2 Eylül 2007
Birbirinin aynı iki parmak izi yoktur, yok olmasına da, iki parmak izinin aynı olduğunu sananlar, hataları hiçbir zaman ortaya çıkmayanlar ya da daha kötüsü, hatalarını fark ettiklerinde örtmeye çalışanlar vardır.
Anlatacaklarım, aynı cinayet davasında parmak izi yüzünden suçlanan bir kadın polis ve çok şanslı bir marangozla ilgili. Evet, işin içinde bir polis olduğundan, marangoz gerçekten çok şanslıydı.
Parmak izleri, kişiye özgü ve sınıflanabilir olduğundan, yüz yıldır suçla mücadele edenlerin baştacıdır. Olay yerindeki ya da cinayet silahı üzerindeki parmak izi kendisininkini tutunca, sayısız kişi ömrünün kalanını demir parmaklıklar ardında geçirmiş, hatta hiç geçiremeden darağacını boylamıştır. Delil değeri açısından bakıldığında, parmak izleri kusursuzdur ama, açık renk bir fon üzerindeki, bir o yana, bir bu yana kıvrılan siyah çizgileri karşılaştıran, AFIS gibi otomatik parmak izi teşhis sistemi (Automatic Fingerprint Identification System) olsa bile, son kararı verecek yine insandır ve ne gözlerinin, ne de dikkatinin kusursuz olduğu söylenebilir.
KORKUNÇ BİR CİNAYET
8 Ocak 1997 gecesi, 51 yaşındaki bayan Marion Ross, tek başına yaşadığı, İskoçya’nın Glasgow kenti yakınlarındaki Kilmarnock’taki evinde, banyo kapısının dibinde, ölü bulundu. 13 kaburgası kırılmış, boğazı kesilmiş, gözüne sokulan makas, beynini delmişti. Polis, kapı ve pencerelerde zorlama olup olmadığına baktı. Yoktu. "Öyleyse, katil tanıdık biri" diye düşündü ve yakın zamanda eve girip çıkmış olanların peşine düştü.
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2007
1996 baharı. Kaliforniya Üniversitesi Berkeley kampüsündeyim. Kuzey-doğu yönündeki tepenin üzerinde, kadın misafir öğretim üyelerine ayrılan, 1923 yapımı, boyu kadar ağaçların arasına gömülmüş, ahşap evin üst katındaki bir odaya yerleşmişim. Genellikle, gecenin ilerleyen saatlerine dek çalışıyorum. Odaya dönmem 2’yi 3’ü buluyor.
Bir sabah, evin temizlik işlerinden sorumlu bayan Rita ile sahanlıkta karşılaşıyorum. "Atasoy, hay serpientes aqui" diyor. Çene çalmaya hiç niyetim yok. "Gracias" diye kestirip atıyorum. "Ne yılanı yahu, kampüste yılan mı olur? Herhalde evin hemen arkasındaki ağaçlık bölgeden söz ediyor" diye düşünüyorum.
Rita’nın yılanlarının, bildiğimiz yılanlar olmadığını bir rastlantıyla öğreniyorum. Berkeley polis karakolunun amiri Patrick Carroll, üniversite güvenliği üzerine muhabbet ettiğimiz sırada, bir çalışanın 7 yaşındaki kızının ırzına geçilip, öldürüldüğünden söz ediyor. "Megan Yasası uyarınca hazırlanan listeleri izleseydi, mahallesindeki yılanı bilirdi" diyor. Yılanların, cezasını çektikten sonra topluma karışan pedofiller olduğunu anlıyorum.
Kelebek peşindeki kız
Karanlık olmak üzereydi. Sedirin üzerinde uyuklamakta olan Bayan Kanka gözlerini açtı, küçük kızına seslendi, cevap alamadı. Anneler hep kötüyü düşünür. Telaş içinde dışarıya fırladı, komşuların kapısını teker teker çalmaya başladı. Kayda değer hiç bir suçun işlenmediği, huzur ve güven içinde bir kasabaydı onlarınki. "Merak etme, yine kelebek kovalamaya dalmıştır, şimdi çıkagelir" diye teselli etmeye çalışanlar çoğunluktaydı.
Bayan Kanka’ya en çok yardım eden, karşı komşusu oldu. Hani o, bir süredir iki erkek arkadaşıyla birlikte, iki katlı, bahçe içindeki evde kirada oturan, gözlükleri yüzüne büyük gelen, patates suratlı, ufak tefek adam var ya, işte o. Sarı saçları omuzlarına dökülen 7 yaşındaki küçük Megan’ın fotoğrafını eline almış, kaygısı giderek artan annenin peşinde, bir o yana, bir bu yana koşuşturuyordu. "6.30 ile 7.00 arasında, kapımın önünde, yeni aldığım tekneyi yıkıyordum. Bisikleti üzerinden bana el sallayıp uzaklaştı." diye anlatıyordu. O kargaşa içinde, yardımsever komşunun sol eli üzerindeki diş izlerini, kimse fark etmedi.
Gece haberleri, "Ben de ünlü olayım" hevesine kapılmış mahallelinin, ara sıra duyulan siren sesleri eşliğinde, polis otosu ışıklarının bir kan kırmızıya, bir laciverde boyadığı bir suratla verdiği, duygu yüklü beyanatlarla doluydu. Çocuğun kayboluşunun üzerinden saatler geçmiş, helikopter gürültüsü, iz süren köpek havlaması azalmıştı ve gecenin karanlığında, ellerinde fenerlerle çevreyi tarayan 300 kadar polis, itfaiyeci ve gönüllü, çocuğu canlı bulacağından ümidi kesmiş gibiydi.
BİR EVDE ÜÇ PEDOFİL
"Galiba bulduk" dedi, soruşturmanın sorumlusu dedektif Pukenas, "Karşı evde oturan üç heriften, adı Cifelli olanı, bir sübyancıymış. Arama izni çıkartın". Pukenas yanılıyordu. Karşı evde bir değil, iki değil, tam üç pedofil oturmaktaydı ve bunlardan biri, acılı annenin eteğinden ayrılmayan patates suratlı, büyük gözlüklü, yardımsever adamdı.
Evin ilk aranmasında kuşkulanacak hiç bir şeye rastlanmadı. Üç bekar erkeğin birarada oturduğu bir evde, açık saçık dergiler, porno kasetler, büyük beden kadın iç çamaşırları var diye, kimse suçlanamazdı elbette.
Erkeklerden ikisi, akşamın sekizine dek nerelerde olduklarını, alışveriş faturaları ile açıklayabiliyorlardı. Çocuğu akşamüstü gördüğünü söyleyen yardımsever adamın biraz huzursuz ve sinirli olması, olağan karşılandı. Bahçedeki hafif amonyak kokusu, idrar sanıldı. Ah tabii, bir de çamaşır makinesinde dönüp durmakta olan kahverengi battaniye var ki, onu kimse farketmedi.
"O evde bir iş var" dedi dedektif Pukenas, "Şu çocuğu gördüğünü söyleyen adamı merkeze getirin, arabasını ve teknesini de iyice arayın."
Yardımsever adamın, merkezdeki sorgusu sabaha karşı başladı. İki kez yalan makinesine bağlandı. Ertesi gün akşama doğru Pukenas, "Söyle, onu canlı bulabilme umudumuz var mı?" diye sorduğunda, "Hayır" diye cevap verdi. "Başına geçirdiğim poşetin üzerinden boynunu kemerle sıktım, mutlaka ölmüştür." "Kemer nerede?" diye sordu Pukenas, "Odamda" cevabını aldı.
İKRAR VAR, DELİL ÇOK
Karşı komşunun, "Sana yavru köpekler göstereceğim" diyerek küçük kızı eve sokmasının, üst kattaki odasında ırzına geçerken, kanayan dudağından yere kan damlamasın diye başına poşet geçirmesinin, poşet çıkmasın diye kemeriyle sıkmasının, ardından bir ahşap sandığa koyduğu küçük bedeni, arabasının bagajında 30 kilometre ötedeki çalılığa götürüp atmasının şaşırtıcı bir yanı yok. Çok daha acımasızları defalarca denenmiş; defalarca denenecek ve genellikle ölümle souçlanacak eylemler bunlar.
Adli dişhekimi Dr. Haskell Askin, elinin üzerindeki ısırık izlerinin küçük kıza ait olduğunu kanıtlamış, otopsiyi yapan Dr. Raafat Ahmad, kızın boynundaki izlerin, adamın odasında bulunan deri kemerle oluşabileceğini bildirmiş, anal ve vajinal ırza geçmenin, elle boğmanın, halı üzerinde sürüklenmenin izlerini bulmuş, kesin ölüm nedenini, boğazın deri kemerle sıkılmasına bağlamış ve kızın 3-4 dakika içinde havasızlıktan öldüğünü bildirmişti. Bu bulgular da, Megan cinayetini, diğer binlercesinden farklı kılmıyor.
Katil, kanlanan kahverengi battaniyeyi yıkamış, iz süren köpekleri şaşırtmak için kızın basması muhtemel yerleri amonyakla silmişti ama, oda ve arabasındaki 30 tel saç, kızınkileri tutuyordu. Hem bir çöp tenekesinden çıkan şortta, hem de odanın zeminine serili halıda, ayrıca deri kemerde bulunan kan lekeleri, küçük kıza aitti. Cesedin üzerindeki lifler kahverengi battaniyeyi, göğsündeki bir pübik kıl, adamı tutuyordu. Vajinal ve anal sürüntüden DNA elde edilememiş, bu nedenle fail ile mağdur arasında doğrudan bir ilişki kurulamamış olsa da, ikrarı destekleyecek pek çok bilimsel delile ulaşılmıştı.
Megan Kanka’nın öldürüldüğü tarihte, yani 13 yıl öncesinde, birisi suçu ikrar ettiğinde, böylesine çok sayıda delile pek ihtiyaç duyulmazdı. O gün için belki istisna ama, günümüzde bunlar olağan. Çünkü "Karakolda söyler, mahkemede şaşar" sürpriziyle karşılaşmak istemeyen polis ve savcılar, suçu, bilimsel delillerle kanıtlamaya özen gösteriyorlar.
KOMŞUM YILAN MI?
Ancak, küçük Megan cinayetini, diğerlerinden farklı kılan önemli bir ayrıntı var. Acılı annenin, "Komşudaki yılanı bilmek hakkımdı. Polis, sokağımda bir pedofil oturduğunu söyleseydi, önlem alırdım. Kızım da ölmezdi" diyerek yola düştüğü, bir hafta içinde yarım milyon insanı peşine kattığı, önce kendi eyaleti New Jersey’de, sonra ülke genelinde ünlü Megan Yasası’nın çıkmasını sağladığı bir ayrıntı bu. Gerçi Megan Yasası, kızın ölümünden, yani 29 Temmuz 1994’ten önce çıkmış olsaydı bile, patates yüzlü, gözlükleri yüzüne büyük gelen adamı kapsamayacaktı.
Evet, bir pedofildi, üstelik bu nedenle iki kez toplam 6 yıl hapis bile yatmıştı, ancak işlediği suçların tipi, onu "toplum için ciddi tehdit" kategorisine sokmadığından, evvelki suçlarının, fotoğrafının, fiziksel özelliklerinin, oturduğu evin adresinin, yasanın öngördüğü biçimde başta internet olmak üzere her türlü iletişim olanağı kullanılarak toplumla paylaşılmasını öngörmüyordu.
KATİLİN PROFİLİ
Patates yüzlü, büyük gözlüklü adamın adı Jesse’ydi. Soyadı pek bir garipti, Timmendequas. Bu kızılderili adını çağrıştıran soyadını babası almıştı. Alkolik annesinin bu adamdan iki oğlu olmuştu, Jesse ve ondan 1 yıl sonra doğan Paul. İnanmayacaksınız ama kadının, her biri farklı babalardan olma, hepsi de Jesse’den büyük, yetimhanelere bıraktığı 8 çocuğu daha vardı. Megan Kanka cinayetinin duruşma safhasında Jesse, biri savcılığın, diğeri savunmanın gösterdiği iki psikiyatri uzmanı tarafından muayene edildi. Kardeşi Paul, mahkemenin dinlediği kişiler arasında yer aldı.
Aylar süren yargılama sırasında insanlar, kabustan öte bir yaşamın tüm çirkinliklerine tanık oldular. Birkaç kez cezaevine girip çıkmış alkolik babanın, oğlunu kemerle, kayışla, askıyla nasıl dövdüğünü, köpeğini boğup, kedisinin başını nasıl koparttığını, tavşanını nasıl öldürüp, yemeğe zorladığını öğrendiler. Sadece bunları mı, 7-8 yaşlarındaki oğullarına, komşu kıza tecavüz edişini nasıl zorla seyrettirdiğini, hatta küçük kardeşinin önünde Jesse’nin nasıl ırzına geçtiğini de.
