geninin incelenmesine izin vermedi. Mobley, 2 Mart 2005 günü, bonfile, patates tava ve dondurmasını yedikten sonra idam edildi. Genetikçiler ve bazı barolar, MAOA analizine izin vermeyen mahkemeyi hálá eleştiriyorlar.

Bundan 15 yıl kadar önce, "alkolizme yatkınlığı" genetik analizle kanıtlanan bir suçlunun denetimli serbestliğine, hatta oğlunu öldüren Huntington’lu (kalıtımsal ve ölümcül bir beyin hastalığı) bir annenin beraatine karar verilmiş olsa da, Amerikan mahkemeleri, bu tehlikeli alandan uzak durmayı yeğliyor. Avrupalı yargıçlar da, bir yandan henüz suç ile genetik arasında kesin bir ilişki kurulmamış olmasını, diğer yandan Nazilerin genetiğe dayalı "ayıklama" yöntemlerini anımsatmasını ileri sürerek, bu tip incelemelerin duruşma salonlarına girmesine izin vermiyor.
Yazının Devamını Oku

Terör kokusu

3 Haziran 2007
Başlıkta yanlış yok. Terör korkusu değil. Kokusu. Nedenini az sonra açıklayacağım. Ama önce, nisan ortalarında birlikte olduğum, efsaneleşmiş bir olay yeri inceleme ekibinden söz edeceğim. Hindistan’ın 70 milyon nüfuslu Andra Pradeş eyaletinin Begumpet Havaalanı’nda beni karşılayan irtibat görevlisini görünce "İşte" dedim, "Annemin hayallerindeki Hint Prensi, bu arkadaşa benziyordu herhalde." Sonraki günlerde tanıştığım polislerin birçoğu, müfettiş Mohan Raja kadar yakışıklıydı.

Hindistan’ın Haydarabad kentini ziyaretimin nedeni, keşke Türk gelinleri buraya çeken unsurları ve ünlü, 17 baharatlı, kuzu etli Biryani pilavının nasıl pişirildiğini araştırmak olsaydı. Ne yazık ki, 20 kadar çocuğun öldürüldüğü Delhi yakınlarındaki bir evin bahçesinden, Hindistan’ın merkez soruşturma bürosu CBI adına delil toplayan ve bunları inceleyenlerle görüşlerimi paylaşmam istendiğinden buradaydım.

Ziyaretim bunlarla sınırlı kalmayacak, eyaletin Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, benim için hazırladığı, neredeyse gün ağarırken başlayan ve akşamın ileri saatlerine dek süren programı sırasında, başta terör suçlarının önlenmesi ve aydınlatılması olmak üzere, polisin yürüttüğü çalışmalarla ilgili bilgi edinecek, sayısız profesyonelle tanışacaktım.

"Clues" (İpuçları), Haydarabad polis teşkilatının adli bilimler laboratuvarına bağlı olay yeri inceleme birimi. Burada görevli, üç adet yüksek lisans diplomalı Taruvu Suresh’in (kimya, psikoloji ve eğitim bilimleri) kartvizitinde, "Deliller yalan söylemez. İnsanlar söyler" yazılı. Suresh ve arkadaşlarıyla, milletvekili Madhavi’nin öldürülmesi, başbakan Naidu’ya yönelik bombalı suikast girişimi gibi, delil toplanmasını merak ettiğim birkaç olayı gözden geçirdik.

Bu arada, geçen temmuz ayında, komşu eyaletin başkenti Mumbai’da (eski Bombay), 209 kişiyi öldüren, 700’den fazlasını yaralayan patlamaları nasıl aydınlattıklarını, video ve fotoğraflarla anlattılar. 11 dakika içerisinde yedi ayrı treni cehenneme çeviren saldırıların üzerinden üç gün geçtikten sonra çağırıldıkları görev sırasında, vagonlardan toplanmış binlerce kalıntı arasından bomba düzeneklerine ait metal, kablo, detonatör parçalarını nasıl ayıkladıklarını, RDX’i ve bir diğer kimyasalı nasıl saptadıklarını, bombaların yerleştirildiği siyah keten sırt çantalarının kumaş parçalarını nerelerde bulduklarını ve en önemlisi ele geçen bu malzemelerden faillere nasıl ulaşıldığını açıkladılar.

Ardından, İçişleri ve Biyoteknoloji bakanlıklarına bağlı bütün kriminal laboratuvarları ziyaret etme fırsatım oldu. Bir kere daha gördüm ki, tıpkı 2003 İstanbul, birkaç hafta önceki Ankara-Ulus, 2004 Madrid, 2005 Delhi ve Londra saldırılarındaki gibi, terör eylemlerinin ardındaki örgütlerin açığa çıkartılması, öncelikle iyi bir olay yeri incelemesine bağlı. Ekiplere liderlik edeceklerin çok yönlü eğitiminin ve kriminal laboratuvarla sıkı işbirliğinin vazgeçilmezliğini ise, hatırlatmaya bile gerek yok.

FÜNYE İNSANLAR

Size, "NCN, ANFO, HMX, PETN ile un, şeker, kömür, kibrit arasında bir benzerlik var mı? diye sorsam, büyük bir olasılıkla pek çoğunuz "yoktur" der. Halbuki hepsi patlayıcı yapımında kullanılır ve biraz yaratıcı düşünebilen her kimyacı, kolayca satın alınabilen üç beş maddeyle istediği yeri havaya uçurabilir.

Son 30 yılda terör eylemlerinde kullanılan sanayi ya da ev yapımı bombaların önce saatli olanlara dönüştüğünü gördük. Zamanından önce ya da sonra gerçekleşen patlamalar, beklenen zararı vermediğinde, bunların yerini, uzaktan kumandalılar aldı. Postmodern terörizmin silahı ise, fünyesi insan olanlar, yani canlı bombalar.

1968’den bu yana Ankara’dan Amman’a, Bali’den Bombay’a, dünyanın her kıtasındaki, 900 kadar irili ufaklı terör örgütünce gerçekleştirilen 34 bin saldırıyı kapsayan uluslararası bir veri tabanı, olayların 30’da birinde canlı bomba kullanıldığını gösteriyor. Bu tip eylemlerde ölen ve yaralananların sayısı ise, toplam kaybın üçte birini oluşturuyor.

Son yıllarda canlı bomba ile gerçekleştirilen saldırıların sayısında gözlenen artışın basit birkaç nedeni var. Bombayı patlatan kişi, saldırıdan canlı kurtulamayacağından, ne bir kaçma planına gereksinim var, ne de yakalandığı takdirde, konuşup bilgi vermesi mümkün. Belki de en önemlisi, saldırıyı gerçekleştirmek üzere yapılacak masrafa oranla, verilecek zararın yüksekliği. Bütün bunlara, bir de medyanın göstereceği ilgi yüzünden ulaşılacak psikolojik zarar eklenirse, bu tip saldırıların neden arttığı anlaşılmış olur.

Olayların ardından ulaşılan bilgiler ve bu bilgilerin diğer ülkelerle paylaşılması sayesinde, binlerce masumun canına mal olan bu saldırıların en az birkaç katı, eyleme dönüşmeden engelleniyor, saldırıları planlayanlar yakalanıyor. Sonuçta, terörist grupların vermeye çalıştığı zarar, bir bumerang gibi kendilerine dönüyor. İşte bu yüzden, saldırılarda kullanılan konvansiyonel silahların yerini, yakın gelecekte kimyasal, biyolojik, radyoaktif ya da nükleer olanların alacağı öngörülüyor. Bir yandan, bu olanakların teröristlerin eline geçmemesi için uğraşılırken, diğer yandan bu tip saldırıları çok önceden haber verecek sistemler yerleştiriliyor.

