11 Kasım 2007
Dopingle mücadelesiyle ünlü profesör Sandro Donati bir öneride bulundu. "Çocuklarımızı seviyorsak, kırılan rekorları çöpe atalım ve her şeye yeniden başlayalım. Hepsi doping ve yolsuzlukla kazanıldı. Gelecek kuşaklar aynı yollara başvurmazsa, daha iyilerinin başarılması imkansız." Otel odasında ölü bulunan İtalyan bisikletçi Marco Pantani’nin ensesinde tırnak izleri, ağzında kokain bulunduğu öne sürülüyor. Yoksa, Donati’nin saydıklarına cinayeti de mi eklemeli?
İtalyan Donati’nin girişteki bu sözleri, 30 Ekim 2007 günü dile getirdi. Dünyanın en kuzeyindeki başkent Reykjavik’te gazeteci, akademisyen, hakem, yönetici ve sporcular Play The Game zirvesinde bir araya gelmiş, sporu tehdit eden doping, yolsuzluk, bahis ve şike iddialarını masaya yatırıyor, sporun siyasete nasıl alet edildiğini, yaşam biçimlerini nasıl etkilediğini tartışıyorlardı.
Bu konuların neredeyse hiç yaşanmadığı Reykjavik, bu sorunların ele alınması için biçilmiş kaftan. İzlanda’nın herkese örnek olması gereken bu özelliğine karşılık, toplantının sürdüğü beş günlük kısacık dönemde bile, dünyanın dört bir yanındaki, sporla ilgili, rahatsız edici haberler saymakla bitmedi.
Örneğin, eski dünya bir numaralarından İsviçreli güzel tenisçi Martina Hingis, "Hiç doping yapmam, aslında ilaçlardan çok korkarım" demesine rağmen, idrarında kokain bulununca kendisini emekliye ayırdı; Alman Federal polisi, Freiburg savcısının emriyle, iki doktorun tıp fakültesindeki odasını aradı, bisikletçilere kan dopingi yaptıklarını kanıtlayan bilgi ve belge topladı; Singapur’un badminton milli takımı antrenörü, 2004’te "yılın sporcusu" seçilen Zeng Kingjin iki kez rüşvet aldığı iddiasıyla mahkemeye verildi; Polonya’nın eski Spor ve Turizm Bakanı Tomasz Lipiec, yolsuzluk nedeniyle tutuklandı, vs. vs.
Yoksa, Reyjkavik toplantısının sonunda, 20 yılı aşan mücadelesi nedeniyle ödüllendirilen profesör Sandro Donati haklı mı? Üzerlerine doping, yolsuzluk ve rüşvet gölgesi düşmüş rekorları, birincilikleri çöpe atıp her şeye sıfırdan mı başlamalı? Donati, 1980’li yıllarda İtalyan Atletizm Federasyonu’nun yaygın ve sistematik biçimde dopingi desteklediğini ortaya çıkarttıktan sonra İtalyan Olimpiyat Komitesi’nden kovulmuş, yıllar sonra yeniden görevine dönmüş, 1998’de bisikletçilerin EPO (eritropoietin) ile doping yaptığını kanıtlamış, olimpiyat komitesi başkanı Mario Pescante istifa etmişti.
DOPİNG AZALIYORYOLSUZLUK ARTIYOR
8 Temmuz 1998 günü Fransız gümrükçüler, Belçika’ya geçmekte olan Willy Voet’un bagajını açtırdılar. Willy Voet bir fizyoterapistti, üstelik Festina bisiklet takımının fizyoterapisti. Bagajında EPO, büyüme hormonu, testosteron, uyuşturucu madde, amfetamin ve sayısız enjektör ele geçti. Fransa Turu’nu, 10 yıl içinde Utanç Turu’na dönüştüren doping skandalı böyle patladı.
Aynı yıl, Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin bazı üyelerinin, 2002 Kış Olimpiyatları’nı ABD’nin Salt Lake City’sine vermek için rüşvet aldığı ortaya çıktı. Bu iki olay, sporda doping, rüşvet, şike, kara para aklama ve akla gelebilecek her türlü usulsüzlük iddialarının üzerine gidilmesinde bir milat oluşturdu.
Geçen on yılda, dopingli sporcu sayısında gözlenen azalma, ne yazık ki dopingin, sağlıkla oynanan bir kumar olduğunun algılanmasından değil, sıklaşan kontroller ve gelişen laboratuvar yöntemleri sayesinde ortaya çıkacağından korkulması yüzünden. Dile getirilen öylesine ilginç önlemler var ki, eğer kabul görürse, doping yapmak giderek zorlaşacak. Örneğin Avustralyalı ünlü kan dopingi uzmanı Michael Ashenden, sporcuların saat, bileklik ya da cep telefonlarına GPS (küresel konumlandırma sistemi) takılmasını öneriyor. Böylelikle doping denetçileri onları sürekli izleyebilecek.
Doping belki azalıyor ama, diğer yolsuzluk ve ahlaksızlıklar azalmak bir yana, giderek her ülkeye ve spor dalına yayılıyor. Hatta, "Sporda Yolsuzluk" adlı kitabın yazarı gazeteci Jens Weinreich, su yüzüne çıkanların, buzdağının sadece yüzde 5’i olduğunu ve esas yozlaşmanın Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nde yaşandığını iddia ediyor.
ALS ÖLÜMLERİNDE DOPİNGİN ETKİSİ VAR MI?
Yıllardır doping ve yolsuzluklara karşı savaşan Torino savcısı Raffaele Guariniello, 26 Ekim 2007 tarihli demecinde, İtalyan futbolcuların yüzde 80’inin protein ve kreatin aldığını, her iki futbolcudan birinin, yaralarının daha çabuk iyileşmesi için ilaca başvurduğunu ve her beş futbolcudan dördünün, sıklıkla ağrı kesici kullandığını söyledi.
İtalyan futbolcularda kanser, lösemi ve motor sinirleri etkileyerek kas hareketlerine engel olan ALS’nin, yani amiyotrofik lateral skleroz hastalığının sıklığı toplumun geneline oranla daha yüksektir. 2003’te Torino Üniversitesi, ALS’nin futbolcularda görülme sıklığını, normalin 6 katı olarak hesaplamıştı. Aradan geçen dört yılda eklenen kayıplarla, bu sayı günümüzde 23 kata yükseldi. Savcı Guariniello, top koşturmuş 30 bin profesyonel futbolcunun dosyasını incelediğini ve ALS’ye bağlı ölümlere, doping ve ilaçların kötüye kullanılmasının yol açmış olabileceği sonucuna vardığını söyledi.
Futbolcularda ALS riski, uzunca bir süredir araştırıcıların dikkatini çekmekteydi. Bildiğiniz gibi, eski Fenerbahçeli futbolcu Sedat Balkanlı ve halen ALS Derneği’nin başkanlığını yürüten eski Trabzonsporlu futbolcu İsmail Gökçek de ALS hastasıdır.
ALS’lilerin yüzde 1-2 kadarında, süperoksit dismutaz 1 adlı gendeki farklılaşmanın, hastalığa yol açtığı biliniyor. Kalan yüzde 98’inin ise nedeni hálá belli değil. Doping ve ilaç iddialarına ek olarak, kurşundan sigaraya, çim sahalarda kullanılan pestisit ve gübreden, aşırı fiziksel stres ve travmaya varıncaya dek pek çok etken üzerinde duruluyor. (ALS’ye, futbolculardan sonra köylülerde rastlanıyor. Hastalığı onlarda da, pestisit ve gübrenin tetiklediği sanılıyor)
Amerikan Ulusal Çevre Sağlığı Enstitüsü’nden Honglei Chen’in temmuz ayında yayınlanan araştırması travma konusuna bir açıklık getirmiş gibi. Özetle, futbolcuların koluna, bacağına, bedenine gelen top darbelerinin ALS’ye yol açması söz konusu değil ama, 10 yıllık zaman diliminde kafalarına çok sayıda top darbesi gelenlerde, hastalığın görülme riski 11’e katlanıyor. Bu sonuçlar, futbolcularda görülen ALS’yi kısmen de olsa açıklıyor. Buna, diğer tetikleyiciler de eklenirse, hastalığın futbolcular arasında neden daha sık rastlandığı anlaşılır.
BİSİKLETÇİ KOKAİNLE Mİ ÖLDÜRÜLDÜ?
İtalyan bisikletçi Marco Pantani’nin, otuzun üzerinde şampiyonluğu vardı. 1999’da İtalya turunu şampiyon bitirmesine birkaç gün kala, alyuvar sayısı normalin üzerinde bulunduğundan diskalifiye edildi. Doping lekesini bir türlü silemediğinden depresyon tedavisi gören Pantani, 14 Şubat 2004 günü bir otel odasında ölü bulundu. Ölüm zamanı belirlenemedi, Dr. Giuseppe Fortuni ölüm nedenini, aşırı kokaine bağlı beyin ve akciğer ödemi olarak bildirdi.
Fransız gazeteci Philippe Brunel, önceki hafta yayınlanan "Vie et Mort de Marco Pantani" adlı kitabında, bisikletçinin intihar etmeyip öldürülmüş olduğunu açıkça iddia etmemekle birlikte, bu olasılığı düşündürtecek pek çok ipucu veriyor. Gazeteciyi bu noktaya getiren, tüm tartışmalı ölümlerdeki gibi, yine gereği gibi yapılmamış olay yeri incelemesi, toplanmamış deliller ve eksik otopsi.
Pantani’ye uyuşturucu satan iki kişi, suçunu kabul etmiş ve ufak cezalar almıştı. Sporcunun son kız arkadaşı Rus Elena Korovina ile bir diğer satıcı Fabio Carlino halen yargılanıyorlar. Dava, büyük bir olasılıkla 14 Şubat 2009’a, yani ölümün 4. yıldönümüne dek karara bağlanır. Karara bağlanamayacak olan, Pantani’nin son saatlerinde neler yaşadığı ve kokainin vücuduna nasıl girdiğidir.
KÖTÜ SPORCUYU İYİ AVUKAT KURTARIYOR
Belçikalı avukat Luc Misson’u futbol camiası iyi tanır. Futbolcu vatandaşı Jean-Marc Bosman’ı savunduğu dava, 1995’te Avrupa Adalet Divanı’nda başarıyla noktalanmış, Avrupa Birliği ülkelerinde sözleşme süresi sona eren futbolcuların, bonservislerini ellerinde bulundurmasına, istediği kulüple istediği koşullarda anlaşabilmesine karar verilmişti. Bosman kararı öncesinde, futbolcunun sözleşme süresi bitse bile başka bir takıma geçmesi bonservisini elinde bulunduran eski kulübünün rızasına bağlıydı.
Avukat Misson şu sıralar, Astana takımının eski bisikletçisi Kazak Andrey Kaşeçkin’i savunuyor. Andrey Kaşeçkin, 1 Ağustos 2007 günü ailesiyle birlikte Türkiye’de, Belek’te tatildeyken, Uluslararası Bisiklet Birliği UCI’nin iki görevlisi ziyarete geliyor ve doping testi için kan örneği alıyor. Kaşeçkin’in kan dopingi yaptığı ortaya çıkıyor ve takımdan uzaklaştırılıyor.
Şimdi avukat doping raporuna değil, incelenen örneğin bir spor karşılaşması sırasında değil de, ailesiyle birlikte tatildeyken alınmasına karşı çıkıyor ve bu durumun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesine (her bireyin, özel ve aile yaşamına saygı gösterilmesine hakkı olduğunu belirten madde) aykırı olduğunu ileri sürüyor. Yasaların açıklarından yararlanmaya çalışan avukatlar olduğu sürece, dopingle mücadelenin ilerlemesi biraz zor gözüküyor.
Hakemlerin ırk ayrımcılığı
Spor karşılaşmalarında hakemlerin yanlı davranıp davranmadığı hep tartışılır. Bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar, ne yazık ki, korkulanın gerçek olduğunu kanıtlıyor. Teksas Üniversitesi’nden David Hamermesh’in 2004 yılından bu yana Amerikan Beyzbol Ligi’nde yapılan 2.1 milyon atışı inceledikten sonra vardığı sonuç, basketbol karşılaşmalarında elde edilenlerle örtüşüyor ve hakemlerin kendi ırkından oyunculardan yana karar verdiklerini gösteriyor.
Aynı kaygı, Avrupa futbol liglerinde de gözleniyor, ancak elde henüz somut deliller yok. Hakem kararlarına, futbolcunun ırk, din ya da etnik kökeninin etkisini araştırmak isteyen çok. FIFA’nın Japonya’daki Dünya Kulüpler Kupası’nda yeniden deneyeceği, Cairos firmasınca geliştirilen, Adidas’ın imal ettiği GPS çipli topun bu amaçla kullanılabileceği söyleniyor.
Ayırımcılık yapıldığı ileri sürülen bir diğer konu da eşcinsellik. AIDS araştırmalarıyla tanınan Kanadalı Roger LeBlanc’a göre toplumlar, eşcinselliğe eskisine oranla daha hoşgörülü baktığı halde, spor dünyası buna ayak uydurabilmiş değil ve pek çok kişi karşılaştığı fena muamele yüzünden erken yaşta sporu bırakmak zorunda kalıyor. LeBlanc, atletlerin yüzde 10 kadarının eşcinsel olduğunu, açıkça dışlanmasalar da karşılaştıkları "maço kültür" nedeniyle, sessiz kalmaya zorlandığını belirtiyor.
Benzeri sonuçlara, bundan 15 yıl önce, Hollanda hükümetinin talebi üzerine araştırmalar yapan psikolog Gert Hekma da varmış, kadın futbolcular arasındaki bazı lezbiyenler dışında, hiçbir daldaki eşcinsel sporcunun, tercihini açıkça söylemeye cesaret edemediğini ve takım sporlarından bireysel sporlara kaydıklarını bulmuştu.