Jesse, 5 yaşındaki bir kızı tacizden 9 ay hapis cezası aldığında, 18 yaşındaydı. Hapisten çıkar çıkmaz 7 yaşında bir kız çocuğuna saldırdı ve bir yandan yeni cezasını çekmek, diğer yandan tedavi edilmek üzere demir parmaklıkların ardına döndü. Salıverilmesini izleyen 10 yıl boyunca, güvenlik birimleriyle karşı karşıya gelecek hiç bir suça bulaşmadı. 29 Temmuz 1994 akşamı, bisikletli kızı gördü. Halen, Trenton’daki New Jersey eyalet cezaevinde idamını bekliyor.
Üç pedofilin oturduğu evi Hamilton Rotary Kulübü satın aldı, yıktı, yerine bir park yaptı, ortasına da bir melek heykeli dikti.
Cezaevi doktoru, Enis’in tecavüzcüsünün cebine, tahliye olurken viagra koymuş
Fırsat buldukça, Amerika’daki cinsel suç faillerinin gerçek ad ve takma adlarının, fotoğraflarının, mahkum oldukları suç ya da suçların niteliğininin, iz ve dövmelerinin yer aldığı listeleri incelerim. Zaman zaman kendimi, bu suç işlemiş ve cezasını çekmiş kişilerin yerine kor, onların çocukluklarını düşünür, fotoğraflarındaki gözlere dakikalarca bakar, damgalanma ve dışlanmanın üzüntüsünü, parklarda, okul çevrelerinde dolaşamamanın, iş bulamamanın sıkıntısını, "belki tanıyan çıkar" diye kalabalık yerlerden uzak durmanın, giderek içine kapanmanın çöküntüsünü yaşarım.
Hatta, internette ad ve adresini bulduğu iki eski mahkumu tek kurşunla öldüren, sonra intihar eden 20 yaşındaki Stephen Marshall gibilerinin nefesini ensemde hissederim.
Hemen ardından, mağdurların acısı kor gibi düşer içime, hıçkıran kadınların, ağlayan çocukların seslerini duyarım, sonsuza dek susturulurken neler yaşadıkları geçer gözümün önünden, bir Amerikalı tarafından evlat edinilen 4 yaşındaki yetim Rus kızı Mariya Nikolaevna Yaşenkova’nın, 5 yıl boyunca istismar edilirken çekilen fotoğraflarının, hala dünyanın dört bir tarafındaki milyonlarca internet kullanıcısı tarafından seyredildiğini öğrenir, isyan ederim. Sadece Amerika’da, evvelce çocuklara cinsel saldırıda bulunmuş 1 milyona yakın kişiden 100 bininin izinin kaybedildiğini bilir, dünyadaki boyutunun ne olacağını hesaplamaya çalışır, ürperirim.
İşte bu nedenle, bir tek çocuğu kurtarabilme pahasına, insan hakları savunucularına kulaklarımı tıkarım. Çocuk yuvası, okul, bakımevi, izci kuruluşu, küçüklere yönelik spor kulübü ve kurslara, çalışmak üzere başvuranların geçmişini, kolay, ucuz ve güvenilir biçimde sorgulayabilmenin gerektiğine, ailelerin, kiraladıkları evin çevresinde bir pedofilin oturup oturmadığını öğrenmeye hakkı olduğuna inanırım.
Bir adım daha da ileri giderek, çocuklara yönelik suç işlemiş olanların, DNA’larının bankalanmasını, zorunlu tedaviye rıza göstermedikleri takdirde, hürriyetlerine kavuşamamalarını ve serbest kaldıklarında, hareketlerinin, GPS (Global Positioning System; Küresel Konumlandırma Sistemi) ile izlenmesini isterim.
Gelin görün ki, dünya henüz bu önlemlerden çok uzakta. Yoksa, geçen çarşamba (15 Ağustos 2007) günü, Fransa’nın kuzeyindeki Roubaix’de çalışan Mustafa Kocakurt’un, 5 yaşındaki oğlu Enis’i, evine 50 metre uzakta oynarken kaçıran ve defalarca ırzına geçen 61 yaşındaki Francis Evrard’ı, çocukların ırzına geçtiği için aldığı 27 yıllık hapis cezasının, 18. yılında salıverirler miydi? Bu yetmiyormuş gibi, cezaevi doktoru, sertleşme sorunu olmasına acıyıp, cebine bir kutu Sildenafil sitrat, nam-ı diğer Viagra koyar mıydı?
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2007
Bundan 62 yıl önce, tam bu haftaydı. Önce beyaz bir ışık gördüler, sonra kara bir yağmur döküldü üzerlerine. Aldanmışlardı, yağan yağmur değil, küldü. 140 bin Hiroşimalı ve 70 bin Nagazakilinin külü. Atom bombasından sağ kurtulan, ancak etkilerini taşıyan yüz binlerce kişi, yani hibakuşalar, kurtulmuş değil aslında. Yanıklar, iltihaplar, radyasyon hastalığı, kanser... Ve en acısı, dışlanıp unutularak ne kadar ve nasıl yaşanırsa, öyle yaşadılar ve yaşıyorlar işte.
Manhattan Projesi’nde çalışanların sayısı 130 bini, araştırmalara sarf edilen para 2 milyon doları bulmuştu. General Leslie Groves, "Elini çabuk tut, Bob" diye sıkıştırıyordu fizikçi Oppenheimer’i, "Elini çabuk tut, yoksa Hitler, bizi mahvedecek." Böyle bir tehdit yoktu aslında, Hitler’in elindeki kadroların atom bombası üretmeleri söz konusu değildi.
2. Dünya Savaşı’na katılalı beri, ölen Amerikan askerlerinin sayısı 400 bini bulmuştu. Bunların neredeyse 50 bini Okinava amfibik harekatında kaybedilmişti. Tek çözüm, Japonları teslime zorlayacak çapta bir hava saldırısıydı. İngilizlerin ve Kanadalıların desteğiyle üretilen dünyanın ilk atom bombası, 16 Haziran 1945 günü Amerikan topraklarında denendi, sonuç başarılıydı, Savunma Bakanı Henry L. Stimson’un önüne, bazı Japon kentlerinin listesi kondu. Kyoto’nun üzerini çizdi bakan "Olmaz" dedi, "Balayımızı orada geçirmiştik!" Bir hafta sonra, Pasifik’teki Stratejik Hava Kuvvetleri Komutanı General Carl Spaatz’a emredildi. "3 Ağustos’tan itibaren, Hiroşima, Kokura, Niigata ve Nagazaki bombalanacak."
6 Ağustos 1945 sabahı, Albay Paul Tibbets, annesinin adını taşıyan B-29 tipi uçağı ile Hiroşima’ya doğru yola çıktı. "T" harfi şeklindeki Aioi-Başi Köprüsü’nün üzerine geldiğinde, yüzbaşı Thomas Ferrebee 60 kilo Uranyum-235’i serbest bırakacak düğmeye bastı. Saat 8.15’ti. Bundan sonra olanlar, Nazım Hikmet’in sözcükleri, Zülfü Livaneli’nin notalarıyla hep aklımızda:
"Kapıları çalan benim, kapıları birer birer. Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler. Hiroşima’da öleli, oluyor bir on yıl kadar. Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar. Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu."
Düğmeye basan yüzbaşı, 1980 yılında öldü. Pilot Paul Tibbets 92 yaşında ve sağlığı yerinde. Yaptıklarından hiçbir zaman pişman olmadılar. "Bir emirdi ve yerine getirdik" dediler.
BİR BOMBA YETMEDİ
Benzeri olay, 9 Ağustos’ta Kokura’da tekrarlanacaktı. Hava durgundu. Kentin üzerini kaplayan kocaman bulut bir türlü çekilmiyordu. Yüzbaşı Kermit Beahan, B-29’un burnunu, alternatif hedef Nagazaki limanına çevirdi. Orası da bulutluydu. Tam geri dönecekken, bir an için açılan bulutların arasından Mitsubishi silah fabrikasını gördü. Kararını verip düğmeye bastı. Saat 11.02’de, 6.5 kilo kadar plütonyum-239 içeren bomba, toprağa 500 metre kala patladı.
Yüzbaşı, hedefi ıskalamıştı. Bomba, silah fabrikasının değil, Japonya’nın en büyük Katolik kilisesi, Urakami Katedrali ve hemen bitişiğindeki, tek mahkumu bile sağ kalamayan cezaevinin üzerinde patladı.
Nagazaki’deki ölü sayısı Hiroşima’dan daha azdı. Kentin 240 bin sakininden 70 bini hemen o anda öldü, 60 bini yaralandı. Birkaç ay içinde, Nagazaki kurbanlarının sayısı 80 bini bulacaktı.
Japonlar, 12 Ağustos’ta teslim oldular. Böylelikle dünya, savaşın bittiğini sandı. 2. Dünya Savaşı bitmişti ama, artık "soğuk savaş" adını alacak yeni bir döneme giriliyordu.
B-29’ları kullananlar, Atlantik’ten Pasifik Okyanusu’na, 400 bin silah arkadaşı ölmüş genç askerlerdi. Hiçbirinin ne atom bombasından haberi vardı, ne de verebileceği zararlardan. Sadece onlar mı? Manhattan Projesi’nin pek çok çalışanı da, bir tek bombanın bu kadar kişiyi aynı anda öldürebileceğini, radyasyon kirliliğinin kuşaklar boyu vereceği zararı hesaplamamıştı.
Patlamalardan birkaç hafta sonra, Hiroşima ve Nagazaki’yi işgal eden ve azımsanmayacak düzeyde radyoaktiviteye maruz kalan 70 bine yakın Amerikan askerinin sağlık durumu da, hiçbir zaman ciddi biçimde izlenmedi.
Yaşama tutunan kız çocukları
11 yaşındaki Kiyoko İmori, Nazım Hikmet’in "Kız Çocuğu"ndan daha şanslıydı. 6 Ağustos 1945 sabahı, en sevdiği arkadaşıyla buluştu, birlikte okula yürüdüler ve ilk işleri bodrum katına inerek ayakkabılarını değiştirmek oldu. Kenti saran yangından, yakınlardaki nehre atlayarak kurtulabildiler. Okulun 620 öğrencisinden sadece ikisi hayatta kalmıştı. İmori yaşadı, arkadaşı bir hafta sonra, kollarında öldü.
Keiji Nakazava, babası ve kardeşlerini bombanın patladığı sırada kaybettiğinde 6 yaşındaydı. Hamile annesi, bombanın şokuyla doğurdu. Kız bebek Tomoko dört ay yaşayabildi. Daha sonra Nakazava, ailesinin öyküsünü Çıplak Ayaklı Gen (Hadaşi no Gen) adıyla çizgi roman haline getirdi. Roman, atom bombasının etkilerini en iyi anlatan eserlerden biri olarak edebiyat dünyasında yerini aldı.
Sakue Şimohira 10 yaşındaydı. Yerdeki kapkara kadın, annesi olmalıydı. Bir altın dişi vardı çünkü. Sakue elini uzattı dokunmak için. Daha dokunamadan, kül oldu siyah kadın. Sakue’nin kız kardeşinin saçları dökülmeye başlayınca, çocuklar alay etmeye başladılar ve kız kardeşi kendisini trenin altına attı. Sakue, 10 yıl boyunca, başka öksüzlerle birlikte küçük bir kulübede yaşadı. Bir gün kız kardeşi gibi ölmek istedi. Son anda vazgeçti ve rayların yan tarafına düştü. "İki tür cesaret varmış" diye anlattı yıllar sonra, Oscar ödüllü belgeselci Steven Okazaki’ye, "Ölmeye cesaret ve yaşamaya cesaret. Ben yaşamayı tercih ettim."
RADYOAKTİF TERÖRİZM
Nükleer silahların kullanımı, nükleer güç santrallarındaki kazalar, her zaman korkulu bir rüya olmuştur ama, bir santrala yönelik intihar saldırısı, önlenmesinin zorluğu nedeniyle çok daha fazla kaygı uyandırıyor. Ancak, nükleer enerji yanlıları, "Bir nükleer santralın üzerine uçak düşerse ne olur diye, dert etmeyin. İlk anda ölenlerin sayısı, Hiroşima ve Nagazaki’deki kadar yüksek olmaz. Çünkü oradakileri kül eden radyasyon değil, 300 bin derece santigradı bulan sıcaklıktı" diyerek teselli ediyor.