İhmal edilmeyen bir diğer alan, olası bir terör eyleminde yer alacak potansiyel suçluları önceden saptamak. Polisin bu amaçla başvurduğu çözümler, kimi zaman ciddi eleştirilerle karşılaşıyor. Geçen haftalarda Almanya’da yaşananlar, bunun küçük bir örneği.

Almanya ayakta

Bildiğiniz gibi dünya ekonomisinin yaklaşık yüzde 65’ini temsil eden Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada, Rusya ve ABD, G8 ülkeleri adıyla anılıyor. Bu ülkelerin hükümet başkanlarının katılacağı zirveler, genellikle küreselleşme karşıtlarının büyük protestolarına ve güvenlik güçleriyle karşı karşıya gelmelerine sahne olur. Örneğin 200 bin göstericinin katıldığı 2001 Cenova zirvesi sırasında çıkan karışıklıklarda, 23 yaşındaki Carlo Giuliani’nin bir "carabinieri" (İtalyan jandarması) kurşunu ile ölmesi hálá hatırlardadır.

Benzer protestolar, sadece G8’lerin birlikteliğinde değil, gelişmiş ülkelerin üst düzey yetkililerinin katıldığı her türlü toplantıda görülüyor. Şu sıralar, Alman polisinin işi başından aşkın. Bir yandan 28-29 Mayıs günlerinde Hamburg’da toplanan, Asya ve Avrupa’nın 43 Dışişleri Bakanı’nın toplantısını protesto eden binlerce kişiyle uğraşıyor, diğer yandan 6-8 Haziran 2007 tarihlerinde, Baltık Denizi kıyısındaki Heiligendamm’da bir araya gelecek G8 zirvesinde, kimsenin burnu kanamasın diye ciddi güvenlik önlemleri alıyor. Bunlar arasından biri var ki, dikkate değer.

MÜZELİK UYGULAMA SÜRÜYOR

Berlin’in Magdalenen Caddesi’nde bir müze var. Doğu Alman Gizli Servisi ile ilgili birçok bilgi ve belgenin yer aldığı Stasi Müzesi’nde, hermetik kapaklı (hava geçirmeyen) 20-25 santim yüksekliğinde cam kavanozlar sergileniyor. Aynı kavanozları, Leipzig’deki "Runden Ecke" Müzesi’nde de görmek mümkün. Herbirinin içinde, dörde katlanmış sarı toz bezine benzer yumuşak kumaş parçaları bulunuyor. Kavanozların üzerindeki etikette, "Geruchsprobe", yani "koku örneği"nin kime ait olduğu, ne zaman, nerede alındığı gibi bilgiler kayıtlı.

Doğu Alman polisinin, kimi zaman gizlice (örneğin şüphelendikleri kişilerin evlerinden iç çamaşırı çalarak ya da ifadesi alınanın oturduğu iskemleye bez sererek), kimi zaman açıkça (örneğin bezin, koltukaltına ya da bacakarasına sürülmesini emrederek) ele geçirdiği insan kokuları bunlar. Sayıları, yüz binlerle ifade ediliyor. Olay yerlerinden ya da suç aleti üzerinden alınan kokularla karşılaştırmak üzere toplanmışlar. Yarım asır geride kalan bu karşılaştırmayı, o tarihte köpekler yapıyor, aradıklarını bulduklarında havlıyorlar veya kuyruk sallıyorlardı. Halen birçok ülkede, kaçanların izlenmesi, kayıpların bulunması amacıyla, olağanüstü ayırıcı güce sahip bu burunlar kullanılıyor. Ancak günümüzde de, tıpkı Doğu Alman polisinin yaptığı gibi, şüphelilerden koku örneği toplandığını yeni öğrendik.

KOKU İLE TERÖRİST AVI

Geçen haftalarda, Hamburg ve Berlin’deki 20’ye yakın ev ve otomobile molotof kokteylleri atıldı. Araçlardan biri, Bild Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Kai Diekmann’a aitti. Hemen ardından, eylemlerin, yaklaşan G8 toplantısını protesto amaçlı olduğunu bildirir, imzasız tehdit mektupları ele geçti. Polisin, Hamburg’un St. Pauli bölgesinde oturan 68 yaşındaki, sol görüşlü, yıllardır nükleer silah karşıtı eylemlere katıldığı bilinen bir kişiyi ziyaret etmesi ve birkaç metal çubuğu iki dakika süreyle elinde tutmasını istemesi üzerine açığa çıkan uygulama, ortalığı ayağa kaldırdı. Tehdit mektuplarını yazanların kimliğini belirlemek amacıyla, zarf ve kağıtların üzerinden koku toplandığı ve bunları karşılaştıracak örnekleri elde etmek üzere, ev ziyaretlerinde bulunulduğu ortaya çıktı. Hatta polisin, merkez postanelerdeki henüz sahiplerine ulaştırılmamış mektupların kokularını araştırdığı ve kuşkulandıklarını açıp, okumuş bile olabileceği ileri sürüldü.

Şüphelilerden örnek alma işlemi, bir Doğu Alman gizli servis elemanının yaşamını konu eden ve Türkiye’de gösterilmiş 2006 yapımı, bol ödüllü Alman filmi "Das Leben der Anderen"de (Başkalarının Yaşamı) gösterildiği biçimde gizlice değil, mahkeme kararı ve rıza formu imzalatılarak yürütülse de, özel yaşamın gizliliğini savunan pek çok Alman’ın eleştirisiyle karşılaştı. Polisi, koku elde etmek için genç kızları öldüren, Patrick Süskind’in Koku adlı romanındaki seri katile bile benzetenler oldu.

Bu kişilere sormak gerek, terörle mücadele amacıyla, uzaktan bilgisayarlara girildiği, ziyaret edilen internet sayfalarının, e-postaların, indirilen belge ve fotoğrafların araştırıldığı, kişilerin biyometrik özelliklerinin yüklendiği akıllı kameraların, onlarca kişi arasından zanlıyı tanıyıp izleyebildiği bir dünyada, özel yaşamın gizliliği mi kaldı? Bunların yanında, koku delilleri öylesine masum ki. Şükretsinler, Alman yasaları, polisin koku örneği almasını yasaklayan bir madde içermese de, henüz mahkemeleri, kokuları eşleştiren köpek havlamasını yeterli delil olarak kabul etmiyor.

Özel hayatın kırıntısı bile kalmayacak

Köpeklerin kokuları ayırt etme becerisini, bir gerece yaptırabilme çabaları sona yaklaşıyor.

Amerikan Savunma Bakanlığı’nın İleri Araştırma Projeleri Kurumu DARPA’nın 4.5 yıllık projesi, bu sonbahar tamamlanacak. Bazı başka Amerikalı grupların, Alman, İsrail, İngiliz ve Çinli araştırmacıların da bu hedefe yönelik çalıştığını biliyoruz.