Pedofillerin hedefi çocuk sporcular
Bir antrenörün dokunuşunun ne zaman takdir, ne zaman cinsel taciz olduğunu anlamak pek kolay değil, üstelik bu konuda bilgilendirilmemiş küçük çocuklar için, neredeyse olanaksız. Cinsel içerikli şakalardan, tecavüze varan geniş bir yelpazede çeşitlenen bu davranışları durdurmak amacıyla Avrupa Konseyi’nin 2000 yılında aldığı bir karar bile var.
Danimarka Spor ve Biyomekanik Enstitüsü’nden Jan Toftegaard Stöckel, yıllardır spor kulüplerindeki cinsel taciz ve istismara dikkat çekmeye çalışıyor. Araştırmalarına göre, yaşananların sayısı bilinenlerin ve tahminlerin kat kat üzerinde.
Bu konuda, Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin 8 Şubat 2007’li strateji belgesine rağmen, konu bir türlü açıkça tartışılmıyor, önerilere uyulmuyor. Üstelik, belgede sıralanan önlemler de yetersiz. Stöckel’in araştırmalarına göre Danimarka’nın çocuk spor kulüplerinde yaşanan cinsel taciz olaylarının dörtte üçü eşcinsel nitelikli. Genellikle her spor kulübünün uyduğu, kızların soyunma odalarına erkek antrenörlerin girme yasağının, bu tip olayları durduramayacağı apaçık ortada.
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2007
Selangor Eyaleti Yüksek Mahkemesi yargıçlarından Mohd Zaki Md Yasin’in her iki elini rahatlıkla kullandığı bilinir. 23 Ekim 2007 günü öğleden sonra bir aksilik oldu ve "Keşke üçüncü bir elim olsaydı. Önce sağ elime kramp girdi, şimdi de sol elime. Duruşmaya ara veriyorum" dedi. Bu ayrıntıyı bilmemin nedeni, Mahkamah Tinggi Jenayah 3’te görülen Altantuya Şaribu cinayeti davası ile yakından ilgileniyor olmam.
Altantuya, geçen yıl ekimde, evinden 5 bin kilometre uzakta öldürüldü. İki ay sonra Malezya’daydım. Yakın çevremdekiler, o tarihten beri konuyu sizinle paylaşmak için nasıl sabırsızlandığıma tanık. Medya, başlangıçta "asrın cinayeti" olarak nitelendirdiği olaya, değişik nedenlerden ötürü giderek daha az yer veriyor. Ancak olup bitenin, ölen Moğolistanlı kadın, onu öldürdüğü iddia edilen polisler, bu polisleri azmettirmekle suçlanan ünlü Malezyalı ve cinayetin ardındaki olası komplo teorilerinden çok, olay yeri incelemesi, delil toplanması ve bilirkişi raporları açısından izlenmesi gerektiği kanısındayım.
On yıldır, bu konularda yapılan hataların nelere mal olacağını öğretmek amacıyla, Amerikalı ünlü sporcu O.J. Simpson’un, eski eşi ve bir garsonu öldürmekle suçlandığı davayı anlatıyoruz. Altantuya cinayeti bu örneğin yerini almaya aday. Bilirkişi raporlarının gecikmesi, yargıç ile bir avukatın akraba olduğu iddiası, ayrıca savcı ile yargıcın birlikte badminton oynadığının ortaya çıkması yüzünden ilan edilen tarihte başlayamayan, üç kişinin idamla yargılandığı dava 18 Haziran’dan bu yana kesintilerle sürüyor. Aralarında çok sayıda polis memuru ve resmi bilirkişinin bulunduğu 112 tanık dinlenecek ve bu satırları yazdığım 1 Kasım 2007 tarihinde varılan noktaya bakılırsa karara bağlanması uzun sürecek.
OTELDEN ÇIKTI, GERİ DÖNMEDİ
Güneşin batmasıyla, başkent Kuala Lumpur’daki Çin Mahallesi’nin tam kalbinden geçen Jalan Petaling’de bir insan, ışık ve renk seli sizi bekler. Tezgahların arasından ilerlemeye çalışırken, Rolex saatten Versace çantaya, DVD’den ızgara balığa aklınıza ne gelirse görür, adım başı değişen müziğin arasından size seslenen Çinli, Malay, Hintli ya da Bangladeşli satıcıların sesini duyarsınız.
İşte 238 odalı Malaya Oteli bu cümbüşün birkaç adım ötesindeki Hang Lekir Sokağı’ndadır. 28 yaşında Moğol güzeli Altantuya Şaribu’nun, 19 Ekim 2006 gecesi, 8. kattaki 21 numaralı odadan çıkıp bir daha dönemediği Malaya Oteli.
Ulan Bator doğumlu Altantuya Şaribu Moskova’da okumuştu ve İngilizce, Mandarin Çincesi, Fransızca ve Rusça’yı anadili kadar iyi konuşurdu. Paris’te kısa süre modellik eğitimi almasına, bir ara Çin’den Moğolistan’a tekstil ürünleri ithal etmesine ve bu nedenle Şanghay, Pekin, Hong Kong ve Tayvan’a gidip gelmesine karşın, son yıllarında tercümanlık yaparak geçiniyordu. İki kez evlenip boşanan Altantuya geride 9 ve 3 yaşında iki erkek çocuğu bıraktı. Büyük olanın babası, ilk eşi ünlü pop grubu Kar Sarnay’ın (Kara Gül) solisti Maday’dı. Küçüğünün babasının, iddia edildiği gibi ünlü Malezyalı değil de, ikinci eşi olduğunu, Altantuya öldürüldükten sonra DNA analiziyle öğrendik.
ALTANTUYA’NIN KAÇIRILIŞI
Malaya Oteli kayıtlarına göre, Altantuya ile iki kadın 8 Ekim 2006’da giriş yaptı. Kadınlardan biri yeğeni, diğeri onun arkadaşıydı. Söz konusu kişinin, Hong Kong’da Altantuya’yla evlendiğini, onu iş görüşmelerine tercümanı olarak götürdüğünü, doğuştan hastalıklı küçük oğlu Atanşagay’ın babası olduğunu ve tedavisi için yarım milyon dolar istemek üzere Malezya’ya geldiklerini söylediler.
Aynı otel odasını paylaştıkları Altantuya’nın Malezyalı’ya SMS mesajları gönderdiğini Ang adındaki bir özel dedektif sayesinde saptadığı, Petronas Kuleleri yakınındaki bir ofise, ayrıca Bukit Damansara’daki bir eve, kimi zaman yalnız, kimi zaman onlarla birlikte gittiğini, ancak güvenlik elemanları yüzünden aradığı kişiyle bir türlü görüşemediğini anlattılar. Hatta, birkaç gün önce, otele gelen sivil giyimli, ancak polis sandıkları iki kişi tarafından ölümle tehdit edildiğini de eklediler.
19 Ekim akşamı, "Beni nihayet evine çağırdı. 3-4 saate dönmezsem polise haber verin" diyerek otelden çıkan Altantuya, saat 19.00 dolaylarında arayıp "Eve ulaştım, ancak kapıdaki görevli zorluk çıkartıyor" demiş. Kadınlar ertesi gün akşama dek beklemiş, gelmeyince dedektif Ang’ı yanlarına alarak Petaling Jaya polis merkezine başvurmuşlar.
Altantuya’nın görüşmeye çalıştığı adam sıradan biri değil, iktidar partisine yakın düşünce kuruluşu Malezya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin kurucu başkanı Abdülrezzak Baginda’ydı. 40’larında, evli ve halen idamla yargılanan Baginda, Başbakan Yardımcısı Necip Razak’a savunma konularında danışmanlık yapmaktaydı. Altantuya’nın, ekim ayında Baginda’yı görüp görmediğini bilmiyoruz. Ancak, yarım milyon dolarlık talebini SMS mesajlarına yazdığı, ayrıca Malezyalı’nın tuttuğu özel dedektif Balasubramaniam’a da söylediği muhakkak.
PLASTİK BOMBAYLA PARÇALANAN CESET
7 Kasım 2006’da, yani kaçırılışın 18. gününde, Kuala Lumpur polisi, kentin 25 kilometre kadar batısında, Şah Alam yakınlarında, Subang baraj gölünü çevreleyen ormanlık alanda çok sayıda kemik parçası bulduğunu açıkladı. Cesedin, kayıp Moğol kadına ait olabileceği, başına iki el ateş edildikten sonra üzerine sarılan plastik bombayla parçalandığı, kesin kimliğin ve ölüm nedeninin saptanması için morga gönderildiği, ayrıca ele geçen kolye, pırlanta yüzük ve gümüş saatin de onun olabileceği bildirildi. Aynı gün, iki özel dedektif, her ikisi Malezya polisi özel kuvvetler birimi Tindakan Khas’da görevli başkomiser Azilah Hadri ve polis memuru Sirul Azhar Umar, ayrıca Abdülrezzak Baginda tutuklandı.
Aslında, Altantuya’nın kayboluşunu öğrenmesiyle birlikte iz sürmeye başlayan Kuala Lumpur polisi, Petaling Jaya polis merkezinde görevli bir kadın polis memuru sayesinde, başkomiser Azilah Hadri ile memur Sirul’a ulaşmıştı. Baginda’nın dedektifi Balasubramaniam, 19 Ekim 2006 akşamı saat 19.00 sularında, patronunun evinin önünde nöbetteyken, Altantuya’nın bir taksiden indiğini, içeri girmek için ısrar ettiğini, o sırada bir araçtan inen iki kişinin kızı kaçırdığını söylemiş, hatta birini başkomiser Azilah olarak teşhis etmişti.
Affedilmez hatalar
Altantuya’nın kemiklerinin bulunması bir rastlantı değil. Gözaltında tutulan başkomiser Azilah Hadri cesedin bulunduğu yeri gösterebileceğini söylemiş, bunun üzerine iki ekip arabasıyla Şah Alam’a doğru yola çıkılmış. Birkaç kez durup yeniden yola koyulan ekipler olay yerine geldiğinde, Azilah Hadri, önce kızın başına iki el ateş ettikleri yeri, daha sonra bunun 20 metre kadar uzağında üzerine bombayı sarıp patlattıkları yeri göstermiş. Bu süreçte, Hadri’nin yanında diğer zanlı Sirul Azhar Umar olmadığı gibi, daha sonra Sirul’dan olay yerini göstermesi istenmemiş.
Bu önemli eksiklik, avukatlar tarafından başkomiserin aslında olay yerini bilmediği, yeri önceden bilen polislerin onu yönlendirdiği şeklinde kullanıldı. Sirul’un avukatı, doğal olarak yer göstermeye hiç götürülmeyen müvekkilinin cinayetle suçlanmasına karşı çıktı.
Yapılan bir diğer hata, polis memurunun evinin aranmasında karşımıza çıkıyor. Bir grup polis Sirul’le birlikte evine gidiyor. Bazı polis memurları yatak odasında 10 dakika kadar yalnız kalıyor. Daha sonra birlikte evi arayıp yatak odasındaki bir dolapta asılı siyah renkte bir ceketin cebinde bir pırlanta yüzük, bir gümüş saat ve bir kolye buluyorlar. Avukatlar, memurların yatak odasında tek başına kaldığı sırada mücevherleri ceketin cebine koymuş olabileceğini iddia ettiler.
Bu saydıklarımdan önemli bir hata daha var. Polis kendisinden şüphelendiğinde, Sirul Azhar Umar, Pakistan’ı ziyaret eden Başbakan Abdullah Ahmed Bedevi’yi koruyan timde görevliymiş. Sirul’u memlekete getirmek üzere İslamabad’a giden birim amiri Mastor, polis memurunun dönüş yolunda, Bangkok-Kuala Lumpur arasında cinayeti üstlendiğini söylemiş ve bu nedenle Sirul’un ifadesinin alınmasına bir daha gerek duyulmamış. Sirul’un avukatı, müvekkilinin havada amiri tarafından ikrara zorlandığını ileri sürdü. Yargıç savunmayı haklı buldu, 1950 tarihli Delil Yasası’nın 26. maddesini uyguladı, Sirul’un suçu üstlendiğinin kayıtlı olduğu tutanağı dosyadan çıkarttı.
DELİL TESLİM ZİNCİRİ
Koruma polislerini, özel dedektifi aracılığıyla tanıdığını ve onlardan Altantuya’nın kendisine ve ailesine yönelik tacizlerini engellemeleri için ricacı olduğunu ileri süren Baginda, kıza zarar vermemelerini tembihlediği halde başkomiser Azilah Hadri’nin kızı öldürmüş olabileceğini ileri sürüyor.
Savcılık ise, 19 Ekim akşamı, Baginda’nın bir yandan kızı eve çağırırken, diğer yandan korumalara haber verdiğini, başkomiser Azilah ile memur Sirul’un Baginda’nın talimatı üzerine kızı kaçırıp öldürdüğünü iddia ediyor. Malaya Oteli’ne gidip kızı ölümle tehdit edenlerin aynı kişiler olduğunu söylüyor ve iddialarını büyük ölçüde telefon ve kapalı devre televizyon kayıtlarına dayandırıyor.
Ne yazık ki, kasetlerin konduğu zarfların üzerinde, bunları kimin kimden ve ne zaman aldığına, incelenmek üzere kimin kime ne zaman teslim ettiğine ilişkin bilgilerde eksiklik, hatta çelişkiler var. Telefon kayıtlarının çıktısında ve SMS’lerin dökümünde de eksiklikler bulunuyor. Ayrıca polis tutanakları arasında çelişkiler, adres, ad ve doğum tarihlerinde hatalar, el konan eşya ve belgelerin sıralandığı zabıtlarda eksiklik ve tutarsızlıklar var.