23 Kasım 2006 günü, Rus gizli servisinin eski üyesi Litvinenko’nun, Londra’nın Millenium Oteli’nde içtiği çaya Polonyum-210 katılarak öldürülüşüne benzer cinayetlerin artmasından da korkuluyor. Litvinenko’yu nerede, nasıl, kimin öldürdüğünün aydınlatılmasında karşılaşılan güçlükler bir yana, radyoaktivite yayan cenazenin otopsisini kimlerin, nasıl yapacağına karar vermek bile günlerce sürmüştü.
Bir diğer tehdit, "radyoaktif terörizm." 2003’te İngiliz karşı istihbarat teşkilatı MI5’in başkanı Eliza Manningham-Buller, "Bir Batı ülkesinin radyoaktif terörizmle karşılaşması an meselesi" dediği bu eylemlerin iki örneği biliniyor. İlki, 1995’te Moskova’nın İzmailovski parkına Çeçenlerin gömdüğü iddia edilen Sezyum-137, ikincisi 1998’te Çeçenistan’da Argun yakınlarında bir mayına takılı bulunan teneke kutudaki radyoaktif maddeler. Ancak hastane, fabrika ve araştırma laboratuvarlarından çalınan radyoaktif madde öylesine çok ki, Bayan Buller pekala haklı çıkabilir.
İnsan içine çıkmaya utanıyorlar
Hiroşima ve Nagazaki’nin hibakuşaları, her geçen yıl beşer bin eksilerek günümüze kadar ulaştı. Sayıları 250 bin dolayındaki bu mağdurların ortalama yaşları 70’in üzerinde ve en gençleri 62 yaşında, yani bombanın düştüğü gün henüz ana rahminde olanlar. Kimileri hálá hastanede, kimileri her an bir bomba daha patlayacak korkusuyla yıllardır evinden çıkmıyor. Onlar da öldüğünde, öykülerini kim anlatacak?
Hiroşima’ya atılan bombanın hedefi "T" şeklindeki köprüydü. Bulunduğu yerde, bugün benzeri bir köprü var. Çevresini kuşatan Barış Parkı’nı ve içindeki müzeyi gezmeye ya da hemen karşısındaki, bir bölümü patlamadan sonraki harabe haliyle korunan Atom Bombası Kubbesi’ni görmeye gelen öğrencilerin sayısı gün geçtikçe azalıyor.
Çocuk Anıtı’nda biriken milyonlarca kağıttan turna kuşu da, birkaç yıl önce, "Geçmiş karın doyurmuyor. İşsizim" diyen üniversiteden yeni mezun biri tarafından yakılmıştı. O rengarenk kağıt turnalar ki, bin tane yaparsa ölmeyeceğine inanan ve sadece 644’üne ömrü yeten lösemili küçük kız Sadako Sasaki’nin anısına, dünyanın dört bir yanındaki ilkokul öğrencileri tarafından katlanmış ve sergilenmek üzere buraya gönderilmişti. O kuşlar ki, küçük Sadako sayesinde kağıt katlama sanatı Origami’nin olmazsa olmazına dönüşmüştü.
HASTA DOSYALARI DELİL OLACAK
Aslında, hibakuşaların fiziksel acılarına eklenen başka sorunları da var. Şekli bozulan, hatta tanınmaz hale gelen yüzleri, elleri, ayakları, dökük saçları, zayıf ve hastalıklı görünümleriyle insan içine çıkmaya utanıyorlar. Üstelik sadece onları değil, çocukları ve torunlarını bile "belki bulaşır" korkusuyla işe almayan kör cahiller bile var. Mağdurlar, Japon hükümetinden yeterince destek alıncaya dek çok mücadele ettiler ve hálá sürdürüyorlar. Hele, Hiroşima ve Nagazaki’deki fabrikalarda zorla çalıştırılırken ölen 20 bin kadar Koreli savaş esiri var ki, değil destek görmek, atom bombası kurbanları için dikilen anıtlara adlarını bile 25 yıl sonra yazdırabildiler.
1947’de, ABD Başkanı Harry Truman’ın emri üzerine kurulan Atom Bombası Zararları Komisyonu’nun görevi, radyasyonun sağ kalanlar üzerindeki uzun vadeli etkilerini araştırmaktı. Bu çerçevede Hiroşima ve Nagazaki’de görevlendirilen Amerikalı ve diğer yabancı doktorların, en az 15 bin hibakuşayı tedavi edip izlediği ve 28 yıl boyunca bu hizmeti Japon hükümetinden bağımsız yürüttüğü biliniyor. Atom bombası mağdurları ve yakınları şimdi, büyük bölümü hálá gizli tutulan bu hasta kayıtlarının peşinde. Belgeler, hem Japon hem de Amerikan hükümetleri aleyhine açılan bireysel tazminat davalarında delil olarak kullanılacak.
MİLYONLARCA HİBAKUŞA VAR
Aslında radyasyonun etkisiyle yaşamları kararan, sadece 62 yıl önce atılan atom bombalarının mağdurları değil. 1945’ten bu yana, bir daha hiçbir savaşta atom bombası kullanılmasa da, artık ABD’nin yanı sıra, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore’nin de nükleer silahı var. Resmen kabul edilmemekle birlikte, İsrail’in de elinde nükleer silah bulunduğu sanılıyor. Öte yandan ABD, İran’ı, bu tip silahları geliştirmekle suçluyor.
Geçen yıllar içinde yeraltında, yerüstünde ve atmosferde, gösteri ya da deneme amaçlı patlatılan iki bin kadar nükleer silah, Hiroşima ve Nagazakili hibakuşalara milyonlarca yenisini kattı.
Örneğin 1949 ile 1990 arasında, Doğu Kazakistan’ın Semipalatinsk bölgesini nükleer deneme alanı olarak kullanan Sovyetler Birliği, gerçekleştirdiği 600 kadar nükleer denemeyle, en az 1,5 milyon kişiyi, Hiroşima bombasının 20 bin katı radyasyona maruz bıraktı. Su kaynakları, nehirler ve tarım toprakları kirlenince, radyoaktivite besin zincirine girdi ve kanser, kısırlık, sakat bebek doğumları, intiharlar dünya ortalamalarının kat kat üzerine çıktı.
1986’daki, Ukrayna’nın kuzeyinde, Kiev’e 100 kilometre uzaklıktaki Çernobil nükleer reaktöründeki patlama, bir nükleer silah denemesi değil, kazaydı. Nükleer tarihin, bilinen 100 kadar kazasının en büyüğüydü ve açığa çıkan radyasyon, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının toplamından 200 kat fazlaydı Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu ve Dünya Sağlık Örgütü’ne göre radyasyon, Türkiye’yi de kapsayacak biçimde, geniş bir coğrafyada 6.6 milyon kişiyi ciddi biçimde etkiledi ve bunların en az 4 binini kanserden öldürecek.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2007
40 kilo su, 12 kilo yağ, bir o kadar protein, yarım kilo şeker ve onlarca minerali içeren ölü bir bedenden neyin nasıl, ne zaman yararlanacağı bellidir ve hiç şaşmaz. İşte adli entomoloji, uçanından sürünenine binlerce yaratığın hiç bozmadan uyduğu bu düzeni bilenlerin, ölüleri konuşturabilme sanatıdır.
Gerçi biz, "Anan öle Cemil, baban öle Cemil. Yetim kalasın Cemil, benim olasın Cemil" diyerek göbek atarız ama, çocuk şarkılarımızdaki şiddet ve ölüm motifi, Avrupalılarınkine oranla çok daha azdır.
Örneğin, "Kim gördü öldüğünü? Ben, dedi sinek, küçük gözlerimle, ben gördüm öldüğünü. Kefeni kim dikecek? Ben, dedi karınca, iğnemle ipliğimle, benim kefeni dikecek" diye süregelen "Cock Robin’i kim öldürdü" adlı İngiliz çocuk şarkısı, bir çocuk şarkısı olmak için pek serttir ama, doğanın sunduğu paha biçilmez bir hediyenin, yani ölü bir bedenin, nasıl paylaşıldığını anlatır.
Ölüm zamanı, bir cinayet soruşturmasını yürütenlerin ilk sorduğu ve mutlaka yanıtlanmasını istedikleri birkaç sorudan biridir. Üstelik onlar, aylar ya da günlerin değil, kimi zaman saatlerin, hatta dakikaların bile peşindedir ve kolayca cevap verilebileceğini sanırlar.
Halbuki, ölümden sonra geçen süreyi bu doğrulukla belirlemek, bazı istisnalar dışında neredeyse olanaksızdır. Hele ölümün üzerinden 3-5 günden daha uzun bir süre geçtikten sonra, olay yerine keşfe gelen doktorun, filmlerde gösterildiği biçimde, bir bakışta yanıtlayabileceği bir soru hiç değildir. Ölümü izleyen ilk günlerde çok işe yarayan vücut sıcaklığında düşme (algor mortis), ölü morluğu (livor mortis) ve ölü sertliği (rigor mortis) gibi değişiklikler giderek kullanılamaz olur. Bundan sonra, kutuplardan okyanuslara, her ekosistemde yaşamayı becerebilen eklembacaklıların (arthropoda) dilinden anlayanlara iş düşer.
Bir adli entomoloğa öylesine umut bağlanır ki, sadece ölümden sonra geçen süreyi değil, kişinin bir yerde öldürülüp başka bir yere atıldığını, ırzına geçilip geçilmediğini, gece mi yoksa gündüz mü öldürüldüğünü, suda ne kadar kaldığını, kafasının ne zaman kesildiğini, ölenin alkol ya da uyuşturucu kullandığını söylemesi beklenir.
Hatta zanlının kolundaki, bacağındaki böcek ısırıklarından ya da otomobilinin hava filtresine takılıp kalan sineklerden, belli bir coğrafi bölgeye gittiğini kanıtlaması istenir. Bir bebek bezinin en son ne zaman değiştirildiğini, bir yatalağın altının ne zaman temizlendiğini söyleyecek kişi yine odur. Bir entomologdan beklenti, bunlarla da sınırlı kalmaz, besinlerdeki canlı kalıntılarının gıda kodekslerine uygunluğu, evdeki karıncalarla hamamböceklerinin nereden, ne zaman geldiği, ondan sorulur.
Kısacası, eklembacaklıların dilinden anlayanların birer sihirbaz olduğu sanılır. Halbuki onlar, sadece bir tahmin yürütürler ve gerçeği aydınlatacak başkaca bir yöntemin kalmadığı noktada, bu tahmin bile çok işe yarar. Adalete hizmet eden on binlerce kimyacı, eczacı, biyoloğa karşın, her ülkedeki uzman sayısının, iki elin parmaklarından az olduğu dikkate alınırsa, bir tahmin yürütmenin bile ne denli zor olduğu ortadadır.
SİNEKLER TOPRAĞIN ALTINI KOKLAR
Leş sinekleri (necrophagous diptera), bir karış toprakla örtülü olsa bile, ölünün kokusunu, dakikalar içinde ve kilometrelerce öteden fark edebilirler. Büyük bir olasılıkla, bundan 5000 yıl önce Mezopotamya’da yaşayan ve 10 ayrı sinek türünü tarif edebilen Ur kenti sakinleri, 3400 yıl önce bir mumyanın ağzına tıkıştırılan papirüs üzerine "Kaygılanma, içindeki kurtçuklar sinek olmayacak" diye yazabilen Mısırlılar, sineklerin bu olağanüstü becerisinin farkındaydılar ama, eldeki kayıtlara göre Çinli Sung Tz’u, sineklerden yararlanarak bir cinayeti aydınlatan ilk kişidir.
Sung Tz’u, bundan tam 762 yıl önce yazdığı Hsi Yuan Çi Lu (Hataları Yıkamak) adlı kitabında, bir çeltik tarlasında bıçaklanarak öldürülen adamın öyküsünü anlatır. Cesedin bulunuşunun ertesi günü, Sung Tz’u, köylülere ellerindeki orakları yere bırakmalarını söyler. Sinekler oraklardan birine üşüşünce, Sung Tz’u katilin kim olduğunu bulur (Ölenin küçük bir doku parçası, bıçağın üzerinde kalmış olsa gerek). Yazarın anlattığına göre, köylü hem suçunu itiraf eder, hem de öylesine şaşalar ki "kafasını yerlere vurur."