Kimi duyarlı okuyucularımın, bana gene mesaj gönderip "Bunları anlatma, suçlulara yol gösteriyorsun" demesini göze alarak yazıyorum.

Pek yakın bir gelecekte, bir suç işlerken üzerimizde bulunan giysileri değil yıkamak ya da kuru temizleyiciye göndermek, yakmak bile işe yaramayacak. DNA bırakmamak için aksırıp öksürmemek, maskeli, eldivenli, takkeli, galoşlu olmak bile fayda getirmeyecek.

KOKULAR 50 YIL KALIYOR

İnsan kokusunun, DNA kadar bize özgü olduğu ve hiçbir sabun, parfüm ya da beslenme biçimiyle değiştirilemeyeceği ve kokunun, hava geçirmez cam kavanoz gibi çok basit bir düzenekte bile, en az 50 yıl korunduğu kanıtlanmıştır. Kokuları ayırt eden bir gerecin belleğine bizimkinin özellikleri yüklendiğinde, şehrin nerelerinden geçtiğimiz, hangi havaalanında bulunduğumuz belirlenebilecek.

Koku peşindeki polislerini eleştiren Alman dostlarımıza sevgilerimi gönderiyorum. Yarın, özel hayatın kırıntısı bile kalmayacak, büyük bir olasılıkla haksız yere tutuklananların sayısı artacak, ancak geniş kitleler için, bugünden daha güvenli olacak.
Yazının Devamını Oku

Çenesi düşük bir vampir

27 Mayıs 2007
Soğuk bir kasım gecesiydi. İki köprüyle ana karaya bağlı küçük adanın üzerini bir sis tabakası kaplamıştı. Bakımsız bahçelerin ortasındaki boyası dökük tek katlı evlerden sızan sarı ışık dışında, etrafı aydınlatan pek bir şey yoktu. Bir adam bir bahçeye girdi, arkaya doğru yürüdü, bir taş aldı, bir cam kırdı. Adamın ayak seslerini duyan olmadı. Camın şangırtısını da. Televizyonun sesi sonuna dek açıktı.

Olayın geçtiği yerin adı, kısaca Llanfair. "Kısaca" diyorum, çünkü aslı Llanfairpwllgwyn-gyllgogerychwyrndrob-wllllantysiliogogogoch. Galler Prensliği’nin Anglesey Adası’ndaki, 3 bin kişilik bu küçük kasabayı, adli bilimciler iyi tanır. Dünyanın en uzun adına sahip yerlerinden biri olduğu için değil, en soğukkanlı polisin bile tüylerini diken diken edebilecek bir olay yerinden toplanan deliller yüzünden.

"Şu gördüğünüz lise öğrencisi, o gece evde yalnızdı" diye başladı Yargıç Richards. "Eldivenlerini, lastik ayakkabılarını giydi, mutfaktan bir bıçak alıp paltosunun cebine koydu ve 200 metre kadar ötedeki, her sabah gazete bıraktığı, 90 yaşındaki dul bayan Mabel Leyshon’un evine gitti," diye sürdürdü.

Duruşma boyunca gösterilen iç kapayıcı fotoğraflardan ve polis video kayıtlarından, zaten bir hayli etkilenmiş sekiz erkek ve beş kadın, deneyimli yargıcın son konuşmasını dinlerken adeta taş kesmişti.

"Yaşlı kadın, sokak kapısına sırtı dönük şekilde oturmuş, sesini sonuna dek açtığı televizyonun karşısına geçmişti, diye anlattı yargıç, görmüşçesine. "Camın kırıldığını duyamadı, komşusunun oğlunun kendisine doğru yürüdüğünü göremedi. 22 kez bıçaklanarak can vereceğini düşünemezdi. Her iki yanına mumlar dikileceği, şöminedeki odunları düzeltmekte kullandığı iki demir çubuğun çapraz biçimde ayak ucuna konacağını da öngöremezdi elbette" dedi ve en vurucu cümlesini sona sakladı. "Zavallı Mabel, ölümsüzlüğe erişmek isteyen bir vampirin kalbini sökeceğini, gazeteye sarıp bir tencereye koyacağını, yarıya kadar kanıyla doldurduğu tencereyi bir gümüş tepsiye yerleştirileceğini, hayal bile edemezdi. Şimdi karar sizin, 24 Kasım 2001 gecesi, sevgili Mabel’i hunharca katleden vampir, Mathew Hardman mı, değil mi?"

Jüri, bir yandan sessizce ağlayan, bir yandan "Anneciğim ben öldürmedim. Ben vampir değilim" diye fısıldayan, kasabanın 17 yaşındaki, temiz yüzlü, uysal, çalışkan ve disleksili gencini suçlu buldu (Disleksi, zeka düzeyi ile ilgisi olmayan bir öğrenme bozukluğudur). 2 Ağustos 2002 günü ömür boyu hapisle cezalandırılan, üst mahkemelere yaptığı başvurular reddedilen Mathew Hardman, suçlamaları hiçbir zaman kabullenmedi.

GÜMÜŞ TEPSİDEKİ KALP

25 Kasım 2001 günü saat 12.40’ta, bakıma muhtaç yaşlılara yemek dağıtan bir gönüllü, bayan Mabel’in evindeki kırık camı fark ederek polisi aradı. Olay yeri incelemesi ertesi gün geç vakitlere dek sürdü. Ön kapı kilitliydi. Anlaşılan katil, arka bahçeye bakan pencere camlarından birini kırarak girdiği evden, aynı yolu kullanarak çıkmıştı. Eşyaların yeri değiştirilmemiş, etraf dağıtılmamıştı. Zavallı kadının mücevherine ve parasına dokunulmamıştı. Ölünün iki yanındaki mumlar çoktan tükenmişti.

Oturma odasındaki kan gölüne rağmen, ne içerde ne de dışarıda ayakkabı izi bulunabilmiş, cam kırıkları ve pencere pervazından parmak izi elde edilememiş, saldırıda kullanılan kesici cisme rastlanmamıştı. O gece olanları gören de, duyan da yoktu.

Soruşturmayı yürüten dedektif John Clayton’un, gümüş tepsideki malum tencere dışında başkaca delil toplayamayan ada polisiyle bir yere varamayacağını anlaması pek uzun sürmedi. Londra’dan uzman talep etmeye karar verdi.

Her kafadan bir ses çıkıyor

Llanfair’e ilk gelen, Hampshire Ulusal Polis Koleji’nden bir psikolog oldu. Saldırganın 40-50 yaşlarında, büyük bir olasılıkla bu kasabada ve tek başına oturan, evvelce psikiyatrik tedavi görmüş bir erkek olduğunda karar kıldı. Katil bulunduğunda (ve bu özelliklerin biri ya da birkaçını taşıyanların boşuna rahatsız edildiği bir yana, polisin ne kadar vakit kaybettiği anlaşıldığında), psikoloğun sadece bir tek özelliği tutturabildiği ortaya çıktı. Erkek olması dışında, diğerlerinin hepsi yanlıştı.

Polisin dikkate aldığı başka görüşler de vardı. Örneğin patolog Dr. David Powell, uygun gereçler ve yeterli deneyim olmadığında, bir insanın kalbinin çıkartılmasının çok zor olacağını, ayrıca çok uzun süreceğini ve üstüne başına kan sıçrayacağını belirtince, bölgede ne kadar doktor, kasap ve mezbaha çalışanı varsa hepsi sorguya çekildi. Her yerde kanlı giysiler arandı. Hiçbir sonuca varılamadı.