ÇAPRAZ SORGU
Kızın kaçırıldığı ve polis memuru Sirul’un kullandığı düşünülen CAC 1883 plakalı dört-çeker Suzuki Vitara araçta, 43 numara bir çift plastik erkek terliği bulunmuş. Terliğin üzerinde kan var. Moğolistan’daki aile bireylerinden alınan kanla ormandaki kemiklerin DNA’sını karşılaştıran ve ölenin Altantuya olduğunu belirleyen laboratuvar, terlikteki kanın da ona ait olduğunu saptıyor. Aynı yer, cebinden mücevherler çıkan Sirul’a ait siyah ceketin yaka ve koltuk altlarından alınan ter örneklerinde Sirul’unkini değil, sadece Altantuya’nın DNA’sını buluyor.
5 Ekim 2007’de mahkeme, analizleri yapan Malezya Bilim, Teknoloji ve Çevre Bakanlığı’na bağlı laboratuvarın müdürü 30 yıllık adli kimyacı Primulapathi Jaya’dan bu durumu açıklamasını istedi. Jaya, "Mağdur ceketi giymeden önce, sahibi yıkamış ya da temizleyiciye göndermiş" deyince, avukatlar, tıpkı yıllar önce O.J. Simpson’u savunan meslektaşları gibi, laboratuvar tezgahları üzerinde bir delilden diğerine DNA bulaşmaları olduğunu öne sürmeye başladı. Suzuki aracın, üzerinden ve içinden delil toplanmadan bulunduğu yerden kaldırılıp bir karakol otoparkına götürülmesini ertesi gün delil toplamaya başlamasını eleştirdiler.
Bütün bunlara ek olarak, laboratuvar müdürüne, ormanda bulunan beş kemikten neden sadece kafatası parçasının incelendiği soruldu. "Patolog Dr. Mohd Şah Mahmud, kemik parçalarının yapısal özelliklerine dayanarak hepsinin aynı kişiye ait olduğunu söyledi, ondan inceletmedim," diye yanıtladı. Kemiğin DNA’sını, kızın anne ve babasından alınan kanların DNA’sıyla karşılaştırdıktan sonra, yüzde 99.9999 olasılıkla Altantuya’ya ait olduğunu hangi etnik grubun veri tabanı kullanılarak hesaplandığını sordular. "Elimde Moğollarınki olmadığından Malay, Çinli ve Hintlilerinkini kullandım" dedi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, kendisine teslim edilen biyolojik delillerin bir bölümünde mitokondriyal DNA çalışıldığı ortaya çıktı, yani "Altantuya’ya ait" denilenlerden bazılarının, ana tarafından akraba, kadın ya da erkek, herkese ait olabileceği.
Bu hafta, uzman Şari Desa ateşi çıktığından mahkemeye gelemedi ama, incelediği 70 delil adliyeye getirildi bile. Şari Desa, 5 Kasım Pazartesi günü, iddia makamının tanığı olarak dinlenecek ve kendinden susturuculu Heckler & Koch MP5’i, mermi ve kovanları, patlayıcı artıklarını, toprak kalıntılarını nasıl incelediğini, hangi sonuçlara vardığını anlatacak. Ciddi biçimde adli bilimcilerden destek aldığı belli olan avukatlar, bakalım çapraz sorgusunda bu kez hangi açıkları bulacaklar?
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2007
Suç istatistiklerine göre, kadın katillerin sayısı, erkeklerin onda biri kadardır. Seri katilliğin, erkek işi olduğu sanılır. Halbuki, bilinen seri katillerin de, onda bir kadarı kadındır. "Kadınla erkek eşittir" der dururuz. Yoksa kadınlar, ellerini kana bulamayıp bu işler için erkekleri mi kullanırlar? Kadınlar çok daha zekidir de, öldürdükleri ortaya mı çıkmaz?
Biraz çıkışırcasına, "Yine pisboğazlık etmiş olmalısınız" dedi ev sahibi kadın. "Ocaktan bu yana üçtür eve bu halde dönüyorsunuz. Gelin, size yardım edeyim de yukarı çıkın. Doğrulamıyorsunuz bile!" İnleyerek, kusarak ve kıvranarak geçen birkaç saat sonunda, genç adam derin bir uykuya daldı.
Perdelerin arasından süzülen sabahın ilk ışıkları, huzur dolu, güzel yüzünü aydınlatıyordu. Yatağın ayak ucunda oturan kadın "Lütfen gitmeyin, çok korkuyorum demiştiniz. Bakın bütün ıstırabınız geçti, melekler gibi uyuyorsunuz" diye fısıldadı. Yanılıyordu. 23 Mart 1857 günü, saat tam 11.00’di ve 33 yaşındaki Pierre Emile L’Angelier çoktan ölmüştü.
"Bunları yazanı tanıyor musunuz?" diye sordu polis, iki eline zor sığan, etrafa güzel kokular saçan mektupları ev sahibi kadına uzatarak. "Evet" diye yanıtladı kadın. "Komşumuz mimar James Smith’in kızıyla mektuplaşırlardı. Madeleine’in başka biriyle evleneceğini öğrendiğinde kahrolmuş, yemek yemez, uyku tutmaz olmuştu." Meraklı kadın, pembe kağıtlara özene bezene yazılmış olanlara göz ucuyla şöyle bir baktı. "Hayret" diye sürdürdü, "ben de onu, İskoç terbiyesi almış, iyi aile kızı sanırdım. Bir garip katibe, hiç utanmadan nasıl da açık saçık şeyler yazmış. Fransız aşıklar kadınların başını döndürür derlerdi de, inanmazdım."
Genç adamın odasında küçük bir defter bulundu. "19 Şubat, Mimi’yi birkaç dakika görebildim, gece boyunca çok hastaydım" diye yazmıştı. Birkaç sayfa sonra, "Mektupları geri istiyor. Vermezsem, beni öldürebilir" diyordu ve nihayet "Kakao ikram etti, tadını pek sevmedim."
FRANSIZ AŞIĞIN ÖLÜMÜ
Zengin İskoç kızı Madeleine Smith ile fakir Fransız katip Emile L’Angelier’nin karşılaşması bir rastlantıydı aslında. Görür görmez aşık eden bu rastlantı, iki yılda erkeği toprağın altına, kadını sanık sandalyesine yolladı. Emile L’Angelier’nin arsenikle zehirlendiğinden kimsenin kuşkusu yok. Ama kadının katil olup olmadığı hiçbir zaman bilinemeyecek.
Henüz 20 yaşındaki üst sınıftan genç bir hanım, sıradan bir katiple birlikte olmasının, ne ailesince, ne de içinde bulunduğu toplulukça hoş karşılanmayacağını bilse de, "Canım sevgilim, sanki seni yıllardır tanıyor gibiyim. Umarım hiç ayrılmayız" diye başlıyordu, bir tüy kalem ve kokulu mürekkeple yazdığı ilk mektubu.
Çok geçmeden kızın babası durumu öğrenmiş ve tabii, kızılca kıyamet kopmuştu. Buna rağmen sokak köşelerinde buluşmayı sürdürmüşler, üstüne üstlük, mahalle komşusu Bayan Mary Perry’nin evinde buluşmuş, el ele tutuşmak ve diz dize oturmaktan çok ötelere gitmişlerdi. Birkaç hafta sonra Emile, gecenin ilerleyen saatlerinde, gizlice kızın evine girer bile olmuştu. Viktorya döneminin muhafazakarlığında akıl almaz bir cesaretti bu. Bu nedenle, sevgilisinden gelen mektupları hemen yakıyor, kendi yazdıklarının da bir biçimde ortadan kaldırıldığını sanıyordu.
Glasgowlu zengin bir işadamı, henüz 40’ına basmamış, üst komşuları William Minnoch, 28 Ocak 1857 günü, genç kadına "Bana elinizi lütfeder misiniz?" gibilerinden zarif bir cümleyle evlenme teklif etti. Bir gece önce Emile ile ateşli saatler geçiren, hemen ertesi sabah duygularını kaleme alırken "Beni terk edersen kendimi öldürürüm" diye yazan Madeleine, hiç duraksamadan bu teklifi kabul etti.
MEKTUPLARIN HİÇBİRİNİ ATMADI
2 Şubat günü, "Aramızda bir soğukluk oluştu, sence ayrılsak daha iyi olmaz mı?" şeklinde bir girişimde bulundu, işe yaramayınca, "Yaşadıklarımızı unutalım, olanları kimseye anlatmazsın değil mi?" diye yazdı. Fransız sevgili, uzunca bir süredir "evlenelim" diye ısrar ettiği kadının tavırlarındaki bu ani değişikliğe önce bir anlam veremedi. Durumu, gizli aşkının her ayrıntısını bilen komşusu Bayan Perry’ye açıp gerçeği öğrendiğinde iyice öfkelendi: "Mektuplarını atmadım, onları babana göndereceğim." Madeleine çılgına döndü, mektupların sayısı 300’den fazlaydı.
17 Şubat 1857 akşamı, yani ölümünden 6 hafta önce Emile L’Angelier, Bayan Perry’ye "Yarın değil, öbür gün Mimi ile buluşacağım" dedi. "Mektuplarını geri vereceğimi sanıyor, bu yüzden buluşma teklifimi kabul etti." 19 Şubat gecesi sevgililerin nerede buluşup ne konuştuklarını bilmiyoruz. Ancak, sabaha karşı adamın, karnında dayanılmaz sancılarla eve döndüğüne bütün mahalle tanık. Bilinen bir şey daha var. Eve gelen doktor Thomson’a, "Yemin ederim, Mimi’nin pişirdiği bir fincan kakaodan başka bir şey yiyip içmedim" dediği.
İzleyen bir ay içinde Emile, sevgilisiyle sadece iki kez buluştu. Her seferinde kakao içti ve her ikisinde de karnında dayanılmaz kramplarla eve döndü. İlkini, bir tuvalete, bir lavaboya koşarak atlatmayı becerse de, ikincisinin üstesinden gelemedi. Ölümünden sonraki soruşturma sırasında, sağlığının giderek bozulmaya başlamasından kaygılanan arkadaşlarına "Sağ olduğum sürece bu adamla evlenemeyeceğini defalarca söyledim kendisine. Beni zehirlemeye çalışıyor olmasın?" dediği çıktı ortaya. Hatta sadece demekle kalmadığını, cep defterine de yazdığını biliyorsunuz.
Yapılan otopside, Emile L’Angelier’nin midesinde arsenik bulundu. Madeleine’in, son bir ayda iki farklı eczaneden üç kez arsenik satın aldığı ve eczacıların tutmak zorunda oldukları "zehir defteri"ne satın alma gerekçesi olarak "fareleri öldürmek için" diye kayıt düştüğü ortaya çıktı. Polis, gizli ilişkisinin her ayrıntısına yer verdiği mektupları geri alamayışı yüzünden, Madeleine’in sevgilisini zehirlediği sonucuna vardı.
Gözyaşlarını boşuna beklediler
Mahkeme salonu, modern zaman televizyon dizilerine reyting rekorları kırdıracak her şeye sahipti. Para, seks, şantaj, zehir ve cinayet. Ev kadınları, şişleriyle yünlerini, ayrıca gün boyu atıştıracakları çörekleri hasır sepetlerine tıkıştırmış, güneşin doğuşuyla birlikte adliye binasının önünde kuyruğa giriyordu. Oturacak yer sınırlıydı, kapıda bilet satılmaktaydı.
Çenesinin altında zarif bir fiyonkla tutturulmuş beyaz başlığı, yerlere kadar uzanan dar belli, geniş etekli, yakası dantelli, kahverengi kadife elbisesi ve menekşe rengi saten eldivenleriyle sanık sandalyesinde oturan güzel kadının yanaklarından süzülecek gözyaşlarını, küçük iç çekişlerini boşuna beklediler. Ara sıra biri sokağa çıkıyor, kapının önüne yığılmış, birbirini itip kakan yüzlerce meraklıya olan biteni özetliyordu.
’KANITLANAMADI’ KARARI
İskoç mahkemeleri, birkaç kez Kanada’da rastlanması dışında, bir başka ülkede görülmemiş biçimde, "suçlu", "suçsuz" ya da "kanıtlanamadı" şeklinde karar alabilir. Haberin ulaştığı tüm ülkelerde büyük bir ilgiyle izlenen "asrın davası"nda Madeleine’i, aralarında zamanın ünlü avukatlarından John Inglis’in de yer aldığı kalabalık bir ekip savundu ve bunu öylesine iyi yaptı ki, ikiye karşı 13 oyla jüri, kızı ne suçlu bulabildi, ne de suçsuz, "kanıtlanamadı" dedi. Yani, "Katil olduğunu kabul ediyoruz, ancak delil yetersizliğinden mahkum edemiyoruz".
Madeleine, ilişkisini, mektupları ve son aylarda, sevgilisine birkaç kez kakao ikram ettiğini kabul etmişti. Arseniği satın almasının nedeni, fareleri öldürmek değil, kozmetik amaçlıydı. Daha parlak, tüysüz ve pembe bir cilde sahip olmak için, suda çözüp yüzüne, boynuna, kollarına, bacaklarına sürmüş ve bunu eczacıya söylemeye utanmıştı.
Jüri, bu açıklamasına inandı. Çünkü, Kraliçe Viktorya döneminde arsenik, sadece fareleri öldürmek için değil, cinsel gücü artırmak dahil, her derde deva bir ilaç, ayrıca kozmetik olarak alabildiğine kullanılmaktaydı. Hatta, hem cildi güzelleştirdiği, hem de nefesi açarak daha yükseğe tırmanabilmeyi sağladığı inancıyla Avusturya’nın güneyindeki Steiermark eyaletinde (bazı Türkçe kaynaklarda yer aldığı gibi Avustralya’da değil), gün aşırı küçük dozlarda arsenik yendiği de biliniyordu. Ancak, Madeleine’in mahkûm edilememesi için başka nedenler de vardı.