Ortaçağ boyunca, kurtçuklarla kadavraların ilişkisinden ya da erişkin sineklerin cesetlere bıraktığı yumurtalardan bir sonuç çıkartan olmadığı gibi, bu canlıların hemen orada, ölü bedenden yaratıldığı sanılırdı. 19. yüzyılın başlarında, çürümeyle birlikte, sineklerin, böceklerin belli bir düzen içerisinde hareket etmeye başladığı, belli zaman ve sırayla cesede geldikleri, dişi sineklerin burun, göz, kulak gibi doğal boşluklarla, açık yaralara yumurtalarını bıraktığı ilgi çekmeye başladı. Çok sayıda toplu mezar açılımına katılan ünlü Fransız doktor Orfila, gözlemlerini pek ayrıntılı biçimde kaleme almakla birlikte, bu canlıların cesetlere geliş sırası, ayrıca yumurtadan erginliğe başkalaşımları ile ölüm zamanı arasındaki ilişkinin kurulması 1950’leri buldu.
ÖMRE BEDEL KÜÇÜK YANLIŞ
Böcekbilimciler, ölümden sonra geçen sürenin hesaplanmasında, geleneksel olarak başlıca iki veri kullanmıştır. 1) Ceset üzerindeki larvaların yaşı ve 2) cesede hangi böceğin, hangisinden önce geldiğinin bilgisi. Sözde kolay, uygulamada olağanüstü zor işlerdir bunlar ve yapılacak en küçük bir yanlış, entomolojiye fazlaca güvenen bir iddia makamını yanlış yönlendirebilir ve bu durum, zanlının başına gelebilecek en büyük felakettir.
1959’da, 12 yaşındaki kız arkadaşının ırzına geçmek ve onu öldürmekten idama mahkûm edilen, henüz 14 yaşındaki Kanadalı Steven Murray Truscott’un aleyhindeki başlıca delil, kızın üzerindeki larvaların 9 Haziran günü saat 19.00 ile 19.45 arasında ortaya çıktığını, buna göre cinayetin aynı gün saat 17.00 ile 19.45 arasında işlendiğini öne süren entomolog Neal H. Haskell’in bilirkişi raporuydu.
BÖCEK TÜRLERİNİN DNA PROFİLLERİ
İdam cezası önce müebbete çevrilen, yıllar sonra denetimli serbestliğine karar verilen Truscott, şimdi 61 yaşında ve hálá masum olduğunu iddia ediyor. Büyük bir olasılıkla, birkaç hafta içinde davası yeniden görülecek. Çünkü aynı larvaları yarım asır sonra inceleyen başka entomologlar, larvaların yaşının, dolayısıyla ölüm zamanının yanlış hesaplandığını ve cinayetin 9 değil de, 10 Haziran günü işlendiğini iddia ediyorlar. Eğer doğruysa, katilin Truscott olması mümkün değil.
Entomologların başlıca yanılma nedeni, böceğin türünü doğru olarak belirleyememeleridir. Bu yüzyılın yıldızı DNA, bu derde de derman oluyor. Henüz başlangıcında olmakla birlikte, artık böcek türlerinin DNA profillerinin depolandığı veri tabanları da var. Olay yeri inceleme uzmanlarının topladığı yumurta ve larvaların DNA’sı elde edildikten sonra, profilleri bankadaki verilerle karşılaştırılacak, böylelikle böceğin türü kesin olarak saptanacak.
Terkos suyu, Alman sineklerini nasıl zehirlere dirençli yaptı
Söz böcekten, sinekten açılınca, yıllar önce başımdan geçen komik bir olayı paylaşmak isterim. Adalet Bakanlığı, Adli Tıp Kurumu’nun Kimya Dairesi’ni yönettiğim ilk yıllarda en önemli sorun, içorgan parçalarında zehir aramaktı. Otopsi sonrası kavanozlar içinde tarafımıza gönderilen kalp, karaciğer, mide sıvısı ve akla gelen daha pek çok örnekte bu amaçla kullanılabilecek hızlı, güvenilir ve ucuz bir yöntem arıyordum.
Meslek yaşamımda bir sorunla karşılaştığımda, yeryüzünde konuyu en iyi bilen kimse, bulup ona danışmışımdır. 1980’li yıllarda bu işin ustası, Almanya’nın Erlangen Üniversitesi’nden Marika Geldmacher von Mallinckodt’tu ve soluğu onun yanında almıştım.
Türkiye’ye dönerken el çantamın içerisinde gümrük yetkililerine hitaben bir mektup ve ağzı pamukla kapalı erlenmeyer adını verdiğimiz iki cam kap vardı. Mektupta "Bunlar laboratuvar koşullarında üretilmiş drosophila melanogaster’dir ve hastalık taşımıyorlar" diye yazılıydı, kavanozlarda da, altın değerinde yüzlerce sirke sineği. Bu sihirli sineklerden birkaçını, kapalı bir kap içindeki iğne ucu kadar iç organ parçasının yanına bırakıveriyordunuz, birkaç saat içinde ölürse, kişinin zehirlendiği anlaşılıyordu. Sinekler çok duyarlıydı, yöntem çok basitti, hızlı ve ucuzdu. Aradığımızı bulmuştuk, toksikoloji biriminde çalışan sevgili Ümit, Cabbar, Murat, Sevgi, Erdoğan ve daha niceleri havalara uçuyorduk.
Mallinckodt’un bana öğrettiği gibi sineklere yem ve su veriyor, çoğaltıyor, bir kaptan diğerine aktarıyor, büyük bir keyifle işimizi sürdürüyorduk. Bir süre sonra sinekler ölmemeye başladı. Zehirlendiğinden kesinlikle emin olduğumuz olgularda bile kıllarını kıpırdatmıyor, organları yiyip bitiriyor, yaşamlarını sürdürüyorlardı. Fareleri tarım ilacıyla zehirledik, sinekleri iç organlarının yanına bıraktık. Bana mısın demiyorlardı. İşin sırrını çok sonra çözebildik. Alman sineklerine verdiğimiz Terkos suyu, birkaç kuşak sonra, onları zehirlere karşı dirençli Türk sineği haline getirmişti. Sinek sevdamız böylece bitti, biz de eski tas, eski hamam, uzun, pahalı ve zor yöntemlerle zehir aramaya geri döndük.
BİR ELİNDE CIMBIZ BİR ELİNDE KURT
Son yarım asırda, adli entomoloji alanındaki araştırmalar arttı, onlarca yıl boyunca, iğneyle kuyu kazarcasına, yaşadıkları bölgenin sinekleriyle böceklerini, yaz, kış, gündüz, gece, açıkta, kapalıda izleyen az sayıda uzman, cinayetlerin aydınlatılmasına katkıda bulundukça ve bu başarıları gazete sütunlarına taşındığında, pek çok ülkede, bu arada Türkiye’de de mesleğe ilgi duyanlar arttı. Buna rağmen, 2000’lere gelindiğinde, dünya genelinde "işi bilen" ve uluslararası hakemli dergilerde araştırmaları yayınlananların sayısı 30-40 kişiyi geçmiyordu.
2002’de kaybettiğimiz, İngiliz polisine 25 yıl boyunca destek veren, Cambridge Üniversitesi’nden Türk asıllı entomolog Zakaria Erzinçlioğlu, TV dizisi CSI’da entomolog kahraman Gil Grissom’un oynadığı bölümlerin danışmanı, Hawaii’den Lee Goff, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nde adli entomoloji laboratuvarını kuran Osman Sert’in bir süre yanında çalıştığı, Illinois Üniversitesi’nden Bernard Greenberg, ayrıca Ankara Üniversitesi’nden Nihal Açıkgöz ile Aysun Balseven’in yanında kurs gördüğü, Lozan Polis teşkilatından Claude Wyss, bu ünlülerden bazıları.
Komiser Ersin Karapazarlıoğlu’nun birlikte çalıştığı Indiana’dan Neal H. Haskell’i de unutmamalı. O Haskell ki, işine o denli düşkündü, bundan 15 yıl kadar önce, 9-10 yaşlarındaki oğlu Chrissy’nin, deneyleri evde sürdüren babasına "Buzluktaki kediyi işe götür, sütün tadı bir garip oluyor" dediğini hepimiz biliriz.
Tabii bir de, henüz 30’larının başındayken, bir elinde cımbız, diğer elinde reçel kavanozuna tepeleme doldurduğu sarı ve turuncu renkteki kurtçuklarla dünyanın değişik TV kanallarını dolaşmaya başlayan, kurtçuklarının yakın plan çekimleri dergi kapaklarını süsleyen, Alman biyolog Mark Benecke var. Birkaç kez karşılaşma fırsatını bulduğum Benecke, 1995-1997 arasında New York Adli Tabipliği’nin laboratuvarında çalıştıktan sonra, ülkesine dönmüş ve Köln’de dünyanın ilk özel adli entomoloji laboratuvarını açmıştı.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2007
Yıllardır seyredegeldiğimiz film nihayet bitti. Çariçe Katerina, Baltacı Mehmet Paşa’nın çadırına bir kez daha girdi, böylelikle esas oğlan ve esas kızlar sevdiklerine kavuştular ve biz bir kez daha "Ah para sen nelere kadirsin" dedik. 21 Ocak 2007 günü Hürriyet Pazar’da yayınlanan "Bingazi Altılısı ve AIDS’li Çocuklar" başlıklı yazıda sözünü ettiğim 8 yıllık kabus, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin eşi Cecilia’nın, Libya lideri Muammer Kaddafi ile iki kez baş başa görüşmesi sonunda tatlıya bağlandı.
Dünyanın en büyük 9. petrol rezervine sahip ülke olan Libya, yüklüce bir tazminat, bir nükleer reaktörün yapımı, çölde uranyum aramaya destek gibi birkaç uluslararası antlaşma karşılığında, yıllardır cezaevinde tuttuğu, hatta önce idam cezasına mahkum ettiği, daha sonra cezalarını ömür boyu hapse çevirdiği bir doktorla beş hemşirenin, cezalarını çekmek üzere Bulgaristan’a gönderilmesine izin verdi.
24 Temmuz 2007 sabahı, kendilerini taşıyan bir Fransız resmi uçağından iner inmez, Cumhurbaşkanı Georgi Parvanov tarafından affedildiler. Affedilenler arasında, birkaç hafta önce Bulgar vatandaşlığına kabul edilen, Libya’da gördüğü işkence yüzünden bir gözünü kaybettiği, bir kolunun felç olduğu raporlanan Filistinli doktor da bulunuyordu.
Yıllar boyu, beş can üzerinden, pek çok ülkeyle yürütülen pazarlıkların arkasında büyük ekonomik çıkarlar var ve işin içine para girdiğinde, adaletmiş, insan haklarıymış, bilimmiş, delilmiş kimin umurunda!
LİBYA’DA NELER OLDU
Bingazi’deki Fatih Hastanesi’nde çalışan Filistinli stajyer doktorla 5 Bulgar hemşirenin, CIA ya da Mossad’ın emirleri doğrultusunda 400 çocuğa AIDS bulaştırmış olabileceğini söylemiş olan General Muammer Kaddafi’ye karşılık, mimar ve ressam oğlu Seyfülislam, ölüm cezasına çarptırılan Bingazi Altılısı’nın suçsuz olabileceğini ileri sürmüştü. Oğul, haklıydı aslında. Bilim, tarihte aynı hastanede yaşanmış en geniş AIDS salgınını bulaştıranların, bu sağlık görevlileri olmadığını göstermişti. Daha önceki yazımı okumamış olanlar için, sağlık personelinin suçsuzluğunu gösteren delilleri özetlemek, ayrıca gelişmelere ve konunun değişik boyutlarına değinmek istiyorum.
14 Aralık 1998 sabahı, Trablusgarp’taki Bulgar Büyükelçisi, Bingazi’deki Fatih Hastanesi’nin pediyatri bölümünde çalışan iki Bulgar hemşirenin tutuklandığını öğrendi. Aslında Libya polisi, bir ay kadar önce, "La" adlı dergide yayınlanan (daha sonra derginin kapatılmasına neden olan) Fatih Hastanesi’ndeki AIDS olgularındaki artışa dikkat çeken haberi ihbar kabul etmişti ve çok sayıda sağlık personelini bu çerçevede sorgulamaktaydı. Henüz ne Sofya’nın, ne de diğer dünya başkentlerinin Libya’da çıkacak AIDS skandalının boyutlarından haberi vardı.
İki hafta sonra Libya, Dünya Sağlık Örgütü’ne başvurdu, Fatih Hastanesi’nde yatan ve HIV virüsü taşıdığı belirlenen 400 kadar çocukla ilgili bir inceleme yapılmasını talep etti. Dr. P.N. Shrestha, Dr. A. Eleftherious ve Dr. V. Giacomet’ten oluşan ekip, Trablusgarp, Sirte ile Bingazi’de araştırmalarda bulundu ve HIV enfeksiyonuna, sterilizasyon ve tıbbi malzeme eksikliğinin yol açtığı sonucuna vardı.