Adli psikolog Gerard Bailes, saldırganın bir seri katil olduğundan neredeyse emindi. İzleyen haftalarda, işlenen yaşlı erkek ve kadın cinayetlerinin soruşturulmasında, hep bu olasılık göz önünde tutuldu. Hiçbir bağlantı bulunamadı.

Sadece ada halkı değil, birkaç yüz kilometre uzaklıkta oturanlar bile eve kapanmıştı. 2001’in Noel gecesi kiliseleri dolduranların dualarında polisler vardı. Vampir bir can daha almadan yakalayabilsinler diye.

CAM KIRIĞI VE KAN LEKESİ

Ada sakinleri, cinayetten dört gün sonra, Adli Bilim Hizmetleri’nden gelen astronot kılıklı uzmanları görünce pek hayret ettiler. Tepeden tırnağa beyaz giysiler içindeki, kadın mı, erkek mi olduğu anlaşılmayan bu insanlar, günlerce bir şeyler yazıp, çizip fotoğraf ve film çektikten sonra, evin arka pencereden sokağa kadar olan kısımdaki bahçe taşlarını, cam kırıklarını ve mum artıklarını dahi ayrı ayrı poşetlediler. Ekibi yöneten uzman Ian Williams, failin eve girip çıkmakta kullandığı pencerenin pervazı üzerindeki (ada polisinin "Nasılsa mağdura aittir" deyip ilgilenmediği) küçük kan lekesini, büyük bir dikkatle kazıdı. Kendilerinden önce delil toplamış ekipten gümüş tepsiyi, içindekilerle birlikte teslim aldılar ve 12 gün sonra, geldikleri gibi beyaz minibüslerine binip gittiler. Lise öğrencisinin hayatını karartacak delillerden biri, bir cam parçasının üzerinde, diğeri pervazdaki kan lekesinde saklıydı.

Aralık ortalarına doğru, bayan Mabel cinayetini soruşturan ekibin başına, dedektif Alan Jones getirildi. Alan Jones, o güne kadar yapılanların hepsini bir kenara bıraktı. Londra’daki laboratuvardan gelecek sonuçları beklemeye ve konuyu BBC televizyonuyla görüşmeye karar verdi.

AYAKKABININ MARKASI DNA’NIN BİR KISMI

Adli Bilim Hizmetleri’nden gelen sonuçlar pek umut verici olmasa da, hiç yoktan iyiydi. Bahçedeki cam kırıkları üzerinden elde edilen kısmi ayakkabı izleri, Levi marka bir spor ayakkabısına aitti. Şüphelinin ayakkabısı bulunursa, karşılaştırma yapmaya yetecek imalat düzensizlikleri ve aşınmalar içeriyordu. Pencere pervazındaki kan, öldürülen kadına aitti. Ancak bir erkeğin DNA’sıyla bulaşıktı. Katil, dışarıya atlarken dengesini kaybetmiş, kanlanmış lastik eldivenli eliyle pervaza dokunmuş olmalıydı. Ancak daha önce, eldivenli eliyle kendi yüzüne ya da vücuduna dokunduğu kesindi. Bu izden, katilin kısmi bir DNA profili elde edilebilmişti. Ülke genelini kapsayan DNA bankasında bu özellikleri tutan hiçbir kayıt yoktu. Eğer bir şüpheli ele geçerse, ondan alınacak tükürük örneğiyle karşılaştırılabilirdi.

Gazete kağıdına sarılı kalbin konduğu, yarıya dek kan dolu tencerenin kenarında bir dudak izi bulunmuştu. Bu izin DNA profiliyle mumların ve ayak ucuna çapraz biçimde yerleştirilmiş demirlerin üzerindeki parmak izleri ölen kadına aitti. Şimdi sıra, dedektif Alan Jones’un birisinden şüphelenmesine kalmıştı. Çaresiz kalırsa, kasabanın tüm erkeklerinden DNA örneği aldırmaya niyetliydi. Eli bıçak tutabilecek yaştakilerin sayısı, bini aşmazdı. Savcı Roger Thomas’la görüşmeden önce, BBC’deki programı beklemeye karar verdi.

BİR ALMAN KIZIN ANLATTIKLARI

Dedektif Alan Jones’un umut bağladığı program, 1984’ten bu yana, BBC televizyonunda yayınlanan "Crimewatch" adlı programdı. Olay yerinde çekilmiş ve mağdura benzeyen kişinin rol aldığı çözülememiş cinayetler canlandırılıyor, soruşturmayı yürüten polislerle röportajlar yayınlanıyor ve bilgi sahibi seyircilerin belli bir numaraya telefon etmesi isteniyordu.

Llanfair’deki yaşlı kadının öldürülmesiyle ilgili bölümün gösterilmesi üzerine, dedektifi 200’den fazla kişi aradı. Dedektif, aralarından sadece birini önemsedi. Liseler arası değişim programı çerçevesinde Llanfair Lisesi’ne gelen 16 yaşında bir Alman kız, Mathew Hardman adlı birini tanıdığından söz etmişti. Cinayetten iki ay kadar önce Mathew, diğer yabancı öğrencilerle birlikte kaldığı eve gelmişti. Bir süre ruhlar ve vampirler üzerine sohbet etmişlerdi. Genç adam kızı aniden yatağa itmiş, boynunu ağzına bastırmış "Biliyorum sen bir vampirsin. Ne olur beni ısır, ben de vampir olayım!" diye yalvarmıştı.

Dedektif Alan Jones, göreve getirildiğinin üçüncü haftasında, cinayetin işlendiği yerin 200 metre kadar ötesindeki, Hardman’ların evinin zilini çaldı. Üç güne varmadan da evin oğlunu tutukladı.

BİR DERGİ VE İKİ TABLO

Mathew Hardman’ın suçlanmasında kullanılan delillerden biri, odasında ele geçen "Bizarre" adlı dergilerdi. Birinde, ölü kalbinin nasıl çıkartılacağını anlatan bir röportaj vardı. İnternette ziyaret ettiği sitelerden bazıları vampirlerle, bazıları 50 yıl önce ölen Meksikalı ünlü sürrealist ressam Frida Kahlo ile ilgiliydi. Hele ressamın iki tablosu vardı ki, savcıya göre zanlının vampirliğinin apaçık kanıtıydı. Birinde, yan yana oturmuş, el ele tutuşmuş, şık giyimli iki kadın resmedilmişti. Kadınların kalbi ve damarları gözüküyordu. Diğerinde, yatağa uzanmış çırılçıplak bir kadının başucunda, elinde bıçakla bir erkek durmaktaydı. Adamın beyaz gömleğine kan sıçramıştı, kadının her yanı, çarşaflar, hep kan içindeydi.