DERS KİTAPLARINA GEÇEN SAVUNMA
Avukat John Inglis’in, 150 yıl sonra bile hukuk kitaplarında yer bulan savunma stratejisi başlıca şu noktalara odaklanmıştı. Bir kere, Madeleine’in temel korkusu mektuplarının ortaya çıkmasıydı. Emile’i öldürdüğünde, polisin mektupları bulacağı açıktı. Dolayısıyla ölmesi değil, yaşaması işine gelirdi. Ayrıca, ölenin cep defteri delil olarak kullanılamazdı. Çünkü yazarını sorgulamak mümkün değildi (Bu gerekçe dikkate alınmış, cep defteri delil olmaktan çıkartılmış ve jüri üyeleri yazılanları öğrenememiştir). Emile’in ilk karın ağrısı krizi, Madeleine’in eczaneden ilk kez arsenik satın almasından önceydi. Buna göre Emile, Madeleine’den intikam almak ve onu cinayetten yargılatmak için belki de arsenikle intihar etmişti.
Yasalar uyarınca, eczanelerin sattığı arseniğe, un, şeker ya da tuz sanılmasın diye, mavi boya eklenmekteydi. Otopsi raporunda, mide içeriğinin, koyu kahve renkte olduğu belirtilmişti. Bu nedenle, yuttuğu arseniğin mavi boyalı mı yoksa beyaz mı olduğu anlaşılamıyordu.
Toksikoloji raporuna göre, midedeki arsenik, 3-5 kişiyi öldürecek kadar çoktu. Saatler boyu kustuğuna göre, yuttuğu arsenik bundan da fazlaydı ve bir fincan kakaoda çözünemezdi.
ARSENİK VE DANTELLER
Madeleine, üst komşusu zenginle evlenemedi, baba ocağını terk etti. Önce Londra’ya, sonra New York’a taşındığını, iki kez evlenip bir erkek çocuk doğurduğunu, Karl Marx’ın kızı Eleanor ile sosyalist projeler üzerinde çalıştığını ve 93 yaşında öldüğünü iddia eden de var, Yeni Zelanda’da ya da New Orleans’ta yaşayıp öldüğünü söyleyen de.
Aradan geçen 150 yılda sevenleri suçsuzluğunu savundu, Emile’in intihar ettiğine inandı. Sevmeyenleri ise katil ama soylu ve bir sürü avukat tutacak kadar zengin "iyi aile" kızının, gençliğine, güzelliğine ve dantellerine kapılan jüriye kızdı, adaletsizliğe isyan etti. Tabii, bir üçüncü olasılık daha var. O da, Fransız katibin bir arsenik yiyicisi olduğu ve kazaen fazla dozda arsenik yuttuğu.
Herkes çoktan toprağa karıştığına, Emile L’Angelier’nin kavanoza konan iç organları da artık atıldığına göre gerçekleri hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Ölenin ardından dedikodu yapmak doğru değil ama, bir gazetecinin sorusu üzerine, avukatı John Inglis’in "Onun sofrasında yemek yemektense, dans etmeyi tercih ederim" dediğini belirtmeden geçemeyeceğim.
İstatistikler yalan söyler, denir. Yoksa katil kadın sayısının, erkeklerden az olduğunu gösteren istatistiklere de mi inanmamalı?
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2007
Gri takım elbiseli, zayıf, yorgun ve yüzü çizikler içindeki adam, konuşmasını bitirdiğinde herkes ayağa kalktı ve dakikalarca alkışladı. Alkışı hak eden, bir devlet yetkilisi değildi, ünlü bir yazar ya da bilim adamı da değildi. Aslında alkış, bir takdir de değil, kocaman bir özürdü ve sonsuza dek de sürse, kabul edilmesi mümkün değildi.
2 Ekim 2007 Salı sabahı, Çiçek Balo Salonu’nda 400 kişi kadardık. Sanırım benim dışımda, öğretim üyesi olan, sadece birkaç kişi vardı ve yine sanırım, yabancıların sayısı iki elin parmaklarını geçmiyordu. Kalanı, Amerikanın federal ya da eyalet düzeyindeki irili ufaklı polis kriminal laboratuvarlarının yöneticileriydi. Uyuşturucularla mücadelenin başarılı olabilmesi için, laboratuvarların ve çalışanların ne yönde geliştirilmesi gerektiğini anlatan bir konuşma için davet edilmiştim. Açıkçası, biraz dinlenmeyi ve hoşça vakit geçirmeyi de planlıyordum. Eminim, toplantıya katılanların tamamı aynı duygular içindeydi. Ne de olsa, çoğumuz "Kongre Eğleniyor" kuşağındandık ve eğlenmeye niyetliydik.
Sabah, pek keyifli başlamıştı. Taze kahve ve çörek kokusunun dalga dalga yayıldığı, dev boyuttaki kristal avizelerin aydınlattığı salonda kahkahalar, selamlaşmalar, sıcak kucaklaşmalar bitmek bilmiyordu. Nihayet, resmi açılış yapıldı ve ilk konuşmacı kürsüye davet edildi.
Başkan Clinton döneminde sekiz yıl görev yapan ve Amerikan tarihinin ilk ve tek kadın adalet bakanı olma özelliğini hálá taşıyan Janet Reno’nun, kriminal laboratuvarların önemi, çalışanların özverili hizmeti gibi, alışılagelmiş methiyelerle başlayan ve hepimizin yüzüne büyük bir gülümseme yerleştiren konuşması birden yön değiştirdi ve o andan itibaren, balo salonunun neşe ve enerji dolu havası bulutlanmaya başladı. Çünkü eski bakan, adalet sistemini giderek sarsan Masumiyet Projesi’nden, yani DNA analizleri sayesinde, yıllarını yok yere cezaevinde geçirmiş kişilerin serbest bırakılmasını sağlayan girişimden söz etmeye başlamıştı. Hitap ettiği kişilerin yarıya yakını da, bundan 10-20 yıl önce, masumların mahkum edilmesine neden olan laboratuvarların, o zamanki ya da şimdiki yöneticileriydi.
Parkinson hastalığının belirtileri iyice belirginleşmiş Janet Reno, yoğun alkışlarla yerine uğurlanırken, kürsüye davet ettiği kişi, yine bir kadındı. Avukat Christine Mumma, Kuzey Karolina Masumiyet Merkezi’nin başkanıydı ve sadece tek bir cümle söyledi: "Masum olduğu anlaşılarak cezaevinden salıverilen 207. kişiyi, müvekkilim bay Dwayne Allen Dail’i takdim ederim." Bunu izleyen beş gün boyunca, kongrenin eğlenmesi artık hiç mümkün olmayacaktı.
ADALETE GÜVENİM TAMDI
"Henüz 19 yaşındaydım, işçiydim, rock şarkıcısı olmayı hayal ediyordum, kızım iki yaşındaydı, oğlum henüz annesinin karnındaydı ve adalete güvenim tamdı" diye söze başladı adam. Üzerine bol gelen gri bir takım elbise giymiş, mavili beyazlı bir kravat takmıştı. Sarı saçları omuzlarına dökülüyordu, biraz gergindi, bir hayli de ürkek. "12 yaşında bir kızın ırzına geçmekle suçlandığımda, bu ülkede savcılar var, yargıçlar var, olayın benimle ilgisi olmadığı birkaç güne anlaşılır, demiştim" diye sürdürdü.
"4 Eylül 1987 gecesi bir adam, Kuzey Karolina’nın Goldsboro kentindeki bir evin açık penceresinden içeriye girmiş, yatmakta olan küçük bir kıza tecavüz edip kaçmış. Karşı komşu, pencereden çıkan adamı bana benzetmiş, annesi yanındayken kıza fotoğrafımı gösterdiler, önce tanıyamadı, annesi ’İyi bak, canını yakan bu adam, değil mi?’ diye sordu. Kız da, ’Evet’ dedi.
Çarşafın üzerinde saç ve kıllar bulunmuş. Polis kriminal laboratuvarında mikroskopla incelemişler. Saçlarımla uyuşmuş. Bütün bunlar olup biterken ben hálá, bu ülkede savcılar, uzmanlar, yargıçlar var, elbette benim olmadığım anlaşılır diyordum. Suçu kabullenmem karşılığında, üç yıl denetimli serbestliğe hükmedileceği söylendi. Suçsuzdum, pazarlığı kabul etmeyince jüri önünde yargılandım. 30 Mart 1989’da, bir çocuğun ırzına geçmekten iki kez ömür boyu, haneye tecavüzden 15 yıla mahkum edildim. Önce şaka zannettim" dedi adam, "tatsız, ama yine de şaka."
400 kişi soluğumuzu tutmuş, konuşan adamı dinliyorduk. Aramızda, 20 yıl önce, olay yerinde bulunan bir saç telini zanlınınkine benzeten ve görgü tanığının teşhisini, bilimsel bir delille destekleyerek mahkumiyeti garantileyen laboratuvarın şimdiki başkanı Jerry Richardson da oturmaktaydı ve hiçbirimiz, onu üzmemek için, oturduğu yana doğru bakmıyorduk.
HEPİMİZ GÜNAHKARIZ
1988’de girdiği cezaevinde, 2001’e kadar çok sıkıntılı bir dönem geçirdiğini ve kendisini bir çocuk tecavüzcüsü olarak gören diğer mahkumların taciz ve şiddeti yüzünden, tam 16 cezaevi değiştirmek zorunda kaldığını anlatan Dail, bu tarihten sonra bilgisayar programcılığı için eğitim almaya başladığını ve ne kadar avukat, savcı ve yargıcın elektronik posta adresine ulaşabilirse, hepsine mesaj göndererek yardım istediğini anlattı. Kuzey Karolina Masumiyet Merkezi’nden avukat Christine Mumma’nın da, olaydan bu sayede haberdar olduğunu söyledi.
"Sevgili Mumma, hukuk fakültesi öğrencilerinden oluşan bir ekiple, suçlandığım saldırıyla ilgili yeni bir delil bulmak, böylelikle davamın yeniden görülebilmesi için, bir olanak yaratmanın peşine düştü. Ona, hayatımı borçluyum" derken gözleri doldu, düşmemek için kürsüye tutundu. "Özür dilerim", dedi, "sizin gibi önemli ve okumuş kişilerin karşısında konuşmak bana zor geliyor."
"Önemli ve okumuş" kişiler olarak bizler, DNA analizlerinin henüz adli amaçlarla kullanılmadığı, 20 yıl öncesinin teknik olanaklarıyla saç tellerini karşılaştıran ve mikroskop altındaki görüntülere bakıp "bu saç teli, zanlıya aittir" sonucuna varan meslektaşımızın günahı altında eziliyorduk.
Cezasını çektiğim adamı bulmanın zamanıdır
"Beni siz gömdünüz ve yine siz kurtardınız. Kuzey Karolina Kriminal Laboratuvarı’nın başkanı Jerry Richardson, seni kucaklıyorum ve önünde saygıyla eğiliyorum" diyerek sürdürdü konuşmasını. "Goldsboro polisi, cinayet davaları dışındaki hiçbir delili muhafaza etmezmiş, bu olayda da saldırıya uğrayan kız ölmediğinden, biyolojik delillerin tamamının imha ettiklerini öğrenince, bütün umutlarımız yıkıldı. Ancak, 2007’de, bölge savcısı Branny Vickory, avukatımı aradı ve 20 yıl önce, delillerin emanete yerleştirilmesinden sorumlu polis memurunun, kızın geceliğinin bulunduğu kutuyu, yanlışlıkla cinayet davalarına ilişkin delillerin muhafaza edildiği bölmeye koyduğunu söyledi, bu sayede geceliğin imhadan kurtulduğunu ve DNA analizi için Jerry’nin laboratuvarına gönderildiğini öğrendik. Geceliğin üzerindeki semen lekesini buldular, lekenin DNA profili benimkini tutmadı. 28 Ağustos 2007’den bu yana özgürüm, işte karşınızdayım, 18 yıl cezasını çektiğim adam, aramızda dolaşıyor, şimdi onu bulma zamanıdır."
400 kişi ayaktaydık, aramızda ağlayanlar vardı, geç de olsa, bir rastlantı eseri, büyük bir hata düzeltilmişti belki. Üstelik Dail büyük bir olasılıkla yüz binlerce dolarlık bir tazminat da alacaktı, ama ya ötekiler? Bir görgü tanığı ve bir saç teli yüzünden ömrünün 18 yılını demir parmaklıklar ardında geçiren birisi ile ilk defa karşılaşıyor, ilk defa sesini duyuyorduk. İlk defa, bir kod numarası iliştirilmiş delil, cansız bir nesne olmaktan çıkıyor, ailesi, çocukları, sevenleri, umutları, heyecanları olan bir insana dönüşüyordu. Alkışlıyorduk, neden alkışladığımızı bilmeden. Sanırım, özür diliyorduk, tıpkı 9 gün sonra Vali Michael Easley’in "Lütfen, bizi affet" diyeceği gibi ve utanmasak yere diz çökecektik.