Libya’da yaşananlar bir ilk değil. 1988’de Sovyetler Birliği’nde, 1990’ların başında Romanya’da binlerce çocuğun, değişik hastalıklar yüzünden tedavi gördükleri hastanelerde HIV virüsü kaptıkları ortaya çıkmış, 2006 yazında Kazakistan’ın güneyindeki Şimkent’te, aynı hastanede 100 kadar çocuğa HIV bulaşmıştır.
426 AIDS’Lİ ÇOCUKTAN 50’Sİ ÖLDÜ
10 Şubat 1999 günü, Fatih Hastanesi’nde görevli yabancı uyruklu 23 hekim ve hemşire, silahlı ve maskeli kişiler tarafından evlerinden alınarak bilinmeyen bir yere götürüldü. 17’si izleyen günlerde serbest bırakıldı. 14 Ağustos’ta Başsavcı Said Hafyana, olayın Libya’daki rejimi tehdit eden siyasi bir boyutunun bulunduğunu, sağlık personelinin yabancı bir istihbarat örgütü için çalışmış olabileceğini, hastalığı Libya’ya zarar vermek ya da bir araştırmada kullanmak amacıyla kasten bulaştırdıkları kanıtlandığı takdirde, ölüm cezasıyla yargılanacaklarını açıkladı.
Tam bir yıl sonra 7 Şubat 2000’de, Filistinli stajyer doktor (Eşref Ahmet Cuma) ve beş Bulgar hemşire (Kristiyana Valtçeva, Nasya Nenova, Valentina Siropulo, Valya Çervenyaşka ve Snejana Dimitrova) 44/1999 sayılı dava dosyası kapsamında, devletin güvenliğine karşı işlenen suçlara bakan Libya Halk Mahkemesi’ne çıkartıldılar. Fatih Hastanesi’ndeki 426 çocuğa kasten AIDS virüsü bulaştırmak, 23’ünün ölümüne neden olmak, ayrıca yasadışı cinsel ilişkiye girmek, içki imal etmek, kamusal alanda içki içmek, yasadışı döviz bozdurmakla suçlandılar. 2007 Temmuz itibariyle, AIDS’ten ölen çocukların sayısı 50’yi buldu.
Sanıkların işkence gördüğünü ileri süren savunma avukatları, sağlık personelinin kasten HIV’li kan enjekte etmediklerini, hastalığın Dünya Sağlık Örgütü uzmanlarının raporlarında yer aldığı biçimde, hastane hijyen koşullarının yetersizliği yüzünden yayıldığını ileri sürdüler ve HIV konusunda uluslararası üne sahip Profesör Luc Montagnier ile Profesör Vittorio Colizzi’nin bilirkişiliğini talep ettiler.
Yargıç İbrahim Abu Şinaf, Halk Mahkemesi’nin yetkisizliğine karar verdi, dava bir ceza mahkemesinde görülmeye başlandı ve savunmanın talebi doğrultusunda, Profesör Luc Montagnier ile Vittorio Colizzi, Libya makamlarınca bilirkişi olarak görevlendirildiler.
HIV virüsünün iki kaşifinden biri ve Dünya AIDS Araştırma ve Önleme Vakfı Başkanı Fransız Montagnier ve Avrupa’nın HIV/AIDS alanında çalışan en ünlü virologlarından İtalyan Colizzi, 402 Libyalı çocuk ve 19 annenin kanındaki HIV virüslerinin genlerini incelettiler. Filogenetik analiz, yani virüslerin genlerini inceleyerek soy gelişimi ve evrim geçmişini belirleme sayesinde oluşturulan soyağaçları, ortak bir kökene sahip olduğunu gösteriyordu.
VİRÜSÜN KAYNAĞI TEK BİR ÇOCUK
Salgının kaynağı, büyük bir olasılıkla, 1994 ile 1997 arasında 28 kez hastaneye yatırılan 356 protokol sayılı çocuktu. Bulgular, 16 yazarı arasında Libyalıların da yer aldığı bir makalede sunuldu. Ayrıca birçok çocuğun kanında sadece HIV değil, Hepatit B ve C virüslerine de rastlandığı yayınlandı.
Bu verilere dayanan Montagnier ve Colizzi, HIV virüsünün 21 çocuğun vücuduna 1997’den önce, yani Bulgar hemşireler henüz hastanede çalışmaya başlamadan girdiğini, tutuklanmalarından sonra yeni bulaşmaların gerçekleştiğini, hastanedeki hijyen koşullarının kötülüğünün virüsün yayılmasına yol açtığını, kasti bir bulaştırmanın söz konusu olmadığını belirttiler.
BİNGAZİ ALTILISI’NA İKİ KEZ İDAM
6 Mayıs 2004 günü, Bingazi Altılısı idam cezasına çarptırıldı. Lancet ve Nature gibi ünlü bilimsel dergilerde yayınlan filogenetik verilere dayalı savunmalar, fizik, kimya, fizyoloji ve tıp dalında Nobel ödüllü 114 bilim insanının Muammer Kaddafi’ye gönderdiği açık mektup, Bulgaristan’ın, hemşirelerini kurtarmak amacıyla başlattığı on binlerce kişiyi kapsayan imza kampanyaları, konserler, yürüyüşler, internet üzerinden gönderilen destek mektupları, Sınır Tanımayan Doktorlar, Sınır Tanımayan Avukatlar, Uluslararası Af Örgütü, Dünya Hemşireler Birliği ve daha nice sivil toplum örgütünün girişimi, Putin, Bush ve Avrupa’nın pek çok devlet başkanının, bilimsel delillere rağbet edilmesi gerektiğine ilişkin beyanatları, Bingazi Altılısı’nın 16 Aralık 2006 günü ikinci kez idam cezasına mahkum edilmesini engelleyemedi.
KADDAFİ’NİN İLK BAŞARISI
Son idam kararına bir kez daha itiraz edilirken, Kaddafi, sanıkların bırakılması yönündeki çağrıları "anlamsız saçmalıklar" şeklinde nitelendirerek reddetti ve hemşirelerin serbest bırakılması için bazı şartlar ileri sürmeye başladı. Bunlardan ilki, bir İskoç cezaevinde yatmakta olan Libyalı istihbarat subayı Megrahi’nin serbest bırakılmasıydı. Megrahi, 28 Ocak 2007 tarihinde, Hürriyet Pazar’da yayınlanan "Pan Am 103 patlaması 18 yıl sonra yeniden" başlıklı yazımda ele aldığım, 270 kişinin can verdiği Lockerbie faciasından sorumlu tutulmuştu. Kaddafi, subayının Libya’ya iadesini sağlayamadı ama, en azından davasının yeniden görülmesi yönünde bir karar çıkartabildi. Kaddafi’nin bir diğer talebi, HIV bulaştırılan hastaların ailelerine 4 milyar Euro’yu bulan tazminatın ödenmesiydi. Başlangıçta Bulgaristan ve onu güçlü biçimde destekleyen Almanya, tazminat talebine karşı çıktılar. Pek çok ülke, Libya’yı kınadı. Daha sonraki gelişmeleri zaten biliyorsunuz.
Filogenetik analizle geçmişe yolculuk
DNA ya da RNA’da kayıtlı genetik bilgi, kimi canlı türlerinde saatler gibi kısa sürede, kiminde binlerce yıllık bir süreçte küçük değişikliklere uğrar. Bu değişikliklerin yeri ve hızından yola çıkarak, incelenen canlı türünün geçmişine ait çok değerli bilgilere ulaşılır. Zaman içerisinde genetik bilgide meydana gelen değişiklikleri araştıran filogenetik analiz, sadece insanların göç yollarını değil, HIV virüsünün yolculuğunu da izlemede işe yarar.
Bulgar hemşirelerle Filistinli doktorun, Libyalı çocuklara kasten HIV virüsü bulaştırmadığını, enfeksiyonun, onlar göreve başlamadan önce yayılmaya başladığını, üstelik virüsün kaynağının bir tek çocuk olduğunu kanıtlayan adli amaçlı filogenetik analiz, ilk kez 1990’da, Floridalı bir dişhekiminin altı hastasına HIV bulaştırması olayında kullanıldı.
DİŞ HEKİMİNE 50 YIL
Hastalara HIV virüsünün nasıl bulaştığına ilişkin filogenetik incelemeler sürerken, hem doktor, hem de hastalar öldüğünden, tazminat davasından bir sonuç çıkmadı.
Bir yıl sonra, aynı kentte bir başka dişhekiminin AIDS’li olduğu anlaşıldığında, konu yeniden alevlendi, HIV virüsü taşıyan 28 hastasından hiçbirinin, hastalığı doktordan almadığı filogenetik analizle gösterilince, doktor aklandı.
Üç yıl sonra, yine bir dişhekimi, Dr. Richard J. Schmidt, eski kız arkadaşı hemşireye bir vitamin iğnesi yaptı. 6 ay sonraki kan tahlilinde HIV virüsü taşıdığı ortaya çıkan hemşire, kendisine hastalık bulaştırdığı iddiasıyla doktordan şikayetçi oldu ve bir erkek hastasından aldığı kanı kendisine vitamin diye enjekte ettiğini iddia etti.
Bilirkişi olarak görevlendirilen Baylor Tıp Fakültesi’nden Michael Metzker ve arkadaşları, her iki virüsün aynı ortak kökenden geldiğini kanıtlamak için yıllarca uğraştılar. Bulguları, Teksas ve Michigan üniversitelerinde görevli uzmanlar tarafından desteklenince, doktor, kasten adam öldürmeye teşebbüsten 50 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
CİNAYET SİLAHI AIDS
Geri zekalı bir erkeğe tecavüz eden HIV pozitif Avustralyalı, 12 yaşındaki erkek çocuğu taciz eden HIV’li Danimarkalı, hastalığı taşıdığını bildiği halde altı kadının ırzına geçen Belçikalı, hep filogenetik analiz sayesinde, mağdurlara HIV virüsü geçirdiği kanıtlanan ve bu nedenle daha ağır cezalara çarptırılan suçlular.
Kanada Adalet Bakanlığı’nda çalışan Uganda asıllı Johnson Aziga’nın, HIV virüsü taşıdığını gizleyerek beraber olduğu ve ikisi bu yüzden ölen 12 kadınla ilgili davası, Mayıs’tan bu yana sürüyor.
Kasten adam öldürmekten yargılanan Johnson Aziga’nın aleyhindeki tek delil, yine filogenetik analiz.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2007
Onlar ki, bize doğru yolu gösterendiler. Onlar ki, günahlarımızı affettirendiler. Nereden bilecektik çocuklarımıza yaptıklarını. Çocuklarımız büyüyüp her şeyi anlatana kadar. Omuzlarına dökülen siyah, dalgalı saçlarıyla, güzel ve genç bir kadındı Mary Grant. Kara gözlerinin içine bakmasaydınız eğer, mutlu bir kadın sanabilirdiniz onu. Mahkeme kapısının önünde, göğsüne bastırdığı, 10-12 yaşlarında, uzun siyah saçlı, kısık gözleri ışıl ışıl küçük bir kızın fotoğrafıyla duruyordu. Geçen hafta başında, "Papaz İstismarı Mağdurları Birliği"nin sözcüsü David Clohessy ile birlikte, Los Angeles güneşinin altında, öylece bekliyordu.
Mary Grant, iyi gitar çaldığı için peder John Lenihan’ın ilgisini çeken ve beş yıla yakın bir süre, haftada üç kez arabasıyla evinden alıp kiliseye götürülürken, pederin tacizine uğrayan küçük bir kızdı bir zamanlar. Arkadaşı Clohessy ise, kilise korosunda çalışan, kimsesiz olduğu için Tanrı’nın evine sığınan, günah çıkarmaya giden ve en güvendikleri insanın tacizine uğrayan sayısız çocuktan sadece biri.
4.5 yıl önce, kendileriyle aynı kaderi paylaşanların hakkını aramak üzere yola çıkmışlardı. Rahiplerin çocuklara yazdığı mektuplar, verdikleri hediyeler, olayların yaşandığı mekanlar fotoğraflanmış, görgü tanıkları tek tek bulunarak, anlatılanlar videoya kaydedilmiş, mağdurların tedaviye gittiği psikiyatri uzmanlarının raporları toplanarak yargıya teslim edilmişti.