Başka deliller de vardı elbette. Bir kere, spor ayakkabısının markası Levi’ydi ve tabanı, bahçede bulunan kırık cam parçası üzerindeki izlere uyuyordu. Tükürük örneğinin DNA profili, pervazdaki kısmi profille eşleşmişti. Paltosunun cebinden çıkan bıçakta ise, hem kendisinin, hem de ölen kadının DNA’sı bulundu. Uyumlu, sakin, çalışkan ve öğretmenleriyle arkadaşlarının örnek öğrenci diye tanımladığı 17 yaşındaki Mathew Hardman, Alman kızla vampir muhabbetine girmeseydi eğer, belki de hiçbir zaman yakalanmayacaktı. Ama daha da önemlisi, avukatı Michael Strain, DNA analizlerinde uzman birine danışsaydı, genç adamı mahkum etmeleri mümkün olamazdı.
Yazının Devamını Oku

Ne kadar parao kadar çocuk

20 Mayıs 2007
Meyve salatası gibi bir durumdayız. Viyana’da, bir Meksika lokantasındaki yuvarlak masanın etrafında bir Ganalı, bir Nijeryalı, bir İngiliz ve bir Türk oturmuş, hayretle bir Çinliyi dinliyoruz. Benim dışımdakiler erkek ama, konu kadınlar ve çocuklar. Çinlinin 12 yaşında bir kızı var. "İkinci bir çocuğumuz olamaz" diyor Li Yun, "Eğer olursa, üniversitedeki görevime son verirler. Devlet memurlarına ikinci çocuk yasak. Aslında, büyük kentlerde oturan herkese ikinci çocuk yasak ama zenginlerle ünlülerin durumu farklı." "Nasıl yani, başkalarının çocuklarını evlat mı ediniyorlar?" diye soruyoruz. "Yok canım", diye gülüyor Li Yun, "50 bin ila 600 bin yuan ödeyip, kendi çocuklarını satın alıyorlar". Hesaplıyorum, 50 bin yuan, 8 bin YTL ediyor. "Bu paraya ne yapılır?" diye soruyoruz. "Birçok kasabada ev alınır" diyor.

Çin’in nüfusu 1.3 milyar. Yani, yeryüzündeki her beş kişiden biri Çinli. 1970’li yıllarda bir hesap yapmışlar, aynı hızla çoğalmayı sürdürürlerse, 40-50 yıla varmadan, açlıktan kırılacaklarına karar vermişler. Nüfus artış hızını yavaşlatmak üzere bazı önlemler almışlar, başarılı da olmuşlar. Hatta artışı 2025’te durdurmayı, daha sonra düşüşe geçmeyi bile umuyorlar.

Dostumuz Li Yun, bu gidişin ülke ekonomisine zarar vereceğinden emin. "Zaten uzun ömürlü bir milletiz. Yaşı 80’in üzerinde 15 milyon kişi var. 10 yıla varmaz, beş kişiden biri, 60’ını geçecek. Çin, bir ihtiyarlar ülkesi olmaya doğru hızla gidiyor. Onlara kim bakacak, kim çalışacak?" diyor. Benzer kaygıları paylaşan çok kişi olsa da, Çin, doğum kontrolünde ısrarcı. Bu amaçla izlenen politikaların başında, erken evlilikleri caydırmak geliyor. Nitekim erkeklerin 22, kızların 20 yaşından önce evlenmesi yasak.

İkinci önlem, çocuk sayısını kısıtlamak. 1979’dan bu yana, büyük kentlerdeki çiftlerin sadece tek çocuk yapmasına izin var. Zaman içinde yasa biraz gevşemiş. Örneğin, evlenenlerin her ikisinin de kardeşi yoksa, ikinci bir çocukları olmasına izin veriliyor. Ya da çiftlerden biri etnik bir azınlığa mensupsa, yine ikinci çocukları olabiliyor. İzin verilenden fazla çocuğu olanlar, yaşadıkları bölge ve gelir durumlarına göre değişen para cezaları ödüyor.

Kırsal kesimdeki yasalar biraz daha farklı. Aslında, tek çocuk politikası orada da geçerli. Ama, ilk doğan kız ise ya da kalıtımsal olmayan bir sakatlığı varsa, ikinci bir çocuğa izin veriliyor. Ayrıca, nüfus yoğunluğunun çok düşük kaldığı bölgelerde yaşayan ailelere ve Uygurlar ya da Tibetliler gibi etnik azınlıklara, ikinci çocuk hakkı veriliyor. Kentte olsun, köyde olsun art arda çocuk sahibi olmak da mümkün değil. İkisi arasında 4-5 yıl beklemek gerekiyor. Kağıt üzerinde her şey iyi, hoş da, bakın uygulamada neler olmuş ve neler oluyor.

YILDA 13 MİLYON KÜRTAJ

Çin’de kürtaj serbest. Üstelik gebeliğin her aşamasında mümkün. Resmi bildirimlere göre, her yıl 13-48 yaş aralığındaki 100 kadından üçü kürtaj oluyor. 2007’de gebeliği sonlandırılanların sayısı 13 milyon. Üçte biri bekar, çoğu birkaç kez kürtaj olmuş, yüzde 7 kadarı 18 yaşının altında. 8846 kadınla ilgili bir araştırma, yüzde 36’sının altı ay içerisinde iki kez, yüzde 18’inin üç kez çocuk aldırdığını gösteriyor.

Kadınların sağlığı açısından çok büyük risk taşıyan bu durumun birkaç nedeni var. En başta geleni, elbette çocuk yapma yasağı, ikincisi, cinselliğin serbestçe yaşanmasını olağan karşılayan bir toplumda, yasal evlilik yaşının yüksekliği. Belki de bunlardan daha önemlisi, gebelikten korunma yöntemlerinin öğretilememesi. Evli olmayanlar arasında yapılan bir araştırma, yüzde 80’inin hiçbir şekilde korunmadığını gösteriyor. Bunların üçte biri, korunmanın ne olduğunu bile bilmiyor.

Suzu Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Professor Huo Jinzhi’nin bir araştırmasına göre, ortaokul öğrencilerinin yüzde 4.6’sının cinsel deneyimi bulunuyor. Çin Evlilik ve Aile Araştırmaları Enstitüsü, lise son sınıftaki kızlarda bu oranın, yüzde 13’e ulaştığını bildiriyor. Aileler, gebeliğin nasıl önleneceğini konuşmaktan utanıyor. Cinsellik ve üreme eğitimi, 2004’te müfredata eklense de yeterli olmuyor. Gençler, gazete ve dergilerden, radyo ve televizyondan ve elbette internetten, yarım yamalak bir şeyler öğrenmeye çalışıyor.

Zorla kürtaj ve kısırlaştırma

Başkent Pekin’in 650 kilometre güneydoğusundaki Linyi’de oturanlar, başlarından geçenleri 2005 Ağustos’unda Çen Guangçen’e anlattı. Çen avukat değildi ama bir avukat kadar hukuk bilgisine sahipti. Çen, bir köylüydü, ayrıca görme engelliydi, ama bu eksiklikleri, Linyi’de yaşananları dile getirmesini ve Çin Komünist Partisi’nin, nüfus artışını durdurabilmek amacıyla 30 yıldır uyguladığı sıkı aile planlaması politikasını tehdit etmesini engelleyemedi.

Köylülerin anlattığına göre, 2005 yılı mart ayından bu yana, yerel yetkililer, kalabalık gruplar halinde iki çocuklu ailelerin evlerine gelmiş, eşlerden birinin kısırlaştırılacağını bildirmişti. Üçüncü çocuğunu bekleyen ve aralarında 7-8 aylık hamileler bulunan kadınlar kürtaja zorlanmış, kaçmaya çalışanların akrabaları hapsedilmiş, kaçan geri gelinceye dek, bu kişiler karakolda tutulmuş, aç bırakılmış, hatta dövülmüştü.