DELİLLER SAKLANMALI
400 kriminalci dakikalarca kimi, neden alkışladık bilmem ama, aslında alkışlanması gereken, 1984 yılı Eylül ayında bir pazartesi sabahı, DNA molekülünün taşıdığı bazı özelliklerin, bir canlıdan diğerine farklılaştığını bir rastlantı eseri bulan genetikçi, Leicester Üniversitesi’nden İngiliz profesör Alec Jeffreys. Bizim açımızdan, belki de alkışı hak eden Jeffreys’den çok, eşi Sue. Eğer o pazartesi gecesi, yemek masasında kocasının anlattıklarını dinlediğinde, "Bu bulduğun yöntemle göçmenlik davalarını aydınlatabilirsin, insanların birbirinin akrabası olup olmadığını söyleyebilirsin" demeseydi, DNA parmakizi adı verilen uygulamanın, adli amaçlarla kullanılabileceği, kim bilir ne zaman, kimin aklına gelir ve kim bilir daha kaç bin kişi, bir görgü tanığı ya da güvenilir olmayan bir analiz yöntemi yüzünden cezaevine gönderilirdi. Bana göre, DNA analizlerinin en büyük yararı, suçluyu bulabilmesi değil, haksız yere suçlanan kişilerin suçsuzluğunu kanıtlayabilmesi olmuştur.
DNA analizlerinin henüz uygulanmadığı dönemlerde, çok sayıda kişinin, masum olduğu halde mahkum edildiği sanılıyor. İşte bu nedenle, birbiri ardı sıra Amerikan eyaletleri, mahkumiyet sonrası DNA analizlerini zorunlu kılan yasalar çıkartıyor ve elde biyolojik delil bulunması kaydıyla, eski yıllarda mahkum olmuş kişilerin davalarını yeniden açıyor, failleri bulunamayan suçları elden geçiriyor. Şu sıralar, kriminal laboratuvarlar olağanüstü bir iş yüküyle karşı karşıyalar, binlerce örneğin DNA analizini yapabilmek için yeni laboratuvarlar kuruluyor, durmadan personel alınıyor ve işlemler mümkün olduğunca robotlara yaptırılıyor. Üstelik birkaç yıldır, fail bulunsun, bulunmasın delillerin imhası yasaklanmış durumda.
Türkiye’de, mahkumiyet sonrası DNA analizi gibi bir uygulamanın yapılması mümkün değil. Çünkü, 5-10 yıl geride kalmış ve DNA analizi yapılmamış biyolojik delilleri bulmak neredeyse olanaksız. Örneğin, Adli Tıp Kurumu Kanunu’nun Uygulama Yönetmeliği’ne göre, Biyoloji İhtisas Dairesi, kendisine gönderilen örnekleri makamına iade etmediği takdirde, raporları yazıldıktan altı ay sonra tutanakla imha edebiliyor. Vajinal ve anal yaymalar ile DNA izolatlarını da, sadece bir yıl saklamakla yükümlü. Buna göre, olayın üzerinden bir kaç yıl geçtikten sonra, yeniden çalışılması gerektiğinde, delillere ulaşılması söz konusu değil (İlginç olan, narkotik maddelerden alınan tanık örneklerin, yedi yıl saklama zorunluluğu olması!).
GÖRGÜ TANIKLARI YANILABİLİR
Masum kişilerin haksız yere mahkumiyetinin, laboratuvar analizlerinde yanılma gibi nedenleri olsa da, yapılan istatistikler, neredeyse dörtte üçünün, hatalı görgü tanıklığına dayandığını gösteriyor. Bir tanığının varlığı, suçu kimin işlediğine ilişkin ikna edici bir unsur olmakla birlikte, Yale Hukuk Fakültesi’nden Edwin Borchard’ın 1932’de yayınlanan kitabı, "Masumu Mahkum Etmek"ten bu yana gerçekleştirilen yüzlerce bilimsel araştırma, insan belleğinin bir teyp şeridine benzemediğini, gördüklerimizi aynen kaydetmediğimiz gibi, başa sarılmış bir teyp gibi anımsamamızın da mümkün olamadığını kanıtlıyor.
Tanıklar, genellikle boy, ağırlık, saç rengi, bıyık veya sakalın varlığında yanılıyorlar. Bir fotoğraf gösterildiğinde, önce "belki olabilir" dediklerine, bir süre sonra "kesinlikle odur" diyebiliyorlar. Olayın gerçekleştiği mekanın ışık durumu, saldırganla tanık arasındaki uzaklık, saldırganın elinde bir silah bulunması, ya da tanığın karşılaştığı travma ve stresin derecesi anımsamayı ciddi biçimde etkiliyor. Kısacası, tanığın belleğinin de, olay yerindeki diğer delillerden farkı yok. Onlar gibi dikkatle korunmalı, belirli aşamalardan geçen yöntemlerle sınanmalı ve kontaminasyon yani kirlenmelerin olacağı unutulmamalı. Bunların nasıl yapılacağına ilişkin artık standartlar da var ve pek çok ülkenin mahkemeleri, bu standartlara uymayan tanıklığa itibar etmiyor.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2007
Önce, "yaşıyor" dendi, sonra "öldü", şimdi yine "yaşıyor" diyorlar. Önce, "bir yabancı kaçırdı" dediler, sonra "kaçtı, kayboldu", şimdi de "anne öldürdü, baba sakladı" diyorlar. Bu kargaşanın pek çok nedeni var. Biri, doğru dürüst ve zamanında yapılamamış bir olay yeri incelemesi. Bir diğeri de laboratuvar bulgularını, hele DNA verilerini yorumlamasını bilmeyen polis yöneticileri.
Avrupa kıtasının güneybatı ucundaki Portekiz’in Algarve’si, 200 kilometreye varan kumsalı, Akdeniz iklimi, güvenliği ve ucuzluğu ile, sadece yerli turistleri değil, İngiliz, Fransız ve Almanları da çeken bir tatil yöresidir. Karı-koca doktor, İngiliz McCann’lerin, Lagos limanına 6 kilometre uzaklıktaki, Okyanus Kulübü adlı şirketin beyaz boyalı, palmiye ağaçları arasındaki 2-3 katlı apartmanlarından birini seçmelerinde, bunların etkisi olmuştur elbette. Ancak, Martins ve Silva sokaklarının köşesindeki 5A blokunun giriş katını kiralamalarının asıl nedeni, 100-150 metre yakınındaki çocuk havuzu, kreş, dadı gibi olanaklardı. Çünkü doktorların, üç yaşında bir kızları ve biri erkek, diğeri kız, iki yaşında ikizleri vardı.
Bay McCann, yüzme havuzunun hemen dibindeki Tapas Bar’dan, Guarda Nacional Republicana’nın, yani jandarmanın Lagos’taki karakolunu arayıp, büyük kızı Madeleine’in kaybolduğunu bildirdiğinde, günlerden 3 Mayıs 2007 ve saat tam 22.50’ydi.
Tutanaklara göre, ilk ekip, kulübe 12 dakika, görgü tanıklarına göre 1 saat sonra ulaştı ve sorulması gereken ilk soruyu sordu. "Çocuğun kaybolduğunu kim ve ne zaman fark etti?" "Karım" dedi doktor, saat 22’de."
Jandarma, aldığı yanıttan ve gördüklerinden pek hoşlanmamış olmalı. Kayboluşun üzerinden en az bir saat geçmişti ve daha da önemlisi, kızın kaçırıldığı iddia edilen, apartmanın giriş katındaki yatak odasına, bu bir saat içinde girip çıkmış, pencereleri, kapıları, dolap kapaklarını, çekmeceleri açıp kapamış meraklıların sayısı 50’den fazlaydı.
Conan Doyle’un, "Boscombe Vadisinin Gizemi" adlı öyküsünde dedektif Sherlock Holmes "Ah", der, "Keşke, öküz sürüsü gibi buraları ezip geçenlerden önce gelebilmiş olsaydım. O zaman, her şey çok daha kolay olurdu." Lagos karakolunun jandarmaları Sherlock Holmes’un 106 yıl önce dile getirdiklerini okumuş mudur bilmem, ancak, çocukların yattığı odadaki kargaşayı gördükten sonra, hayali dedektifle aynı duyguları paylaşmış olsalardı, en azından apartmanı güvenlik çemberine alır, adli polisin delil toplayacak uzmanları gelinceye dek giriş çıkışı engellerlerdi.
ÖZETİN DE ÖZETİ
En son söyleyeceğimizi, en başta özetleyelim. Küçük İngiliz kızın Portekiz’de kayboluşundan şu saate kadar 151 gün geçti ve ne ölüsü, ne de dirisine ulaşılabildi. Anlatılana bakılırsa, her akşam olduğu gibi anne üç çocuğunu yatırmış, daha sonra eve 120 metre uzaklıktaki Tapas Bar’da eşiyle buluşmuş ve arkadaşlarıyla birlikte yiyip, içmişler. Saat 22.00’de anne çocukların durumunu kontrole gittiğinde, ikizlerin uyuduğunu, buna karşılık Madeleine’in odada olmadığını fark etmiş. Bahçeye bakan pencerenin aralık olduğunu görünce "Kızımı kaçırdılar" diye bağırmış.
Portekiz polisinin ilk senaryosu da Madeleine’in kaçırılmış olabileceği üzerine kuruluydu. Bölgenin günlerce yerden ve havadan taranması, bu çabanın İngiliz polisi ve onların özel eğitimli köpekleriyle desteklenmesi bir yarar sağlamadı. Ne yazık ki, başlangıçta kızın tatil köyünü çevreleyen 3-5 kilometrelik bir çember içerisinde bulunduğundan hareket edildi ve fotoğrafları, çok yakındaki Lagos limanının yetkililerine bile günler sonra dağıtıldı. Halbuki deneyimler, çocuk kaçırmalarının uluslararası bir suça dönüştüğünü ve kaçırılışı izleyen bir kaç saatte toplanan bilginin, çocuğun bulunmasında hayati önem taşıdığını gösterir.
Portekiz polisi, çocuğu kaçırdığını düşündüğü yabancı ile ilgili bir ipucuna ulaşamayınca senaryosunu değiştirdi ve az sonra özetlemeye çalışacağım deliller yüzünden, kızın annesi tarafından kazayla ya da kasten öldürüldüğünü, babanın da durumu örtbas etmeye çalıştığını ileri sürdü. Polis zaman zaman ilk varsayımına, kızı bir yabancının kaçırdığı senaryosuna dönüyor. Ayrıca kızın, yataktan kalkıp yakınlardaki markete gittiği, oradaki bir yabancı tarafından kaçırıldığı üzerinde de duruyor.
SENARYOYA GÖRE DELİLTOPLANMASI YANLIŞ
İçinden çıkılamaz bu duruma gelinmesinin temel nedeni, bana göre, soruşturmalarda sıklıkla rastlanan bir hata.
Olay yerine ilk ulaşan güvenlik birimleri, gözlemleri ve tanık ifadeleri doğrultusunda, olayın niteliğine ilişkin bir kanaate varıyorlar. Cinayet, intihar, kaza ya da bu örnekte olduğu gibi çocuk kaçırması diyorlar.
Olay yerinden delil toplanmasında, bu ilk varsayıma bağlı kalınıyor ve başka alternatifler düşünülmüyor. Kriminal laboratuvarların delilleri incelemesi, doğal olarak bir süre alıyor. Çıkan sonuçlar ilk kurguyu desteklerse mesele yok, ama desteklemediği takdirde, en az üç olasılık var. Ya yeterli delil toplanamamıştır, ya laboratuvar toplanan delillerden bir sonuç alamamıştır (örneğin parmak izi karşılaştırmaya elverişli değil, DNA elde edilemiyor gibi) ya da varsayılan senaryo yanlıştır.
İlk senaryonun yanlış olduğu kabul edildiğinde, bir diğer alternatife yönelip, bu kez o delillendirilmeye çalışılıyor. Kanımca pek çok suçun failinin meçhul kalmasının nedeni bu. Çünkü aradan geçen süreyle orantılı olarak, yeni delil bulma şansı giderek azalıyor, görgü tanıklarının güvenilirliği giderek azalıyor.
Madeleine olayında da bu durumu gözlüyoruz. Önce, bir yabancının, apartmana pencereden girip, kapıdan çıkarak kızı kaçırdığına ilişkin bir kanı vardı. Soruşturma, bir süre bu çerçevede yürütüldü.
Daha sonra, kızın sokağa çıktığı ve dışarıda kaçırıldığına odaklanıldı. Bu da tutmayınca, annenin kızı öldürdüğü, babanın da ona yardımcı olduğu varsayıldı.
Sonuç alınamayınca tekrar başa dönüldü, yine bir yabancı arandı, ardından kiralık bir otomobilin bagajında bulunan saç telinin DNA’sı kızınki ile örtüştü, şimdilerde anne ve baba bir kez daha çocuğu öldürmekle suçlanıyor.
Önce kızın canlı olduğu sanıldı, birkaç ay sonra ölüsünü aramaya karar verildi, şimdilerde yeniden canlı olduğu düşünülüyor, çünkü Malta’dan Fas’a, İspanya’dan Belçika’ya, çocuğu gördüğünü iddia eden ihbarların sayısı 30’u buldu.
Bir süre kızın Okyanus Kulübü’ne yakın bir mekanda tutulduğu varsayıldı. Boş daireler arandı ama, dolu olanlarının aranmasında savcılık izni yüzünden gecikildi. Çember çok yavaş genişletildi ve tatil köyünün denize yakınlığı göz ardı edildi. Halbuki, bulunulan yerden deniz yoluyla hızla uzaklaşmak, hatta Afrika kıtasına geçmek mümkün. Bütün bunların, daha ilk dakikalardan itibaren gözönüne alınması, delillerin ona göre toplanması, soruşturmanın tüm varsayımları kapsayacak biçimde yürütülmesi gerekirdi. Hani kimi derlemelerde yer bulan "Türkün aklı sonradan gelir" diye insafsız bir deyiş var ya, onun muhatabı, biz olmamalıydık.