Öğlene doğru, Los Angeles Roma Katolik Kilisesi Başpiskoposluğu, mağdurların her birine bir milyon dolardan fazla tazminat ödeneceğini açıkladığında pek sevindikleri söylenemez. Tıpkı, aynı tazminatı alacağını öğrenen, 60 avukata vekalet verip, 221 din adamı aleyhine toplam 570 dava açan kadın ve erkeğin sevinemediği gibi. Hatta Kardinal Roger Mahony’nin, en eskisi 1940 yılında yaşanmış bu olaylardan büyük üzüntü duyduğunu, kilise ve okullar dışındaki tüm malvarlıklarını satarak, toplam 660 milyon dolar ödeyeceklerini ve kilise adına özür dilediğini açıklaması da etkilemedi onları. Kaybedilen masumiyetin değeri parayla ölçülebilir miydi hiç? Özür dilense, pederlerin günahı unutulabilir miydi?
YER DEĞİŞTİREN PEDOFİL PEDERLER
Konunun, Amerikan toplumunu en rahatsız eden boyutu, kilise ve ona bağlı yurt, hastane, sosyal hizmet merkezi ve okullarda çalıştırılan görevlilerin, çocukları istismar ettiği bilindiği halde buna göz yumulması ve suçu işleyenin işine son verileceğine, olayın gizlenerek, görevlinin bir başka kilise, yurt ya da okula, hatta bir başka ülkeye tayin edilmesi olmuştur. ABD’de çalıştığı sırada çocuk istismarı suçlamalarıyla karşılaşan çok sayıdaki din görevlisinin, daha önce Filipinler’den Meksika’ya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden İrlanda’ya, görev yaptıkları ülkelerde benzeri olaylara karıştığı ortaya çıkmıştır.
30 yıllık bir zaman diliminde, yüz kilometrekarelik bir bölgede sekiz kez yeri değiştirilen, hatta bir ara psikiyatrik tedavi görmesine rağmen çalışmasına izin verilen peder Eleuterio "Al" Ramos’un 20’den fazla çocuğa yaptıkları, içki içirip porno filmler seyrettirdikten sonra otel odalarında ırzına geçtiği, başkalarına pazarladığı ve fotoğraflarını çektiği, mağdur çocuklardan birinin peşini bırakmadığı şikayeti sayesinde, yargı önüne çıkartılabildiği 2004’te anlaşılmıştı.
Ayrıntıları gayet iyi bilinen onlarca örnekten bir diğeri, peder Oliver O’Grady’nin yaşam öyküsüdür. 20 yıl boyunca Calfornia eyaletinin değişik kiliselerinde görev yapan İrlanda göçmeni Katolik din adamı, Joh ve James Howard kardeşlerle, üç yaşından başlayarak 13 yaşına varıncaya dek defalarca birlikte olması yüzünden 14 yıla mahkum edilmişti. Yedi yıl yattıktan sonra, denetimli serbestliğine karar verilmiş ve İrlanda’ya sınırdışı edilmişti. 2005 yılında peder, aralarında 9 aylık bir bebeğin de bulunduğu 25 kadar çocukla cinsel ilişkiye girdiğini ve eylemleri ortaya çıktıkça bir kiliseden diğerine tayin edildiğini ve hakkında başkaca hiçbir işlem yapılmadığını açıkladı.
Peder Oliver O’Grady’nin eylemlerini örtbas edenler arasında kardinal Roger Mahony’nin de bulunması, hatta bu bilgiye rağmen Los Angeles Roma Katolik Kilisesi Başpiskoposluğu’na terfi ettirilmesi, işi daha da vahim hale getiriyor. Hele, Katolik cemaatinin rahatsız olmaması için, çocuk istismarlarının gizlenmesi emrini Kardinal Joseph Ratzinger’in (yani Papa 16. Benedict) verdiğine ilişkin dedikodular, kilisenin itibarını iyiden iyiye gölgelemiş durumda.
Aslında, Benedict’in bu konuya hoşgörüyle baktığı iddiası insafsızlık olur. 2005’teki seçiminden önce, din görevlilerinin çocukları istismarını cezasız bırakmayacağını bildirmiş, nitekim geçen yıl, bunun ilk uygulamasını, kendisinden önceki Papa 2. Jean Paul’ün yakın dostu olduğu bilinen, "İsa’nın Lejyonerleri" adlı çok etkili bir misyonerlik faaliyetinin kurucusu, 86 yaşındaki Meksikalı peder Marcial Maciel Degollado’nun cemaat karşısında dua etmesini yasaklayarak göstermişti. 7000 üyeli "Papaz İstismarı Mağdurları Birliği" gibi sivil toplum örgütleri ise, arkası gelmeyen bu uygulamanın bir gösteriden ibaret olduğunu, yeni papanın tıpkı öncekiler gibi "kol kırılır, yen içinde kalır" politikasını sürdüreceğinden kuşku duymuyorlar.
VATİKAN BU İŞE NE DİYOR?
Çocukların cinsel istismar ve tacizinin, sadece Katolik din görevlileri ile sınırlı olmadığını ileri süren Vatikan, 17 Temmuz 2007 tarihli resmi açıklamasında, başka kurum ve kuruluşların da bu "çarpıklıkla" savaşması gerektiğinin altını çizdi.
Vatikan sözcüsü peder Federico Lombardi, Los Angeles Başpiskoposluğu’nun 660 milyon dolarlık uzlaşma girişimini, "geçmişteki acıları azaltacak, ileriye bakacak" bir çözüm olarak değerlendirdi ve bu eylemlerde bulunanları, ciddi ve affedilmez davranışları yüzünden suçladı.
17 Temmuz 2007 tarihli basın bildirisi, Vatikan açısından bir ilk. Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı din görevlilerinin pedofilik davranışlarını açıkça dile getirip, kınayan ve bu tür davranışlarla sert biçimde mücadele edeceğini açıklayan Vatikan, geliştirdiği yeni politikalar sayesinde, çocuk ve gençlerin daha güvenli ortamlarda yaşatılacağının sözünü verdi.
Vatikan sözcüsü Lombardi ayrıca, kilisenin dünya genelinde giderek artan pedofiliyle mücadelede öncü olacağını bildirdi. Kilisenin ne ölçüde öncülük edeceğini ve çelik kasalarda tutulan, din görevlilerine ait gizli sicil dosyalarını açıklayıp açıklamayacaklarını elbette zaman gösterecek.
KİLİSELER İFLASA GİDİYOR
Aslında Los Angeles’taki uzlaşma bir ilk değil. 2002’de, aynı nedenle ABD genelinde patlayan skandal, Boston Başpiskoposluğu’nun 550 kişiye 85 milyon dolar tazminat ödemesiyle sakinleştirilmiş, peder John Geoghan’ın çocukları istismar ettiğini bildiği halde, onu görevden almayıp, başka yere tayin ettiği ortaya çıkan Kardinal Bernard Francis Law istifa etmişti.
2004’te, Orange kilisesinin 90 mağdura ödediği 100 milyon dolar, geçen yıl beş ayrı kilisenin 360 kişiye ödemek zorunda kaldığı milyonlar ve geçen ay Portland Başpiskoposluğu’nun 175 kurbana ödediği 52 milyon dolar, ABD’nin Katolik kiliselerini birer birer iflasa götürüyor.
AVRUPA’DA MAHKÛM OLDULAR
Yeri gelmişken belirtelim, bu yazıyı okuyup, pederlerin işlediği günahların ABD ile kısıtlı kaldığı sanılmasın sakın. İrlanda’nın Fern piskoposu Brendan Comiskey, Viyana başpiskoposu kardinal Hans Hermann Groer, görev yaptıkları bölgede olan bitenler gazete manşetlerine taşındığında, toplumun baskısı yüzünden istifa etmek zorunda kalan din büyüklerinden sadece ikisi. Fransız peder Jean-Lucien Maurel’in 10 yıl, Rene Bissey’in 18 yıl hapse mahkûm edildiğini de unutmamak gerek.
Pedofili artmıyor, açığa çıkıyor
Pedofilinin, kiliseyle sınırlı olmadığını ve çocuğun en yakın akraba çevresinden başlayarak, her yapılanma içerisinde yaşanabildiği, ayrıca örtbas edilmeye çalışıldığı, kabul edilen gerçeklerdir. Pedofil olduklarını bildiği halde, 10 öğretmenin atamasını yapan ve bu konuda okul yönetimlerine bilgi vermeyen Eğitim Bakanlığı skandalıyla çalkalanan İngiltere, bir Gürcü çocuğun ortadan kaybolması üzerine, zengin ve güçlü bir grup pedofilin polis tarafından korunduğunu iddia ederek sokaklara dökülen Yunanistan, ilk anda aklıma gelen örnekler.
Bu nedenle Vatikan, pedofilinin kiliseye özgü bir durum olmadığını vurgulamak yerine, kendi personeline yönelik yıllardır yapılagelen binlerce şikayeti ele alacağından söz etse, sanırım daha inandırıcı olurdu.
Öte yandan pedofili, Vatikan’ın öne sürdüğü gibi dünya genelinde artışta değil. Geçmişte ne varsa, bugün de var. Hatta, yakalanıp yargılananların uzun süreli hapis cezalarına mahkûmiyeti, ayrıca kız ve erkek çocukların tacizcileri fark edecek biçimde eğitilmesi sayesinde, düşüşe geçtiği bile söylenebilir. Mağdurlar, olayın sadece kendi başlarına gelmediğini, kabahatin kendilerinde olmadığını öğrenip, failleri ele verdikçe, çocuklar, konuşmak için büyümeyi beklemeyip, kendilerine dokunan saygın ve güvenilir bir din görevlisi olsa bile "hayır" diyebildiğinde, pedofili daha da azalacak.
BUZ DAĞININ GÖRÜNEN KISMI
Genel olarak, toplumlardaki "normal dışı" davranışların boyutuna ilişkin güvenilir verilere ulaşmak güçtür. Bunlar arasında yer alan, cinsel içerikli eylemlerin, hele çocuklara yönelik olanların çapı konusunda ise, bir yorumda bulunmak olanaksız. Çünkü, mağduriyetlerin en paylaşılmayanı olan bu tip eylemlere ilişkin veriler, sadece adli makamlara yansıyan şikayetler, tutuklama ve mahkûmiyetlerle sınırlı kaldığından, gerçeğin ancak çok küçük bir bölümünü yansıtırlar. Bu nedenle buz dağının sadece suyun üzerindeki bölümünden haberimiz oluyor.
Öte yandan, cinsel istismar ve taciz, her ülkede aynı şekilde tanımlanıp cezalandırılmadığı için, resmi verileri birbiriyle karşılaştırmak ve şurada, bundan daha fazla ya da az gibi bir yorum yapmak da mümkün değildir. Ancak dünyanın neredeyse her yerinde, tıpkı Türk Ceza Kanunu’nun 102. ve izleyen maddelerinde tanımlandığı biçimde, "Cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar"ın bir eğitici ya da öğretici tarafından işlenmesi, cezayı ağırlaştıran nedenler arasında yer alır.
Failler arasında din görevlilerinin de bulunmasına şaşmamak gerekir. Çünkü, pedofilinin dini, ırkı, yaşı, cinsiyeti olmadığı, iyi bilinen bir gerçektir ve elimizde bu durumun, evlenmesi yasak Katolik din görevlileri arasında daha yaygın olduğunu ya da çocuklara yönelen kişilerin din görevlisi mesleğini tercih ettiğini gösteren hiçbir bilimsel veri yoktur.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2007
Atinalılar, her fırsatta oy kullanırdı. Örneğin, birbiriyle sürekli çatışarak toplumun huzurunu bozan siyasetçi ve askerlerden birini, 10 yıllığına sürgüne göndermek için bile küp başına giderlerdi. Oy kullanılır da hile olmaz mı hiç? O gün bu gün, dünyanın dört bir yanında çeşit çeşit usuller denendi. Kimileri birden fazla oy kullandı, kimileri bir felaketi bahane edip seçmenleri etkiledi, kimileri işini sağlama aldı, rakibini ebediyen ortadan kaldırdı.
Akroypol kazılarında ortaya çıkan sahte oylar
Milattan önce 471 yılıydı. Atinalılar, pazar yerinde toplanmış oy kullanacaklardı. 2500 yıl önce, günümüzdekine benzer oy pusulaları yoktu elbette. İsimler, ostrakon denen kırık seramik parçaları üzerine kazılır, küplerin içine atılırdı. Adına 6 binden fazla ostrakon çıkan kişi, 10 gün içinde kenti terk etmek zorundaydı. Halkın kararına uymamanın cezası ölümdü.
O gün ostrasizm kararı alınacak kişi, deniz kuvvetleri kumandanlarından Temistokles’ti. Uzunca bir süredir, bir diğer ünlü komutanla (Aristides) ters düşmekteydi. Birinin "ak" dediğine, diğerinin "kara" demesinden gına gelmişti. Kimine göre çok terbiyesiz ve densiz, kimine göre kötü bir yönetici, kimine göre rüşvetçi Temistokles’in adının yazılı olduğu ostrakon sayısı 6 binin çok üzerindeydi ve kumandan tasını tarağını topladı, Atina’yı terk etti.