Çen, ev ev dolaştı. Haftalar boyunca kendisine anlatılanları teybe aldı ve köylülerin, bölge savcılığına suç duyurusunda bulunmasını sağladı. Ona göre, bu uygulamalar, insan haklarına ve 2002 yılında çıkartılan bir yasaya aykırıydı.

Yasa, açıkça dile getirilmemiş olmakla birlikte, uygulandığı bilinen zorunlu kürtaj ve kısırlaştırılmalara son vermek amacıyla çıkartılmıştı. Yasa, bunları yasaklıyor, tek çocuklulara para yardımı yapılmasını, çok çocuklulara para cezası verilmesini öngörüyordu. Ancak, partinin koyduğu nüfus artış oranını tutturamayan yerel yöneticilerin görevden alındığı da bir gerçekti. Bu nedenle, yasağa rağmen yer yer, zorla kürtaj ve kısırlaştırmanın sürdüğüne ilişkin söylentiler vardı.

Linyi olayı, bunun gerçek olduğunu ortaya çıkarttı. Ulusal Nüfus ve Aile Planlaması Komisyonu halen iddiaları soruşturuyor, yerel yönetimden birçok kişi tutuklu. 10 milyon kişinin yaşadığı Linyi ve çevresinde, 130 bin dolayında kadın ve erkeğin mağdur olduğu ileri sürülüyor.

Çen Guangçen’e gelince. O, sadece köylülerin şikayetçi olmasını sağlamakla yetinmedi, Time dergisinin bir muhabiriyle de konuştu. Söyledikleri, birkaç saat içinde internette dolaşmaya başladı. 2005 Eylül’ü ile 2006 Mart’ı arasında mala zarar vermek ve yanına topladığı vatandaşlarla birlikte trafiği engellemek gerekçesiyle ev hapsinde tutuldu, daha sonra aynı nedenle tutuklandı. 24 Ağustos 2006’da, bu suçları yüzünden dört yıl üç ay hapis cezasına çarptırıldı. Aynı yıl Time dergisi onu, dünyayı değiştiren 100 kişi arasına yerleştirdi. "Linyi’de olanları biliyor musun" diye sorduk Çinli dostumuza. "Gazeteler yazmadı. Ama hepimiz sohu.com’dan öğrendik" diyor. Sohu.com’un, 150 milyona varan Çinli internet kullanıcısının en çok rağbet ettiği site olduğunu söylüyor.

Bakkaldan çok ultrasoncu

Guiyang, Çin ölçeğine göre küçük bir kent. Ancak kadın hakları açısından önemi çok büyük. Bu şehrin beyaza boyanmış duvarlarında, kocaman kırmızı harflerle "Kız bebekleri öldüren en ağır şekilde cezalandırılacaktır" yazıyor ve Guiyang, 1 Ocak 2007’den başlamak üzere, 14 haftalıktan ileri gebeliklerde ultrason çekilmesini yasaklamış ilk kent olmanın gururunu yaşıyor.

Aslında ulusal yasalar, ultrasonun sadece anne ve bebeğin sağlığının izlenmesi için kullanılmasını öngörüyor ama, dinleyen yok ve böyle giderse 10-15 yıl sonra, Çin’in özellikle kırsal kesimlerinde yaşayan, evlilik çağına gelmiş 40 milyon kadar erkek, yaşamını birleştirecek kadın bulamayacak.

Dünyanın hiçbir ülkesinde, doğan kız ve erkek çocukların sayısı birbirine eşit değildir ve genellikle her 100 kıza karşılık 102-107 arasında erkek çocuk doğar (Örneğin, Türkiye’de 107). Hindistan, Pakistan ve Güney Kore’de bu oran, erkek çocuk lehine bozuluyor. Çin’de ise durum daha kötü. Hele Guiyang’da kaygı verici. İlk çocuklar arasında 100 kıza, 129 erkek, ikincilerde ise, 100 kıza 147 erkek çocuk düşüyor. Ülke genelinde rastlanan bu dengesizliğin nedeni, özellikle kırsal kesimde ailelerin erkek çocukları tercih etmesi.

Çin’in sıkı aile planlamasının, çocuk sayısına getirdiği kısıtlamalar, kız çocuk hamileliklerinin sonlandırılmasına, doğan kız bebeklerin ölüme terk edilmesine yol açıyor. İşin kötü yanı, bebeğin cinsiyetinin saptanması için ultrasondan başka olanağı bulunmayan yörelerde, hamileliğin ileri aşamalarına dek bekleniyor olması.

"Ultrason çeken kliniklerin sayısını bilemem" diyor Çinli dostumuz Li Yun, "Ama bakkalların sayısından fazla oldukları muhakkak."

ÖZEL BABALIK LABORATUVARLARI

Çin, uzunca bir süredir cinayetlerin, ırza geçmelerin aydınlatılmasında DNA analizlerini kullanıyor. Bir DNA bankası var (Dünyanın ilk ve tek insan kokusu bankası Nanjing’de, olay yerinden topladıkları kokuları, zanlıların kokusuyla karşılaştırıyorlar) ve sadece başkentteki Bilim Akademisi’ne bağlı Genetik Enstitüsü, günde 4500 DNA analizi yapabilecek olanağa ve 500 uzmana sahip. Çin, 55 etnik grubunun, bitkilerinin, hayvanlarının genetik özelliklerini biliyor, DNA analizlerine gereken tüm araç, gereç ve ayıracı kendisi üretiyor (Örneğin Türkiye, her türlü aracı gereci dışarıdan alıyor). Ve tabii, her türlü akrabalığın belirlenmesinde de DNA analizlerini kullanıyor.

Evlilik dışı ilişkiler arttıkça, "Bu çocuk senin" diyerek erkeklerin kapısına dayanan kadınların sayısı da artmış. Sadece onlar mı? Eskisine oranla çok daha serbestleşen kadınlar yüzünden, "Bu çocuk benden olmayabilir" diyerek içine kurt düşen kocaların sayısı da artmış. 2002’de devlet, özel DNA laboratuvarlarının açılmasına izin vermiş. Böylelikle sorunlar, mahkemeleri işgal etmeden çözülmeye çalışılıyor. Ayrıca resmi makamlar, evlilik dışı doğan çocuklara nüfus kağıdı vermek için, biyolojik babaların DNA analiziyle kanıtlanmasını istiyor.

Özel DNA laboratuvarları konusunda öncü kent, Hong Kong sınırının hemen yanındaki 12 milyonluk Şenzen. İlk laboratuvar, Şenguang Adli Kimlikleme Enstitüsü. Onu, Guangdong Taitai DNA kliniği ve Şenzen Halk Hastanesi’nin DNA laboratuvarı izlemiş. Kentin her yanında ilanları var. Başvuruların her yıl, bir öncekinin en az iki katı olduğu söyleniyor. Bir babalık testinin ücreti 3 bin 900 yuan (700 YTL). İşe yeni girmiş bir üniversite mezununun maaşı kadar. Müşterilerin dörtte birini Hong Konglu baba adayları oluşturuyor.