BİLGİ KİRLİLİĞİ VARGERÇEKLER SAPTIRILIYOR
Portekiz yasaları yürümekte olan bir soruşturma ile ilgili olarak açıklama yapılmasını yasaklıyor. Bu kişilerin yargılanıp, iki yıl hapis cezasına çarptırılması mümkün olduğundan, o gece tatil köyünde bulunanlar ile soruşturmanın herhangi bir aşamasında görev yapanlar, görünürde konuşmuyorlar ama, her gün basına bir parça bilgi sızdırılıyor. Kaynağı belli olmayan bilgi kırıntıları üzerine geliştirilen spekülasyonlar doğruymuşçasına, günlerce tartışılıyor. Birkaç hafta önce McCann’ler, cinayet masasından emekli bir polisi özel dedektif olarak tuttular ve Portekiz’e gönderdiler. Dedektifçiliğe soyunan gazetecilerin, ilgili ilgisiz kişilerle mülakat yapıp yayınlaması, işleri daha da karıştırıyor.
Durmaksızın Portekiz polisinin yavaşlığı ve beceriksizliği eleştirdiğinden, başlangıçta, Portekizli meslektaşlarına sadece bilgi desteği veren İngiliz polisi, ağustostan bu yana özel eğitimli, özel techizatlı olay yeri inceleme ekiplerini ve iz süren köpeklerini Portekiz’e gönderiyor ve toplanan delilleri incelenmek üzere İngiltere’ye getiriyor.
Portekiz resmi makamlarının, medya ile ilişkilerini başarılı biçimde yönettiği söylenemez. Birkaç kez, olayı çözmekte olduklarını bildirip, birini zanlı ilan ettikleri halde, yeterli delil bulamayınca serbest bırakmaları, onlara olan güveni sarstı.
Bu toz duman içinde McCann soruşturmasını tartışmaktan ziyade, yapılan sayısız hatadan ikisi üzerinde durmak istiyorum. Bunlardan ilki, çocuğun kaçırıldığının bildirildiği gece, McCann’lerle aynı masada yemek yiyen 7 İngilizden birinin, bayan Jane Tanner’in ifadesi üzerine zanlı durumuna düşen ve ciddi biçimde mağdur edilen Robert Murat’ın durumu; ikincisi, McCann’lerin apartman dairesinden ve çocuğun kayboluşunun 25. gününde kiraladıkları aracın bagajından elde edilen biyolojik delillerin analizi.
MCCANN DAVASININ UNUTULAN MAĞDURU
Otuzunu geçmiş, evlenip ayrılmış bir erkekseniz ve halen annenizle oturuyorsanız, birkaç yıl önce tanıştığınız genç kız, küçükken yaşlıca biri tarafından cinsel tacize uğradığını anlatmışsa, evinizin bodrumu varsa, üstelik mahallenizde küçük bir kız kaybolmuş ve siz de arama çalışmalarına bütün gücünüzle destek vermişseniz ve bütün bunlara, bir Rus iş arkadaşınız olduğunu, üstelik bilgisayarlardan anladığını, ayrıca kızın kaybolduğu gece, ikinizin cep telefonuyla görüştüğünüzü eklerseniz, ölümlerden ölüm beğenin.
Okyanus Kulübü apartmanlarına yakın bir yerde oturan Robert Murat, aynen bu durumdaydı. Tapas Bar’da çocuğun anne ve babasıyla yemek yiyen 7 kişiden biri, bayan Jane Tanner, battaniyeye sarılı büyükçe bir cisim taşıyan gençten bir adamı güneye doğru yürürken gördüğünü söylemiş, haftalar sonra adamın taşıdığının aslında pembe-beyaz pijamalı küçük bir kız çocuğu olduğunu ve güneye değil doğuya gittiğini belirtmişti. Adamı gördüğünü iddia ettiği saat, 21.15’ti ve o saatte, pijamanın renginin bu ayrıntıda anımsanmasının pek de güvenilir olamayacağını kimse düşünmedi.
Robert Murat, doğu yönünde oturan 33 yaşında bir İngilizdi ve bölgede emlakçılık yapmaktaydı. İnternet üzerinden çocuk pornografisi yayan bir pedofil olarak damgalanmasını sağlayacak, yukarıda sıraladığım tüm risk faktörlerine sahip olduğundan, Madeleine soruşturmasının ilk resmi zanlısı olarak tarihte yerini aldı. Sadece tarihte mi, günlerce aleyhinde yazılar yazıp, haberler yayınlayan medyada da.
Evi ve bahçesi tepeden tırnağa 3 kez aranan, kendisi 4 kez sorguya çekilen Robert Murat, biraz zor da olsa, polis kayıtlarında aklandı. Ancak bulaşan lekeyi toplumun kafasından silmesi belki de hiç mümkün olamayacak ve o hep "Robert Murat mı? Ha şu Portekiz’deki çocuğu kaçıran adam mı, yoksa o kaçırmamış mıydı?" şeklinde yürüyen muhabbetlerin konusunu oluşturacak. Boşandığı karısından olma küçük kızı ve onun okul arkadaşları, haftalarca gazetelerin ön sayfalarında yayınlanan fotoğraflarını hiçbir zaman unutmayacak.
KÖPEKLER VE KİMYACILAR MUCİZE YARATAMAZ
Kızın kayboluşundan 4 ay sonra, İngiltere’den getirtilen özel eğitimli bir polis köpeğinin, karı - koca McCann’lerin çocuğun kayboluşundan üç hafta sonra kiraladıkları Renault Scenic otomobilin bagajında, ayrıca annenin yeni satın aldığı giysiler ve yanından ayırmadığı kızının oyuncak kedisinin üzerinde, hatta çocukların yatak odasında "ceset kokusu" aldığı bildirildi ve kızın öldüğü resmen ilan edildi. Köpeğin bu hareketlerinin yer aldığı film, kızını öldürdüğünü itiraf edeceği umuduyla anneye gösterildiyse de, bir sonuç alınamadı. Köpeklerin cesetleri bulabileceği muhakkak da, dört ay önce ona değen cisimler üzerinde "ceset kokusu"nu ayırt ettikleri hiç görülmüş değil. Öte yandan, köpek burnu, kan, idrar gibi vücut sıvılarının kokusunu elbette alır, ancak bundan, kişinin öldüğü sonucuna varılamaz.
Kayboluştan çok sonra, İngiliz polisinin farklı dalga boylarında ışık veren lambalar kullanarak, gerek kiralık araçta, gerekse evde yaptığı araştırmada ele geçen saç, kıl ve biyolojik lekeler, DNA analizi yapılmak üzere İngiltere’ye götürüldü. Birmingham Adli Bilim Hizmetleri, bagajdaki saçlardan elde ettiği bir kısmi DNA profilinin, kayıp kızınki ile örtüştüğünü bildirdi.
Şimdi anne McCann, bu DNA bulgusuna dayanılarak, çocuğu kasten ya da bir kaza sonucu öldürmekle, baba da cesedin bagajda taşınmasına yardım etmekle suçlanıyor. Delilin anneyi tutuklamaya yeterli olup olmadığına, yargıç Pedro Daniel dos Anjos Frias birkaç hafta içinde karar verecek.
Halbuki aracın bagajı ile arka koltuklar arasında bir bölme bulunmuyor, buraya oturan aile bireylerinden birinin saçı bagaja ulaşabilir ve DNA’sının, kızın kısmi profili ile örtüşmesi kadar doğal birşey olamaz. Ayrıca McCann ailesi, İngiltere’ye dönmek üzere apartmanı boşaltırken, kaybolan kızınkiler de dahil olmak üzere, eşyalarını bu araçla taşımışlar. Dolayısıyla, bagajdaki saç teli onun olsa bile ne zaman koptuğunu, oraya nasıl geldiğini bilmek mümkün değil.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2007
Bodrum katlarına doluşan yüzlerce kişi horoz dövüştürüyor, yol kenarlarında, tarlalarda, kent meydanlarında, köpekler ölesiye birbirine saldırtılıyor. Pek azını yakalıyor ve para cezası veriyoruz. Ödedikleri paranın üzerinde kan var, kan elimize bulaşıyor ve bu kanı çocuklarımızın giysileriyle siliyoruz. Çünkü, hayvan dövüşlerini seyreden, onları döven ve öldürenler arasında büyüyen çocuklar, yarın önce hayvanlara, sonra insanlara şiddet gösterecekler de ondan. Biz hálá oturmuş, "Ne yapsak da suçu önlesek" diye kara kara düşünüyoruz.
27 Ağustos 2007 günü, Amerikan futbolunun en değerli yıldızlarından biri, Michael Vick, bir duruşma salonundan içeriye girdi. Atlanta Falcons takımının on binlerce taraftarı, hakkındaki iddiaların hayal ürünü olmasını dilerken, o, suçlamaların hepsini kabul etti. 5 yıl hapis, 250 bin doları bulan para cezası onu bekliyor. Büyük bir olasılıkla, bunun üç katı değerindeki çiftliğini de kaybedecek. Toprağı kan kokan, pek çok köpeğe mezar olan çiftliğini.
Her şey, 2007 Şubat’ında, 26 yaşındaki David Boddie’nin, aynı hafta içinde ikinci kez uyuşturucu nedeniyle tutuklanmasıyla başladı. Virginia eyaletinin güneydoğusunda, 1915 Moonlight Drive adresinde oturduğunu ve aşçılık yaptığını söylemişti. Ufak bir araştırma sonunda polis, evin ve içinde bulunduğu altı hektarlık arazinin, Atlanta Falcons amerikan futbolu takımının milyonluk yıldızı Michael Vick üzerine kayıtlı olduğunu saptadı.
David, ünlü sporcunun yeğeniydi. Polis, verilen adreste kenevir yetiştirildiğinden kuşkulandı ve arama izni için savcılığa başvurdu. Yaz başında, savcı Gerald Poindexter, kalabalık bir ekiple 1915 Moonlight Drive’daki beyaza boyalı tuğla evi, bahçedeki küçük yüzme havuzunu, basket sahasını, koruluktaki dört kulübeyi birkaç kez aradı. Gerçi umduğu kadar esrar ve kenevir bulamadı ama, mühimmatlar hakkında birkaç yasak dergi, 3-5 silah ve sayılamayacak kadar çok sayıda köpekle karşılaştı.
KOKAİNLE KUKUMAV ARASINDAKİ FARK
Olay yeri incelemesi, suça göre değişen bir uzmanlık işidir. Yasadışı uyuşturucu imalatı yapılan bir bodrum katını incelemeye gidenlerle, koruma altındaki kukumav kuşu (Athene noctua) yumurtalarının peşine düşenlerin bildikleri de, uyguladıkları da farklıdır. Ünlü sporcunun, 55’i Pitbull cinsinden olmak üzere, 66 köpeğine el konan çiftliğinde delil toplayan Virginia polisine, Tarım Bakanlığı’nın özel eğitimli uzmanları ve veterinerler katılmasaydı, Michael Vick ve üç arkadaşının, 2001’de kurduğu "Bad Newz Kennels" adlı örgütün, insanlık dışı uygulamalarını ortaya çıkartmak mümkün olamazdı.
Akla gelen her türlü uyarıcı maddenin verildiği köpeklerin, bant üzerinde koşmaya, uzun bir çubuğa asılı canlı tavşanlar peşinde daireler çizmeye zorlandığı, kazanma şansı olmayan yavrular ile dövüşlerde yaralanan köpeklerin, asılarak, boğularak, kurşunlanarak, elektrik verilerek öldürüldüğü, hep onların sayesinde kanıtlandı.
Örgütün beyni ve temel finansörünün ünlü futbolcu olduğu, adamlarının son altı yıl içinde, ABD’nin doğusundan batısına defalarca yolculuk yapıp dövüşlere katıldığı, kumar oynayıp oynattığı, uyuşturucu satışı, rüşvet ve daha birçok suça karıştıkları anlaşıldı.
ÜNLÜ SPORCU HER ŞEYİNİ KAYBEDİYOR
Michael Vick ve arkadaşlarının pasaportlarına hemen el kondu, kent dışına çıkmaları ve birbiriyle görüşmeleri yasaklandı. İkisine elektronik kelepçe takıldı, biri, zorunlu uyuşturucu madde bağımlılığı tedavisine yönlendirildi.
Duruşma öncesi alınan bu önlemler, Michael Vick’in Atlanta Falcons’ın kent dışı maçlarında oynamasını engelledi. Konunun medyaya yansımasıyla, takımıyla yaptığı 130 milyon dolarlık sözleşmesi iptal edildi. Nike firması, Zoom Vick V adını verdiği yeni model spor ayakkabılarını piyasaya sürmekten, Adidas’ın Reebok bölümü ve daha pek çok üretici, adını taşıyan spor malzemelerini pazarlamaktan vazgeçtiler.
26 Temmuz 2007 günü, Richmond mahkemesinin yargıcı Henry Hudson’un önüne çıkartıldıklarında gerek Michael Vick, gerekse üç adamı, kendilerine yöneltilen suçlamaları reddettiği halde, dört gün sonra aralarından biri, evvelce New York eyaletinde iki yıl uyuşturucu kaçakçılığından hapis yatmış Tony Taylor, her şeyi açıklamayı kabul etti. Onu, diğerleri izleyince, Michael Vick’in, Örgütlü Suç ve RICO yasası (Racketeer Influenced and Corrupt Organizations Act: Tehdit ve Gözdağı ile Haksız Kazanç Sağlayan ve Yolsuzluk Yapan Şirketler Yasası) kapsamında yargılanabileceği konuşulur oldu. Basit bir anlatımla, 20-40 yıl arasında hapis cezasına çarptırılması işten bile değildi.
Daha düşük bir cezayla kurtulmayı uman Michael Vick, 20 Ağustos’ta, suçlamaların tümünü kabul etti. Cezasının ne olduğuna yargıç Hudson karar verecek ve 10 Aralık’ta bildirecek.