Asırlar sonra, agora kazılarına başkanlık eden arkeolog John McK Camp’in ekibi, Atina Akropol’ünün kuzey yamacında, içinde küçük seramik parçaları bulunan küplere rastladılar. Birinden, Temistokles’in adı kazılı 190 ostrakon çıktı. İlginç olan, 190 oy pusulasının, 190’ında farklı el yazılarının olmamasıydı. 13 kişi oturmuş, 190 oy hazırlamıştı.
Görüldüğü gibi oy sahteciliği yeni bir şey değil. Sınıf temsilciliğinden cumhurbaşkanlığına, seçimler olduğu sürece, sahtecilik de olmuş. Kiminde Temistokles’in başına geldiği gibi, aynı kişi, birden fazla oy vermiş, kiminde tehditle, korkuyla oy verdirilmiş, oylar eksik ya da fazla sayılmış, satın alınmış, ölüler de oy kullanmış, sandıklar çalınmış. Kısacası, 2500 yıl önce ne olmuşsa, hep tekrarlanmış.
Yangınla yükselen diktatör
30 Ocak 1933 tarihinde, Alman Cumhurbaşkanı von Hindenburg, Şansölye (başbakan) Adolf Hitler’i, ülkeyi 5 Mart’ta seçimlere götürecek bir koalisyon hükümeti kurmakla görevlendirdi. 27 Şubat 1933 gecesi, yani seçimlerinden altı gün önce, parlamento binası Reichstag’da yangın çıktı. Hitler ve başkanı olduğu Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi NSDAP, çıkış nedeni günümüzde bile belirsizliğini koruyan bu yangının, ülkenin düzenini tehdit eden komünistlerin işi olduğunu ileri sürünce, ortanın solundaki partiler hızla itibar kaybetmeye başladı.
Polis, alelacele çıkartılan Reichstag Yangını Kararnamesi’ne dayanarak, Alman Komünist Partisi üyelerinin tamamını, Sosyal Demokrat Partisi’nin pek çok üyesini tutukladı, aralarında öldürülenler oldu.
5 Mart 1933 seçimlerinde Hitler’in partisi, oy oranını bir önceki seçimlere göre 10 puan arttırdı ve yüzde 43.9’le birinci parti oldu. Merkez Partisi ve Alman Milliyetçi Halk Partisi’ni yanına alarak üçte iki çoğunluğa ulaştı ve 23 Mart 1933’te, Yetki Yasası’nı geçirdi. Yetki Yasası, bir yandan Hitler’i olağanüstü yetkilerle donatacak, diğer yandan partisine, parlamento onayı olmadan yasa çıkartabilme gücü verecekti. İlk işleri, muhalif partilerin kapatılması oldu. Bir yangını kullanarak seçmenlerin içine salınan korkunun ardından gelişen olaylar, sadece bir ülkenin değil, dünyanın kaderini değiştirecekti.
HELLO GARCI, HELLO MA’AM
35.4 milyon Filipinli, 10 Mayıs 2004 günü cumhurbaşkanlığı seçimi için sandık başına gitti. Kazanan Bayan Gloria Macapagal Arroyo ile onu en yakından izleyen Fernando Poe arasındaki oy farkı sadece 1.1 milyondu. Arroyo’nun seçimlere hile karıştırdığı dedikoduları bir türlü bitmedi.
Seçimlerin üzerinden bir yıl geçmişti ki, Filipin Ulusal Soruşturma Bürosu eski başkan yardımcılarından hukukçu Samuel Ong, elinde bir telefon kaydının bulunduğunu söyledi. "Selam Garci" diyordu bir kadın sesi, "Selam Hanımefendi" diye yanıtlıyordu erkek. Bir ara, "Yung dagdag, yung dagdag" diye fısıldıyordu kadın. Yani "Eklemeler, eklemeler." Samuel Ong konuşanların, Cumhurbaşkanı ile seçim kurulunda görevli Virgilio Olivar Garcillano olduğunu ileri sürdü.
Filipin Üniversitesi’nden sosyolog Randy David ve Filipin Araştırmacı Gazetecilik Merkezi’nden Sheila Coronel, ilk dinlenişte hiçbir özellik taşımayan bazı sözcüklerin taşıdığı gizli anlamları çözdüklerini ve Arroyo’ya seçimi kazandıran 1.1 milyon oyun, seçim kurulundaki hileyle eklendiğini ileri sürdüler.
Bantlar, biri Avustralya’da diğeri ABD’de, iki ayrı şirket tarafından incelendi. Ses, Cumhurbaşkanı’na aitti. Arroyo, sesin kendisine ait olduğunu kabul etmekle birlikte, sözcüklere atfedilen gizli anlamları reddetti. Profesör Randy David, 2006 başlarında Cumhurbaşkanı’na yönelik bir darbe girişimi ardından ilan edilen bir haftalık olağanüstü hal sırasında tutuklandı, ancak kısa bir süre sonra serbest bırakıldı.
2004 seçimlerine hile karıştırıldığı iddiaları hálá sürüyor ve Filipinli gençlerin cep telefonları üç yıldır, Araştırmacı Gazetecilik Merkezi’nin internet sayfasından indirdikleri 32 çeşit "Hello Garci, Hello Ma’am" ziliyle çalıyor.
GÖZÜ KARA "DÜŞÜK VERGİ" LOOPER
ABD’nin Tennessee eyaletinde temsilciler meclisi ve senato üyeliği yapmış çiftçi Tommy Burks, biyoloji dersinde evrim kuramının öğretilmesinden, kürtaja; kumardan, piyangoya birçok şeye şiddetle karşı çıkan, pek muhafazakar bir Demokrat Partili’ydi. 28 yıl boyunca, tek gün tatil yapmadan hizmet ettiği seçim çevresinin, en sevilen ve desteklenen politikacısıydı.
1998 seçimlerine bir aydan az kalmıştı. Burks, yine adaydı. 18 Ekim sabahı çiftliğinde, otomobilinin direksiyonunda ölü bulundu. Olay yerini inceleyen memur Gary Roach, "Yabancıya ait ayakkabı izi yok. Parmakizi yok. Anlaşılan katil, bulunduğu araçtan inmeden ateş etmiş. Bulunan tek iz, kahyanın çizmelerine ait. Onlar da çiftlik araçlarının hiçbirinde olmayan Viper marka oto lastiği izlerinin üzerinde" dedi. Zaten cesedi bulan ve polise haber veren kahyaydı.
"Yakın atış" diye kayıtlıydı Dr. Sullivan Smith’in otopsi raporunda. "9 mm’lik kurşun, sol kaşının üzerinden girmiş, neredeyse yatay biçimde ilerlemiş, sağ parietal lobDa kalmış. Başka bulgu yok."
Kahya Rex, o sabah çiftliğin önünden birkaç kez geçen siyah otomobili, patronunun rakibi Byron Looper’e benzeyen birisinin kullandığını söyledi. Vergileri düşüreceğini söyleyip duran Looper, göbek adı Anthony’yi mahkeme kararıyla değiştirmiş, "Low Tax" (Düşük Vergi) yapmıştı.
Burks’un dul eşi Charlotte, ölen kocasının yerine seçimlere adaylığını koydu. Oy pusulaları çoktan basıldığından, adı pusulalarda yer almadı. Onu seçmek isteyenler, el yazısıyla adını kağıda yazmak zorundaydı. Charlotte Burks, 30.274 oy alarak kazandı. Cezaevinde yargılanmayı bekleyen katil zanlısı "Düşük Vergi" ise, sadece 1.531 oy aldı.
22 ay sonra, Byron Low Tax Looper, seçimleri kazanabilmek için rakibini öldürdüğünü itiraf etti. Ömür boyu hapisle cezalandırıldı. Halen, Tennessee’deki Brushy Mountain Cezaevi’nde yatıyor.
Öldür onu Pablo, öldür onu
1979 yılında Yeni Liberalizm hareketini başlatan Luis Carlos Galan, 1982’de Kolombiya cumhurbaşkanlığına adaylığını koydu. Muhafazakarların adayı Belisario Betancur’a karşı yenilmekle birlikte, aldığı oylar onu öylesine yüreklendirdi ki, 1990’da yapılacak seçimler için aynı göreve yeniden talip oldu ve kampanyasını, ülkesinin güvenlik ve istikrarını tehdit eden Medellin uyuşturucu kartelinin lideri Pablo Escobar ile mücadele üzerine oturttu.
Seçimlerin bir diğer adayı, Alberto Santofimio Botero’ydu. Luis Galan, yaptığı her seçim konuşmasında, rakibinin seçim kampanyasını, Escobar’ın finanse ettiğini yineleyip duruyordu. Luis Galan, 18 Ağustos 1989 günü başkent Bogota’nın güneyindeki varoşlardan Soacha’ya gitti. 18 silahlı adamının korumasında halka seslendiği sırada, bir makineli tüfekten çıkan mermilerle can verdi. 1990 seçimlerini, onun ölümünden sonra adaylığını koyan, arkadaşı ve seçim kampanyasının mimarı Cesar Gaviria kazandı.
İzleyen yıllarda Pablo Escobar, ABD’nin sağladığı radyo frekansı izleme teknolojisinin yardımıyla saklandığı yerde bulunacak, çıkan çatışmada öldürülecek, uyuşturucu ticareti Medellin kartelinin elinden çıkarak, Cali çetesinin kontrolüne geçecekti. Galan suikastiyle ilgili olduğu düşünülen Escobar’ın yakın adamları yakalanıp yargılanacak, 20 yıla mahkum edilen John Jairo Velasquez dışındakilerin hepsi ölecekti.
Galan suikastinden 16 yıl sonra Velasquez, cumhurbaşkanı adayının öldürülmesini, rakibi Alberto Santofimio’nun istediğini, "Öldür onu Pablo, öldür onu. Eğer kazanırsa, seni Amerikalılara teslim eder. İdam edilirsin" diyerek, patronları Pablo Escobar’ı korkuttuğunu ileri sürdü.
Alberto Santofimio, bu iddialar üzerine hemen tutuklandı. 2006 Haziran’ında başlayan "cinayete azmettirme" davası hálá sürüyor. Savcı, 62 yaşındaki eski bakanın 40 yıl hapsini istiyor.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2007
Suçlular genellikle, dikkatli birinin fark ettiği küçük bir ayrıntıyla yakalanır. Yere düşen bir düğme, pantolona tutunan bir yaprak, saçlara takılan bir sicim lifi gibi. Bundan 47 yıl önce kaçırılıp öldürülen küçük çocuğun üzerinde çok sayıda ipucu vardı ama, katile götüren ayrıntıyı fark eden bir postacı oldu.
Avustralya’nın güneydoğusundaki sahil kenti Sidney’in, hemen liman girişindeki ünlü opera binası henüz inşa edilmemişti. Açılan yarışmada birinci olan, Danimarka asıllı mimar Joern Utzon’un, soyulmuş portakal dilimlerinden ilham alarak çizdiği projeyi yapacak paraları yoktu çünkü. Bu nedenle "opera piyangoları" düzenleniyordu. Onuncu piyango, 1 Haziran 1960 günü çekildi ve büyük ikramiye 3932 sayılı bilete çıktı. Ertesi sabah gazeteler, Bay Bazil Thorpe’un fotoğrafını bastılar. Yüzünde kocaman bir gülümseme, elindeki bileti havaya kaldırmış, zaferini ilan ediyordu. O tarihte büyük ikramiyeleri kazananların ad ve adresleri gizlenmiyordu henüz ve hiç kimse, Bay Bazil Thorpe’un küçük oğlunun fidye için kaçırılacağını hayal bile edemezdi. Avustralya’da o güne değin, böyle bir amaçla kimse kaçırılmamıştı.