"İlk özel babalık laboratuvarları neden başkentte değil de, Şenzen’de açılmış" diye sorduk Çinli dostumuza. "Çok basit" diye yanıtladı. "Hong Kong’daki zengin işadamlarının metresleri orada oturur da ondan."
Yazının Devamını Oku

Sevdim seni bir kere

13 Mayıs 2007
Milyonları ekrana kilitleyen bir televizyon dizisiydi sanki. 20 ay boyunca, kahvelerde, kabul günlerinde "Şimdi ne olacak?" diye sorulmuş, tahminler yürütülmüştü. Başroldeki genç kadın çok sevmiş, sevdiği adamla evlenmeden birlikte olmuş, bir sabah hamile kaldığını öğrenmişti. Buraya kadarı olağandı da, iş, kadının çocuğu doğurmasına ve sevdiği adamı mahkemeye vermesine dayanınca, Mısırlılar ikiye bölündü.

İlk kez, "Baba Eve Dönerken" adlı bir televizyon dizisinin pilot çekimleri sırasında karşı karşıya gelmişlerdi. Erkeğin adı Ahmet El Fişavi’ydi. Annesi ve babası gibi o da ünlü bir oyuncuydu. Henüz 24 yaşındaydı, bekardı, yakışıklıydı ve o sıralar, genç seyircileri hedefleyen, yasalara ve geleneklere uygun bir yaşam biçiminin öne çıkartıldığı bir programın sunucusuydu.

Kadının adı Hind el Hinnavi’ydi. Bir iktisatçıyla bir psikoloji profesörünün kızıydı. 28 yaşındaydı, bekardı, güzeldi ve dizi oyuncularının giysilerinden sorumluydu.

Bir sabah gazeteler, genç kadının fotoğrafını bastı. Ahmet El Fişavi’nin çocuğunu taşıdığından söz ediyordu. Bir sözleşme imzaladıklarını, bir suretini Ahmet’in, diğerini kendisinin aldığını, birlikte yaşamaya başladıklarını, hamile olduğunu öğrendiğinde evlenmek istediğini anlatıyordu. Ahmet, resmi evlilik işlemleri için kendisindeki sözleşme örneğini alıp gitmiş ve bir daha dönmemişti.

Genç oyuncu bu ithamı kesinlikle reddetti. Hind ile sadece bir kere televizyon setinde karşılaştığını, bu nedenle çocuğun kendisinden olmadığını iddia etti. İkisi arasındaki sözlü düello, günlerce tabloid basının sayfalarında, televole örneği programlarda yer aldı.

Bir sabah gazeteler, Hind el Hinnavi’nin, Ahmet’i mahkemeye verdiğini yazdı. Bizler için pek şaşılacak bir yanı olmasa da, Mısır’ın ilk babalık davasıydı bu ve 20 ay boyunca toplumun her kesimini hop oturtup, hop kaldıracaktı.

TANIKSIZ VE GEÇERSİZ EVLİLİKLER

Hind ile Ahmet arasındakiler, Mısırlılara ve Arap dünyasına yabancı değil. Son yıllarda, özellikle gençler arasında, resmi nikah yerine, iki tanıklı, hatta hiç tanıksız sözleşmeleri tercih edenlerin sayısı kaygı verici boyutlara ulaştı. Muhafazakar çevreler bunu, serbestçe cinsel ilişkiye girebilmenin bir yolu olarak yorumluyor ve ahlaksızlık olarak nitelendiriyor.

Öte yandan, Kahire’deki Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin başkanı Hoda Rashad ya da Yemen’deki Sana’a Üniversitesi’nden sosyoloji profesörü ve eğitim bilimci Dr. Muhammed Naif gibi Arap akademisyenler, nişan-düğün masraflarının altından kalkamayan, bir ev geçindirme sorumluluğunu taşıyamayacak erkeklerin, ekonomik nedenlerden ötürü bu yolu seçtiğini ileri sürüyor.

Mısır yasalarına göre, bu tip sözleşmelerin hiçbir geçerliliği yok. Bu nedenle, erkek, baba olduğunu kabul etmediği takdirde, annelerin çocuğunu tek başına büyütmek gibi, çok ağır bir sosyal baskı ve dışlanmayla karşılaşması bir yana, nüfus kağıdı verilmeyen çocukların da, devletin eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanamaması, yurt dışına çıkamaması gibi sonuçları bulunuyor.

Hind el Hinnavi’nin, kürtajı seçip konuyu sessizce geçiştirmek varken, yargıya başvurması, bir skandal olarak nitelendirilse de, bir yandan resmi nikah yerini almaya başlayan sözleşmeleri, diğer yandan yasadışı kürtajları tabu olmaktan çıkarttı ve geniş kitlelerin bu konuda fikirlerini dile getirebileceği bir platform oluşturdu.

Selma Bakr gibi, kadın sorunlarını ele alan bazı yazarlar, Hind’in cesaretinden övgüyle söz ettiler ve davanın, toplumu giderek etkisi altına alan Vahhabi değerlerin üstesinden gelmeyi sağlayacağını, kadınları bir cinsel obje olmaktan çıkartıp vatandaş kimliğine kavuşturacağını ileri sürdüler.

Aslında dava, kapalı kapılar ardında konuşulabilen sosyal sorunları masaya yatırmaktan çok daha fazlasını gerçekleştirdi ve bir Mısır mahkemesinin, tarihte ilk kez, bir erkeğin biyolojik baba olup olmadığına karar vermek için DNA analizi istemesini sağladı.

KAYBETTİ, KARŞI ÇIKTI, KAZANDI

Kapı zilinin üzerine, kendi adının yanı sıra, eşinin de adını yazdıran bir adamdı, Hind el Hinnavi’nin babası. Sadece bu bile, onun kadınlara bakış açısının, alışılagelmiş Mısırlı erkeklerden ne denli farklı olduğunu göstermeye yeterdi. Kızının açtığı babalık davasının ilk duruşmasında, adliye binası önünde toplanıp "Utanmaz adam, kızına sahip çıksaydın" diye bağıran kızgın ve çoğu kadın kalabalığa dönüp "Esas siz utanmalısınız. Bana söveceğinize, haklarınız için mücadele edin" diyebilmişti.

Binanın dışında hakaret etmekle yetinmeyip duruşma salonunun kapısını zorlayınca yargıç tarafından kovulan kalabalık, her fırsatta medya karşısına çıkan ve çocuğun babası olmadığını bildiği tüm yeminlerle süsleyen Ahmet El Fişavi’ye gönülden inanmıştı. Kucağında dört aylık kızı Lina’yla duruşmaya gelen kadın, ahlaksızın tekiydi. Para sızdırmak için, hem kendini hem de sevgili Ahmet’lerini rezil ediyordu.

Yargıç, iki sevgili arasındaki sözleşmeyi görmek istedi. Hind, elindeki sözleşmeyi evlilik işlemlerini tamamlaması için Ahmet’e verdiğini anlattı. Yargıç, birlikte olduklarını tanıklarla kanıtlamasını istedi. Hind, ilişkilerini herkesten gizli yürüttüklerini anlattı.

Aylar süren gerginlik, 2005 yılı şubat sonlarında, aile mahkemesinin DNA analizi yaptırmak istemesiyle doruk noktasına ulaştı. Önce DNA analizini şiddetle reddeden Ahmet Fişavi, sonunda razı geldi. Çocuğun biyolojik babası olduğunun kanıtlanmasına rağmen, ortada bir sözleşme bulunmadığı gerekçesiyle, 28 Ocak 2006 günü, aile mahkemesi babalığını kabul etmedi. Yapılan itiraz üzerine karar bozuldu. Dava yeniden görüldü ve 24 Mayıs 2006’da, Ahmet el Fişavi’nin Lina’nın babası olduğuna karar verildi.