Şimdilerde, hayvan haklarını savunan dernekler, kurtarılan 66 köpeğin bakımı, tedavisi ve uyutulacak olanların masrafına karşılık, kendisinden 10 milyon dolar istiyorlar. Ödemeye yanaşmazsa, mahkemeye başvuracaklar.
KÖPEK DÖVÜŞÜ ARTIK FEDERAL SUÇ
CBS televizyonun spor yorumcusu Deion Sanders, "Vick, köpek dövüşü yasalarının sertleştirilebilmesi için kurban edildi. Esas olan, örgütün gerçek patronunu bulmaktır" demişti. Yorumcu söylediklerinde haklı olabilir. Hayvan dövüşlerini federal bir suç haline getirmek ve cezaları yükseltmek için mücadele eden 10 milyon üyeli Humane Society of the United States ve PETA (People for Ethical Treatment of Animals) gibi sivil toplum örgütleri, Vick’in, köpeklerle ilgisinin olduğu anlaşıldığı andan itibaren, bu bilgiyi alabildiğine kullanmış ve hayvan dövüşünün yasaklanması hakkındaki yeni bir federal yasanın kongreden geçmesini, 3 Mayıs 2007 tarihinde de Başkan Bush tarafından onaylanarak yürürlüğe girmesini sağlamışlardı.
Yeni yasa, geriye işlemediğinden, Vick ve arkadaşlarına uygulanmayacak. Eğer uygulanabilseydi, dövüşmeye götürdüğü her köpek için üç yıla kadar hapis ve 250 bin dolara kadar para cezasına mahkûm edilecekti. Eğer suçu Virginia’da değil de, Louisiana eyaletinde işleseydi, sadece köpek dövüştürmekten bile, eski yasada öngörüldüğü gibi beş değil, 10 yıla kadar hapsi istenebilecekti.
Ne yazık ki, bundan üç yıl önce yakalanan bir diğer köpek dövüştürücüsü, New York’ta yayınlanan 3 bin aboneli "Sporcu Köpek" dergisinin sahibi James Fricchione de, eski yasalara göre yargılanmış, 7 yıl hapis ve 130 bin dolar para cezası ile kurtulmuştu. Fricchione, 13’ü ağır yaralı 18 köpeğini, iki küçük çocuğunun yatak odasının pencerelerinin açıldığı dar bir alanda zincire vurmuştu. Birinin alt çenesi kopuktu, diğerinin üzerinde 70 yara sayılmıştı.
Ünü Doğu Avrupa’ya kadar yayılmış olan Pitbull yetiştiricisi David Tant, ele geçen 40 köpeğinin her biri için bir yıl, yani 40 yıl hapis yatacak. Sivil toplum örgütleri, davanın savcısı ve yargıcına, yılın hukukçuları ödülünü vermişti. David Tant, yeni yasa çıktıktan sonra yakalanmış olsaydı, herhalde 3-5 kez ömür boyu hapse mahkûm edilirdi.
HAYVAN DÖVÜŞÜ İLE UYUŞTURUCU EL ELE
Bir zamanlar milyonların sevgilisi olan Michael Vick’in ne işler çevirdiğinin ortaya çıkışı, bir rastlantı zannedilebilir. "Eğer yeğeni aynı hafta içinde ikinci kez uyuşturucudan yakalanmasaydı, kaldığı ev aranmaz, köpekler de bulunmazdı" denebilir. Ancak bu doğru değil. Artık köpek, horoz, domuz dövüşünün, uyuşturucu kaçakçılığı, kumar ve rüşvetle el ele gittiği gayet iyi biliniyor. Örneğin Ohio’da, son beş yılda çökertilen 65 köpek dövüşü çetesinin 64’ünde, uyuşturucu bağlantısı olduğu bulunmuştu. Geçen yıl Louisiana’da basılan 20 bahis yerinin tamamında, ya kokain ya patlayıcı madde ya da silah ele geçmişti. İşte bu nedenle, tüm polis ve savcılar, uyuşturucu suçundan yakalananları köpek dövüşü, sayılarının 40 bin kadar olduğu sanılan köpek dövüştürenleri bulduklarında da uyuşturucu açısından araştırmakla yükümlüler.
Bir zamanlar, kırsal kesimde yaygın olan köpek dövüşleri, büyük kentlere taşınmış durumda ve yine bir zamanlar birbiriyle dövüşen çeteleri ayırmaya çalışan polisler, şimdilerde, onların birbirine saldıran köpeklerini ayırmaya, sahiplerini tutuklamaya çalışıyor. Aslında, sokak ortasında kavga eden iki köpeğin dövüştürüldüğünü kanıtlamak bir hayli zor. Bu amaçla, duyarlı mahalle sakinlerinden ekipler oluşturuluyor, kuşkulandıkları her olayı ilgili derneklere ya da polise bildirmeye özendiriliyor.
Yerel yönetimler, bakanlıklar, sivil toplum örgütleri, basın, sanat dünyası el ele vermiş, toplumun her bireyini bu mücadelenin içine çekmeye çalışıyor. Akademisyenler, hayvana şiddet ile çocuğa, kadına, yaşlıya şiddet arasındaki ilişkiyi araştıran bilimsel çalışmalar yapıyor. Üstelik ellerinde artık çok güçlü bir yasaları var. Kısacası, birkaç kuşak önce, köpekleri ayılara, fareleri de köpeklere parçalatanların torunları, bu barbarca uygulamalarından kurtulmayı akıllarına koymuşa benziyor. Ne diyelim, darısı başımıza.
Siyah-beyaz savaşına dönüştü
Köpek dövüşlerinin gerçek yüzünü ortaya çıkartan olaylar, aylardır Amerikan yazılı ve görsel basınının gündemini oluşturuyor. Konu, tıpkı O.J. Simpson davasının siyah-beyaz mücadelesi haline getirilmesine benzer bir süreçten geçiyor ve siyahi ünlüler, derisi kendileriyle aynı renkte olduğundan, bir hayvan katilini savunmaya çalışıyor. Örneğin, New York Knicks basketbol takımından Stephon Marbury, köpek dövüştürmenin bir spor olduğunu söylüyor. Ünlü boksör Roy Jones, "İki köpeğin birbiriyle dalaşması ve birinin diğerini öldürmesi çok doğaldır" gibisinden beyanatlar veriyor. Sinema oyuncusu Whoopi Goldberg de, fikrini söylemekten geri durmuyor "Vick, güneyli. Güneyde köpek dövüştürülür. Tıpkı Porto Rikoluların horoz dövüştürdüğü gibi" şeklinde, özrü kabahatinden büyük savunmalara kalkışıyor.
Hayvanları Koruma Kanunu değişmeli
Dünya değişiyor. İspanyollar boğa güreşi yasaklansın diye, yüz binlerce imza toplayabiliyor, turistler Karayiplerin incisi Porto Riko’ya, horoz dövüşü yapılıyor diye gitmek istemiyor, Filipinli aileler çocuklarının örümcek dövüştürmesine izin vermiyor. Almanya ve Brezilya’nın anayasası hayvanları koruyan maddeler içeriyor. İsviçre yasaları onların mal değil, can olduğunu açıkça belirtiyor. Artık hayvan hukukuna ilişkin dergiler var, hukuk fakültelerinde bu alanda dersler açılıyor, hayvan haklarında uzmanlaşan avukatlar, savcılar, yargıçlar yetişiyor. Polislere, veterinerlere hayvana fena muamelenin nasıl delillendirileceği öğretiliyor.
6 Eylül 2006 tarihinde, bu sayfada, "Hayvana eziyetten insan öldürmeye" başlıklı yazımın yayınlanmasından bu yana, zehirlenen, uzak bölgelere götürülerek açlığa ve ölüme terk edilen, şiddet uygulanan, hatta kurşunlanan köpeklerin konu edildiği e-postalar alıyorum. Bir çoğuna, yurdun dört bir yanında yaşanan vahşetin görüntüleri, filmleri ekleniyor. Dövüş sırasında çekilen videolar televizyonda gösteriliyor, internette yayınlanıyor. Hayvan dövüşü fotoğrafları yayınlayan bazı internet sitelerine erişim, mahkeme kararı ile engelleniyor. Halbuki yabancı dilde olanların arasında, olayın vahşetini göstererek duyarlılık oluşturmaya çalışan siteler de bulunuyor. Ayrıca, internette olan bir fotoğraf ya da bilgiye erişimi engellemenin neredeyse imkánsızlığı da, bir başka gerçek.
Bodrum katlarına doluşan yüzlerce kişinin horoz dövüştürdüğünü, kuruluş nedeni bunları yaşatmak olan dernek lokallerinde bile bu işin yapıldığını, yol kenarlarında, tarlalarda, kent meydanlarında köpeklerin ölesiye birbirine saldırtıldığını okuyoruz.
Halbuki, daha üç yıl önce çıkan bir Hayvanları Koruma Kanunu’muz var. Demek ki, caydırıcı olamamış. Olamaz da, çünkü yasa, hayvan hakları ihlalini suç değil, kabahat olarak görüyor ve uymayanlara sadece para cezası veriyor.
Ayrıca yeni yasa, Pitbull Terrier ya da Japanese Tosa’yı "tehlike arz eden hayvan" olarak kabul ediyor, bunları üretmeyi, kaçakçılığını, hatta reklamını bile yasaklıyor. Halbuki, tarih boyunca, Japon Akita’dan Arjantinli Dogo’ya, Brezilyalı Fila’dan Kanarya Adaları’nın Presası’na, çok sayıda köpek cinsinin dövüşlerde kullanıldığını biliyoruz. Demek ki, "tehlike arz etmek" için Pitbull Terrier ya da Japanese Tosa olmaya gerek yok. Genetik elbette bir risk faktörü oluşturabilir, ancak hayvanı tehlikeli kılacak olan, ne şekilde eğitildiğidir. Tıpkı insan yavrusundaki gibi.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2007
Sütçünün kaybettiği görülmemişti hiç. Kimileri, "Ne şanslı adam" derdi onun için. Kimisi, "Attan amma iyi anlıyor." Sütçünün ne sütçülükle, ne de binicilikle ilgisi vardı aslında. Sadece, uyuşturucu kaçakçısıydı. Hem de, tarihin en büyüklerinden biri. İngiltere Jokey Kulübü, güvenlik işlerinin başına, Washington Büyükelçiliği’nde irtibat subayı olarak çalışmış eski bir istihbaratçıyı, Roger Buffham’ı getirdiğine seviniyordu. 1992 başlarıydı ve onun, uzunca bir süredir manşetlerinden inmeyen at yarışlarındaki şike ve doping dedikodularının üzerine gideceğinden, çürük elmaları ayıklayacağından kimsenin kuşkusu yoktu.
Nitekim, öyle de oldu ve Roger Buffham, yılda 45 milyon YTL’yi bulan bir bütçe ile, güvenlik operasyonlarını yeniden yapılandırdı, her parkura kapalı devre televizyon kamerası taktırdı, emekli polis ve askerleri işe aldı, polisle sıkı bir işbirliğine girdi, ad vermeden ihbarların yapılabileceği bir telefon hattı oluşturdu, kuşkulandığı her olayı soruşturdu.
Bu büyük operasyonun ilk kurbanı, Dermot Browne oldu. İrlandalı ünlü at yetiştiricisi Liam Browne’un oğlu Dermot, jokeylikten antrenörlüğe geçmişti. Bahisçilere bilgi sızdırdığını, kimi yarışlarda favori atı yavaşlatıp bir sonrakinde birinci olmasıyla birlikte, çok kişiyi zengin ettiğini kabul etti. Jokey Kulübü, onu 10 yıllığına cezalandırdığında, güvenlik sorumlusu Roger Buffham, işe başlayalı sadece dört ay olmuştu ve işten ayrılmak zorunda kalacağı 2001’e dek, çok sayıda antrenörü ve jokeyi rahatsız edecekti.
İlginç olan, işine son verilen ilk antrenör Dermot Browne’un, yıllar sonraki bir televizyon programında dile getirdikleriydi. Antrenör, aslında 1990 ile 1992 arasında sadece şikeye karışmadığını, para karşılığında 23 ata doping uyguladığını, üstelik bu gerçeği güvenlik sorumlusu Roger Buffham’a söylediği halde, kendisini ciddiye almadığını iddia etti. Söylediklerine bakılırsa, doping için para aldığı kişinin adını bile vermişti ve bu kişi, Brian Wright’tı.
BALIKÇI TEKNESİNDE YARIM TON KOKAİN
1996 yılıydı, aylardan eylül. Dünyanın en büyük doğal barınaklarından biri olan İrlanda’daki Cork limanı hareketlenmişti. Aniden gökyüzü kararmış, fırtına çıkmış, irili ufaklı ne kadar balıkçı teknesi varsa, burnunu limana çevirmişti. Biri hariç. Sahil güvenliğin botundakiler, "Boyunu geçen dalgalara aldırmıyor. Böyle giderse alabora olacak, bari gidip yardım edelim" dediler.
Bir saat içinde, Amerikalı kaptan John Ewart yönetimindeki "Deniz Sisi"nin, balıkla, balıkçılıkla uzak yakın ilgisi olmadığını anlayacaklar, güvertedeki bir paraşütten kuşkulanacak ve kullanılmayan balık asansörüne tam 599 kilo kokain zulalandığını göreceklerdi.
Amerikalı kaptan, sahil güvenlik botu yaklaşırken, Londra’da birisini aramıştı. Aradığı kişi, birkaç hafta sonra, cebinde sahte bir pasaportla, Kuzey Kıbrıs’ta Girne ile Güzelyurt arasındaki Lapta’da, etrafı yüksek duvarlarla çevrili bahçe içindeki bir evin balkonunda, bir yandan güneşin batışını seyrediyor, diğer yandan cin toniğini yudumluyordu.