KÜÇÜK PEUGEOT’NUNKAÇIRILIŞINDAN İLHAM
Aynı sabah, Stephen Leslie Bradley, kahvaltı masasının üzerine yaydığı gazetesinin sayfalarını çevirirken, biletini havaya kaldıran adamın fotoğrafını gördü ve görür görmez, önceki haftalardaki haberi anımsadı. Otomobil kralı milyoner Raymond Peugeot’nun, dört yaşındaki oğlu Eric, 12 Nisan 1960 günü Paris’teki bir golf kulübünün oyun parkından kaçırılmış, talep edilen fidye ödenir ödenmez, çocuk serbest bırakılmıştı. Üstelik aradan 1.5 ay geçtiği halde, çocuğu kaçıran ya da kaçıranlar yakalanmamıştı. (Çocuğu kaçıran iki kafadar, altı ay sonra paraları harcamaya başladılar. Bir altı ay sonra da yakalandılar. Çocuk kaçırarak zengin olmanın konu edildiği bir Amerikan romanından ilham aldıkları ortaya çıktı)
"Neden olmasın?" diye düşündü Bradley. "Macaristan’dan göç edeli 10 yıl oldu. Yabancı olduğum anlaşılmasın diye, Istvan Baranyay olan adımı bile değiştirdim. 35 yaşına geldim, bir türlü doğru dürüst para kazanamadım. Karıma, üç çocuğuma istediğim hayatı yaşatamadım." Kararını verdi. Gazete, piyangoyu kazanan adamın iki küçük çocuğu olduğunu yazıyordu. İyi bir plan yapacak, Thorpe’ların çocuklarından birini kaçırıp fidye isteyecek, parayı alır almaz serbest bırakacak ve bir yolunu bulup anavatanına dönecekti. Çocuğu kaçıranın kendisi olduğu anlaşılsa bile, Macaristan ile Avustralya arasında suçluların iadesi anlaşması yoktu.
Önce, Thorpe’ların telefonunu, evlerinin yerini, gün içinde neler yaptıklarını, çocuklarını ne zaman, nerede yalnız bıraktıklarını öğrenecekti. Nitekim öyle yaptı, Thorpe’ların, Sidney’in 7 kilometre kadar güneyindeki Bondi kumsalına birkaç dakika uzaklıktaki Edward sokağında, bir apartmanın giriş katında oturduğunu öğrendi. Sekiz yaşındaki oğulları Graeme, hafta içi her gün saat tam 8:30’da, tek başına evden çıkıyor, 50 metre kadar yürüdükten sonra sağa sapıyor, 5-10 dakika kadar sonra önünde duran bir otomobile biniyordu. Aracı hep aynı kadın kullanıyor, arka koltukta da hep aynı 8-10 yaşlarındaki çocuk oturuyordu. Anlaşılan kadın, kendi çocuğu ile Thorpe’ların oğlunu okula götürüyordu.
POLİS ACELE EDİYOR
7 Temmuz 1960 Perşembe sabahı, 8:30’da, yani büyük piyango çekilişinden tam 5 hafta sonra, küçük Graeme, üzerinde gri üniforması, kasketi, sırt çantasıyla evden çıktı, annesinin arkadaşı Bayan Smith, her zamanki gibi saat 8:35’te oğluyla birlikte köşeye geldi ama çocuğu göremedi. Öğlene doğru, Thorpe’ların telefonu çalıyor, yabancı şiveli bir erkek, telefonu açan anneye, çocuğunun elinde olduğunu söylüyor ve saat 17:00’ye kadar, piyangodan kazandıkları paranın dörtte birini teslim etmelerini istiyordu. "Parayı nereye bırakalım?" diye sordu kadın. "Sizi tekrar arayacağım" dedi adam.
Zavallı anne, sesi tanımıştı. Bu, piyangoyu kazandıklarının hemen ertesi günü kapısını çalan, kara gözlükleri yüzünün yarısını kaplayan, uzun paltolu garip adamın sesiydi. (Avustralya, güney yarıkürede olduğundan, kış mevsimi Haziran’da başlar) Adam, "Bognor’lar burada mı oturur?" diye sormuştu. "Ne yazık ki, onları tanımıyorum" demişti kadın. "Bir de üst kattakilere sorsanız. Belki onlar tanıyordur."
Polisin böyle ayrıntılarla vakit kaybetmeye hiç tahammülü yoktu. Çocuğu sağ salim, bir an önce bulmak istiyordu. Olayı soruşturmakla görevlendirilen emniyet amiri Bert Windsor, fidyecinin telefon ettiğini öğrenir öğrenmez harekete geçti ve belki de hayatının en büyük hatasını yaparak bir basın toplantısı düzenledi. Avustralya gazeteleri hemen ikinci baskılarını yaparak, küçük çocuğun bir yabancı tarafından kaçırıldığını sürmanşetten duyurdular ve Thorpe’lar, çocuklarını kurtarabilmek için, değil paranın dörtte birini, tamamını vereceklerini açıkladıkları halde, bir daha kimse telefon etmedi ve bir daha kimse küçüğü canlı göremedi.
Kilime sarılı küçük ceset
Polisteki izinler kaldırıldı. Yüzlerce görevli, Sidney ve çevresini ev ev, karış karış aramaya başladı. Kısa sürede soruşturma, civar kasabalara, limanlardaki teknelere yayıldı. Aradan 24 saat geçmemişti ki, kentin kuzeyine doğru uzanan Wakehurst Parkı karayolunun yan tarafındaki ağaçlıklar arasında boş şişe toplayan yaşlı bir adam, bulduğu okul çantasını karakola teslim etti. Çantanın üzerinde, çocuğun adı yazılıydı.
Helikopterler, çantanın bulunduğu bölgenin üzerinde uçmaya, iz süren köpekler ağaçların arasında koşuşturmaya başladılar. Üç gün sonra, çantanın bulunduğu yerin yaklaşık iki kilometre kadar kuzeyinde, bu kez yolun karşı tarafındaki ağaçlıklar arasında, okul beresi, yağmurluğu, defterleri ve sefertası bulundu.
Thorpe ailesine komşu bir kadın, çocuğun kaçırıldığı günün erken saatlerinde, metalik mavi renkte, 1955 model bir Ford Customline otomobilin, evlerinin önüne park etmiş olduğunu hatırladı. Mahallede böyle bir araca sahip olan yoktu. O tarihte araç ruhsatları henüz bilgisayarlara kayıtlı değildi, bilgiler kartotekslerde saklanırdı. Polis, aynı model 5 bin aracın bilgisini teker teker taramaya başladı. Günümüzde saniyeler alacak bu iş, günlerce sürecekti.
SONA DOĞRU ADIM ADIM
Haftalar geçti, küçük Thorpe’un canlı bulunabileceği umudu giderek azaldı, 16 Ağustos’ta, tümüyle son buldu. Saklambaç oynayan iki çocuk, Seaforth kasabasının hemen dışında, kilime sarılı cesedine rastladılar. Elleri, ayakları iple bağlıydı, başına vurulmuştu, boynuna ipek bir eşarp dolanmıştı. Gri okul üniforması, hálá üzerindeydi.
Sidney Bilimsel Araştırma Bürosu uzmanları, daha ceset bulunduğu yerden kaldırılmadan, delilleri toplamaya başladılar. Giysilerin ve kilimin üzerine yapışmış pembe renkteki küçük tanecikleri, saç ve kılları, bazı bitki kalıntılarını, hatta ayakkabı ve çoraplardaki küfleri özenle paketlediler. Kilimin bazı püsküllerinin kopuk olduğunu fark ettiler.
Sağlık Bakanlığı Adli Tıp Teşkilatı’nın başkanı Dr. Cameron Cramp "Bu saçlar üç farklı kişiye ait. Kıllar ise bir köpeğin. Büyük bir olasılıkla bir Pekinese" deyince, rahat bir nefes aldılar. Nihayet bir ipucuna ulaşılmıştı. Thorpe’ların köpeği olmadığına göre, katilin evinde bir köpek vardı.
Peki çocuk ne zaman öldürülmüştü? Cevabı, bitki patoloğu profesör Neville White’ın raporunda kayıtlıydı. "Çorapta dört çeşit küf mantarı var. Bunlar 6 haftalık." Çocuk, ortadan kaybolalı 6 hafta olmuştu. Demek kaçıran, onu hemen öldürmüştü.
Sidney Jeoloji ve Maden Müzesi uzmanlarından Horace Whiteworth, pembe taneciklerin kurumuş tuğla harcı olduğunu bildirdi, Sidney Herbaryumu’nun ilk kadın botanikçisi Dr. Joyce Vickery de, bitki kalıntılarının iki farklı selvi türüne ait olduğunu. "Ağaçlardan biri sıradan, her yerde bulunan bir tür, diğer selvi türüne buralarda pek ender rastlanır" diye kaydetti Vickery. "Çocuğun atıldığı bölgede bu selvi yetişmez. Her iki türün bir arada bulunması ise, büyük bir istisnadır." Demek ki küçük Thorpe, başka bir yerde öldürülmüş, kilime sarılıp buraya atılmıştı.
Polis, iğneyle kuyu kazarcasına, pembe harçlı evin peşine düştü. Bahçesinde iki tür selvi ağacı olmalıydı. İçinde, şivesi bozuk bir adamla, kulakları yeri süpüren, uzun beyaz tüylü bir köpek. Baktı olacak gibi değil, halkın yardımını istedi.
CİNAYETİ ÇÖZEN POSTACI
Moore Sokağı 28 numaradaki pembe harçlı tuğla evi, önündeki mavi otomobili, bahçesindeki değişik selvileri, kendisini gördüğünde havlayan uzun beyaz tüylü köpeği, İngilizceyi bir tuhaf konuşan sahibini, Macaristan’dan gönderilen mektupları, ilk hatırlayan bir postacı oldu.
Keşke polis, Moore Sokağı’ndaki evin kapısını daha erken çalabilseydi. Burada oturan Macar asıllı aile, Himalaya adlı yolcu gemisine binmiş, Londra’ya doğru yol almaktaydı bile. Birkaç gün önce köpeklerini veterinere, metalik mavi Ford’larını oto galerisine bırakmış, tası tarağı toplayıp gitmişlerdi.
Gerçi, bahçedeki selviler, tuğlalar arasındaki pembe harç, pek değerli deliller sayılmazdı ama, ya tavan arasındaki fotoğrafa ne demeli. Ailecek bir kilimin üzerine oturmuş, piknik yapmaktaydılar ve kilim, çocuğun cesedinin sarıldığı kilimdi. Evin parkeleri arasındaki lifler, kilimin püsküllerini, veterinerdeki köpek, çocuğun üzerindeki kılları, galericiye bırakılan metalik mavi otomobilin bagajındaki pembe tanecikler, zavallı küçüğün üniformasına yapışıp kalanları bire bir tutuyordu. Bütün bunlar, Stephen Bradley’in gemi sefasına son vermeye yetti.
ONU KÖPEK BALIKLARINA ATIN
Himalaya gemisi, yol üzerindeki Colombo limanına demirlediğinde, Avustralya’dan gelen polisler, Stephen Bradley’i tutukladılar ve ailesiyle birlikte Sidney’e getirdiler. 21 Kasım günü, ölen çocuğun annesi, 16 kişi arasına yerleştirilen Bradley’in hem sesini, hem de fiziksel görünümünü teşhis etti. Bu ses, ona telefon eden kişinindi. Piyangoyu kazanmalarının hemen ardından, kapısını çalan adam da oydu.
Bradley, çıkarıldığı mahkemede çocuğu kaçırdığını itiraf etti. Ancak, "Kesinlikle öldürmek istemedim. Polisin basın toplantısından sonra paniğe kapıldım. Otomobilin bagajına sakladım. Başı, çırpınırken, sağa sola çarpıp kırılmış olmalı" dedi. Adli tıp uzmanı Dr. Cramp, bu iddiayı zorlanmadan çürüttü. "Kafatasındaki kırık, çok güçlü bir darbenin sonucu. Bu yaştaki çocuğun, böyle bir gücü olamaz."
"Çocuğu ben boğmadım. Bagajdaki hava tükenmiş olmalı" diye kendini savunmaya çalıştıysa da, Stephen Bradley 29 Mart 1961 günü ömür boyu hapse mahkum edildi. Mahkeme salonunun dışına birikenler "Onu köpek balıklarına atın" diye bağırıyordu. Bradley, 6 Ekim 1968’de Gouldburn Cezaevi’nde geçirdiği bir kalp krizi sonrasında öldü. 42 yaşındaydı.
Bu olaydan sonra Avustralya Ceza Kanunu’na "çocuk kaçırma" suçu eklendi ve bir daha da ikramiye kazananların ad ve adresleri açıklanmadı.
Kıssadan hisse
Üzerinden neredeyse yarım asır geçmiş olan bu felaketten almamız gereken dersler var. İlki, polisin medya ile iletişimde zamanlamaya ne denli dikkat etmesi gerektiği. İkincisi, çoraptaki küfün bile işe yarayacağını bilen olay yeri uzmanlarının önemi. Bir diğeri, polisin, farklı alanlardaki bilim insanlarına başvurmasının vazgeçilmezliği ve nihayet, suçla mücadelede, yol kenarında şişe toplayandan postacıya kadar, herkese ihtiyaç olduğu.
Yazının Devamını Oku