İLK KADIN YARGIÇ

Mısır’da, kadın hakları açısından çok önemli adımlar atılıyor. Bir tecavüz davasında, saldırganın mağdurla evlenmeyi kabul etmesinin, onu cezadan kurtarması üzerine protestolar artmıştı. Artık evlenmeyi kabul etse de, etmese de, bu suçu işleyenler cezalandırılıyor. Artık kadınlar, eşlerinin izni olmadan ülke dışına çıkabiliyor ve eşlerinin rızası olmadığı halde, tüm nafaka haklarından feragat etmek koşuluyla, mahkemeye başvurup boşanma talebinde bulunabiliyor. 2004’te kurulan 224 aile mahkemesi ve görevlendirilen 1200 yargıç sayesinde, hem yargıya başvuru kolaylaştı, hem de eşler arasındaki anlaşmazlıklar çok daha hızlı biçimde çözüme kavuşturulur oldu. Bu yıl 90 binin üzerinde boşanma davasının karara bağlanması, bu gelişmenin bir kanıtı.

2003 yılında, Mısır tarihinin ilk kadın yargıcı Tahani El-Gebali’nin, ilk aile mahkemesinin başkanlığına getirilmesi büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Kadın yargıçların erkeklerle birlikte çalışmasına olanak vereceği iddiasıyla, özellikle eski kuşak yargıçlar şiddetle karşı çıkıyordu ama 22 Mart 2007 günü 31 kadın yargıcın atanmasıyla birlikte sayıları 32’yi buldu. Henüz kadın yargıçlar, sadece Anayasa ve Aile mahkemeleri gibi bazı yargı organlarında görev yapıyor. Bu durumun çok yakında değişeceğine kesin gözüyle bakılıyor.

Bütün bunlara rağmen, kadınlara karşı ayırımcılık, aile içi şiddet, miras paylaşımı, kadının kendi bedeni üzerindeki hakları (örneğin, Sağlık Bakanlığı verilerine göre, 18 ila 54 yaşındaki Mısırlı kadınların yüzde 93’ünün sünnet edilmiş olması) gibi pek çok sorun çözüm bekliyor. Bir diğer konu, sayılarının çok yüksek olduğu sanılan, nüfusa kaydettirilmemiş kız çocukları. Doğum tarihlerini bile bilemeden yaşayan bu kişiler, her alandaki devlet desteğinden yoksun.

Mısır yasaları, sadece annenin sağlığını tehdit eden ve üç ayı aşmayan gebeliklerin sonlandırılmasına izin veriyor. Bu koşullara uymayan gebeliklerde, gizli kürtaj yaptırabilmek ancak ekonomik gücü olanlar için mümkün. Bu arada pek çok Mısırlı kadının, bu coğrafyadaki pek çok kadının kaderini paylaştığı ve özellikle evlilik dışı gebelik durumunda, en temel hakkı olan yaşam hakkını, töre ya da namus uğruna yitirdiğini belirtmek gerek.

Faslı kadınlar haklarına kavuşuyor

1980’lerin ortasından bu yana büyük gayret gösteren Marakeş’teki Kadın Dayanışma Merkezi gibi sivil toplum örgütleri sayesinde, Faslı kadınlar 2004’te çok önemli haklara kavuştu. Yeni yasalar, artık erkeğin "boş ol" demesiyle evlilik aktinin sonlanmasına izin vermiyor ve dini nikahı yeterli bulmayarak, resmi nikahı zorunlu kılıyor. Kadınlar, artık ailelerinin izni olmadan evlenebiliyor, boşanma ve babalık davası açabiliyorlar. Kadınların babalık davası açabilmeleri olağanüstü önem taşıyor. Çünkü her ne kadar son 10 yıldır uygulanmasa da, Fas yasalarına göre evlilik dışı çocuk doğurmak hapisle cezalandırılan bir suç. Ayrıca bekar annelere fahişe gözüyle bakılması, hem kendisinin hem de çocuğun toplum dışına itilmesi, bu davaların önemini daha da arttırıyor.

Baba olduğunu reddeden erkekler, geçen yazdan bu yana DNA analizlerine de zorlanabiliyor. 400 YTL’yi bulan analiz masrafını şikayetçi taraf üstlendiğinden, bu yolu talep eden kadın sayısı henüz çok az. Çözüm, yine sivil toplum kuruluşlarından geliyor. Erkekle görüşüyor ve özel DNA analizine ikna etmeye, böylelikle konuyu duruşma salonlarına taşınmadan çözmeye çalışıyorlar. Kadın Dayanışma Merkezi’nin başkanı Ayça Eç Çenna, 2006’da 60 erkeğe, bu yolla, babalığı kabul ettirebildiklerini söylüyor. Babasız çocukların sayısının binlerle ifade edildiği Fas’ta, henüz gidilecek çok yol var.

BAKİRE ÖLEN ÜRDÜNLÜ KIZLAR

Annelerin, evlilik dışı hamile kalan kızlarını öldürmesi sadece Mısır’a özgü bir davranış değil. Ürdün’de de rastlanıyor. Üstelik Ürdün’de, bir namus cinayetinin işlenmesi için, bırakın genç kızın biriyle ilişkisini, aşık olduğunu söylemesi bile yetiyor.

Amman’daki ulusal adli tıp enstitüsü, çok sayıda kurbanın otopsi raporunda, bekaretin bozulmadığını belirtse de, bu gerçek ne aileleri, ne de katilleri ceza indiriminden yararlandıran mahkemeleri ilgilendiriyor. Kasten adam öldürmenin cezası idam olduğu halde, cinayetin töre ya da namus saikiyle işlendiği kanıtlandığında, kısa süreli hapis cezalarıyla kurtarılabiliyor.

Son örneklerden biri, bundan beş ay önce, birkaç kez evden kaçan 17 yaşındaki kızını, muayeneye götürüp, bakire olduğunu öğrenen, buna rağmen, başına dört kurşun sıkarak öldüren baba. Otopside kızın bakire olduğu anlaşılmış, namusunu kurtardığını öne süren baba, çok hafif bir hapis cezası ile kurtulmuştu. (Aynı durum, yeni Türk Ceza Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 1 Haziran 2005’e kadar, Türkiye’de de geçerliydi. Artık 82. madde uyarınca, gebe olduğu bilinen kadına karşı, ya da töre saikiyle işlenen cinayetlerin cezası, ağırlaştırılmış müebbet hapis.)

Ürdün Kraliçesi Rania’nın girişimleriyle kurulan Kraliyet İnsan Hakları Komisyonu’nun hazırladığı ve namus cinayeti işleyenlere daha ağır cezalar getiren yasa taslağını parlamentodan geçirmeye çalışan hükümet, milletvekillerinin büyük direnciyle karşılaşıyor. Gerekçeleri ise tüyler ürpertici. "Ağır cezalar, namus cinayetleri için caydırıcı olabilir ama, bu durum, öldürülmekten korkmayan kızları evlilik dışı ilişkilere cesaretlendirir" diyorlar.
Yazının Devamını Oku