Amerikalı kaptan, yargılanıp uyuşturucu kaçakçılığından 17 yıla mahkum ola dursun, yakın çevresince "Sütçü" diye bilinen adam, altı yıl boyunca Lapta’da güneşin batışını seyretti ve cin toniğini yudumladı. Asıl adı Brian Wright’dı. Yani, Jokey Kulübü’nün 10 yıl cezalandırdığı antrenörün, güvenlik müdürüne adını verdiğini, ancak üzerini örttüğünü iddia ettiği kişi. İngiliz polisi, gemideki kokainin gerçek sahibinin o olduğunu, ancak üç yılda kanıtlayabildi.
Sözde balıkçı teknesinde ele geçen yarım ton kokainin esas sahibinin Brian Wright olduğu ortaya çıkıp, sahte kimlikle Lapta’da olduğu anlaşıldığı halde, İngiltere, KKTC’yi tanımadığından, kaçakçıyı geri alamadı. Oğlunu, damadını ve çok sayıda işbirlikçisini yargılayıp, mahkum etse de, "Sütçü"nün diğer örgüt üyelerinin, gemi yoluyla İngiltere’ye, üç tonu aşan miktarda kokain sokmasını engelleyemedi.
Brian Wright’a, müşterilerine yaz kış demeden, her sabah, hep aynı saatte, süt bırakanlar gibi, hiç aksatmadan kokain temin ettiğinden "Sütçü" dendiğini fark eden polis, başlangıçta onu, sadece dünyanın dört bir yanında bağlantısı olan bir kaçakçılık ağının lideri sandı.
Halbuki bu arada, eski bir jokey olan, antrenörlükten emekli Graham Bradley, yurtdışına geziler düzenliyor, çok sayıda jokeyi İspanya’ya tatile götürüyor ve bir villada hoşça vakit geçirmelerini sağlıyordu. Villanın sahibi ortalıkta yoktu, yok olmasına da, jokeylerin hiç para ödemeden kaldıkları yerin adı, "El Lechero", yani "Sütçü"ydü. Polisin bu bağlantıyı fark etmesi ve kokain kaçakçısıyla emekli antrenörün birbirini yıllardır tanıdığını anlaması yedi ay sürdü. Antrenör tutuklandı, ancak delil yetersizliğinden serbest kaldı.
AT YARIŞLARINA SIZAN KOKAİN MAFYASI
İngiltere Jokey Kulübü, şike ve doping dedikodularına son vermesi için büyük umutlarla işe aldığı eski istihbaratçıyla yollarını 2001’de ayırdı. Görünürdeki gerekçe, bir taciz olayıydı ve bir kulüp personeli kadın, 8 yıl, evet tam 8 yıl geride kalmış sarkıntılıkla suçlayarak Roger Buffham’ı savcılığa şikayet etmişti.
Görevden ayrılırken, şike ve doping soruşturmaları sırasında elde ettiği bilgi ve belgelerin hiç birisini açıklamayacağına ilişkin bir beyanname imzalayan Buffham, bir yıl kadar sustuktan sonra BBC ekranlarına çıktı, elindeki her şeyi açıkladı ve Jokey Kulübü’nü sistematik yolsuzlukla, ayrıca şike ve dopingin üzerini örtmekle suçladı. Kulüp, hem BBC’yi hem de gizli belgeleri taahhütnameye rağmen açıklayan güvenlikçiyi mahkemeye verdi, ancak davayı kaybetti. Yargıç, toplumun bu bilgileri öğrenmeye hakkı olduğunu söylemişti.
Çünkü bu arada "Sütçü"nün oğlu, damadı ve yakalanan 14 ortağının yargılanması sırasında, 5 bin sterlin karşılığında atlara doping yapan jokeylerin adları açıklanmış, uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı ile at yarışı endüstrisi arasında yakın bağlar ortaya çıkmıştı ve İngiltere, ucu nereye giderse gitsin, bu bağı kopartmaya niyetliydi.
Sütçü, bir türlü anlaşılmayan bir nedenden ötürü, 2003’te Kıbrıs’tan ayrılıp İspanya’ya geldi. 15 Mart 2005 günü, bir rastlantı eseri, Marbella’da tanındı, tutuklandı ve İngiltere’ye iade edildi. Kendisiyle ilgili her türlü suçlamayı inkar etti. Adına kayıtlı hiçbir banka hesabının, araç ya da mülkün bulunmadığı, kredi kartı ve cep telefonu kullanmadığı, izlenmemek için telefon konuşmalarını otel lobilerinden yaptığı, uyuşturucu kaçakçılığını at yarışlarıyla kamufle etmeye çalıştığı, 10 yılda yüzlerce at yarışına şike ve doping bulaştırdığı, 300 milyon İngiliz lirasının üzerinde bir servet edindiği anlaşıldı. İki ay süren yargılaması sonunda, 3 Nisan 2007 günü, 60 yaşındayken, 30 yıl hapse mahkum oldu. Sütçü’nün kokaini temin ettiği "patronların patronu" Diego Montoya da, 10 Eylül 2007 günü Kolombiya’da ele geçti.
Bütün bu olanlar, At Yarışları Düzenleme Otoritesi’nin, İngiltere Jokey Kulübü’nün bazı sorumluluklarını üstlenmesine yol açtı. 7 müfettişten oluşan bir ekiple, kuşkulu her bahsi incelemeye başladılar, tartı dairelerine daha fazla güvenlik, ahırlara kamera, jokeylerin cep telefonu kullanmasına kısıtlama, antrenörlerin internet bahislerine katılmasını yasaklama gibi önlemler aldılar.
Sosyetenin gözdesi uyuşturucu baronu
1990’ların başında, Brian Wright evliydi, bir oğlu, bir kızı vardı, zengindi, yakışıklıydı, kumara, at yarışlarına meraklıydı ve Avrupa sosyetesinin gözbebeğiydi. İrlandalı fakir bir ailenin oğluydu, çocukluğu ıslahhanelerde geçmişti ve neredeyse hiç okula gitmemişti.
Frank Sinatra, Clint Eastwood ve Michael Caine’in dostuydu, verdiği davetlerde çekilen fotoğraflar renkli basının sayfalarını süsler, yenip içilenler günlerce dillerden düşmezdi. Çok sayıda antrenör ve jokeyle arkadaş olduğu bilinirdi. Tek ata 100 bin İngiliz lirası (yaklaşık 250 bin YTL) yatırdığı, kat kat fazlasını kazandığı olurdu. Londra’nın en zengin bölgelerinde kiraladığı daireler ve İspanya’nın güneyinde yine kiraladığı bir villası vardı ve villanın adı "El Lechero"ydu, yani "Sütçü."
At dopingi nereye gidiyor
2004 Olimpiyatları’nda, 24 sporcuda doping saptandı. Rekor bir sayıydı bu ve olimpiyat tarihine "en kirli oyunlar" diye geçti. Atina, sadece yarışan insanlar açısından değil, atlar için de kirliydi. İncelenen 40 hayvandan, dördünde doping çıkmıştı, üstelik ikisi altın madalya almıştı ve bu da bir rekordu.
Engel atlamanın birincisi İrlandalı Cian O’Connor’un Waterford Crystal’inde, şizofren insanların tedavisinde kullanılan zuklopentiksol ile yine insanlarda, anksiyete ve ciddi davranış kusurlarının tedavisinde kullanılan bir diğer ilaç, flufenazin bulundu. Altın madalyanın, O’Connor’dan alınıp Brezilyalı Rodrigo Pessoa’ya verilmesi bir yana, İrlanda takımı diskalifiye edildi, O’Connor ciddi bir para cezası ödedi ve üç ay yarışlardan men edildi.
Alman Ludger Beerbaum’un, Goldfever 3’ünde betametazon çıktı. Beerbaum, hayvanın incinen ön ayaklarından birine pomat sürdüğünü bildirerek sonuca itiraz etmekle birlikte, müsabaka öncesi bildirimde bulunmadığından, gerekçesi kabul edilmedi. At, diskalifiye edildi, Almanların erkek engel atlama takımı da altın madalyasını kaybetti.
2008 Pekin Yaz Olimpiyatları’nda ne olacak derseniz, yanıtı basit: Az sayıda da olsa, bir atı uyarmaya, sakinleştirmeye, cesaretlendirmeye, kaslarını geliştirmeye, ağrısını kesmeye, sırtını gevşetmeye ya da kanında daha fazla oksijen dolaştırmaya kalkan biniciler, antrenörler, veterinerler çıkacak ve insanlar için ne kullanılıyorsa, ata da onu yapacak. Kan dopingi uygulanmaya başlandı bile, rekombinant eritropoietin ve büyüme hormonu piyasada, kök hücre tedavileri ve elbette performansı arttıracak yapay genler sırada. Arada sadece bir fark var. İnsan, canı pahasına dopinge razı da, atın fikrini ne yazık ki soran yok.
TÜRKİYE’DEKİ DURUM
2006 Şubat’ında, Superspor.com editörü Ahmet Sivaslı sormuş, "Peki at yarışında şike ne durumda? Büyük bir kitle at yarışında şike olduğunu düşünüyor?" Zamanın Türkiye Jokey Kulübü Başkanı Umur Tamer cevaplamış. "Bugüne kadar şike olayını ne gördüm, ne duydum, ne de böyle bir şeye şahit oldum. Dünyadaki en az doping olayı ve yok denecek kadar az şike olayı Türkiye’de..."
2004 Şubat’ındaki, At Yarışları Hakkında Kanun’un değiştirilmesiyle birlikte, doping yüzünden yarışlardan men edilen kaç at, antrenör ve seyis affedildi bilmiyorum ama, halen sadece 9 antrenörle 8 at, doping nedeniyle aldıkları bir ya da iki yıllık cezalarını çekmekte. Sayının azlığına bakılırsa, Safkan İngiliz Atı Yetiştiricileri ve Sahipleri Derneği başkanı Sadrettin Atığ’a göre, jokey kulüplerinin cirosu ve yarış adediyle dünyanın ilk on ülkesi arasındaki Türkiye’nin, bu konudaki karnesi hiç de fena sayılmaz. Bu nedenle, Umur Tamer haklı. Ama milletin ağzı torba değil ki, büzesin. Nitekim, yarış hayatına 1965’te başlayan ve neredeyse 4 bin yarışta birinci gelen Ahmet Atçı da, "Jokey olduğumu söyleyince herkes bize mafya gözüyle bakıyor" diye yakınmıştı.
At Yarışları Hakkında Kanun, 2006 Mart’ında yeniden değişikliğe uğradı. Doping eylemine katılanlara verilecek cezalar ağırlaştırıldığı gibi, "koşulara kayıtlı her at, doping muayenesine tabi tutulabilir" ibaresi eklendi. Türkiye’nin 7 hipodromundaki safkan İngiliz ve Arap at yarışlarında doping analizlerini gerçekleştiren Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na bağlı Etlik Merkez Veteriner ve Kontrol Araştırma Enstitüsü’nün olanakları geliştikçe, dopingle mücadelede "sıfır tolerans"a daha da yaklaşılacak, ata sporumuzu yaralayan dedikoduların önü kesilecek.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2007
İşyerlerinden geç vakitte çıkmış, evlerine doğru yalnız başına yürüyen kadınlardı hepsi. Elleri naylon çorapla bağlanmış şekilde bulundular. Tecavüze uğramışlardı ve hiçbirinin ayağında, ayakkabısı yoktu. İlk saldırının üzerinden 20 yıl geçti. Ama fail bir türlü bulunamadı. Ta ki bir kadın, kırmızı ışıkta durmayıncaya kadar.
Hepsi, gece vakti, çalıştıkları yerlerden çıkmış, evlerine doğru tek başına yürüyen genç kadınlardı. Hepsinin ayağında çok yüksek topuklu ayakkabılar vardı. Elleri naylon çorapla bağlanmış şekilde bulundular, tecavüze uğramışlardı ve hiçbirinin ayağında, ayakkabısı yoktu.
Kadınlar, siyah kar maskeli, siyah elbiseler giymiş birisinin, arkadan yanaşarak onları hareketsiz hale getirdiğini hatırladılar. Saldırılar dört yıl sürdü ve hep aynı yöntem kullanıldığından, failin aynı kişi olabileceği düşünüldü. "Düşünüldü" diyorum, çünkü sadece bir tek olayda vajinal yayma alınmıştı ve mikroskop camının üzerindeki kadın hücreleri, erkek sperm hücrelerine oranla öylesine fazlaydı ki, o günkü koşullarda, bu karışımdan, saldırganın birkaç sperm hücresini ayırıp incelemek olanaksızdı.
İlk saldırıdan bu yana 20 yıl geçti. DNA inceleme yöntemleri gelişti. Tecavüze uğrayan yüksek topuklu genç kadınlar unutulmadı. Mikroskop camındaki ayakkabı fetişistinin birkaç sperm hücresi, FISH adlı bir yöntemle (Fluorescent In Situ Hybridisation) yeşile boyanabildi. Yine yeni bir yöntem olan lazer mikrodisseksiyon sayesinde DNA profili elde edildi.
Bu arada, İngiltere’de 1995’te kurulan dünyanın ilk DNA veri bankası büyüdükçe, büyümüş, 4 milyon kişinin genetik bilgisini kapsar hale gelmiş ve ayda 3 binden fazla suçluyu yakalatır olmuştu. Tüm çözülememiş olaylarda yapıldığı gibi, ayakkabı fetişistinin DNA profili de zaman zaman bankada arandı, tam olarak örtüşenine rastlanmadı. Ta ki bir kadın, kırmızı ışıkta durmayıncaya kadar.
KIRMIZIDA DURMAYAN KIZ KARDEŞ
2006 baharıydı. June Lloyd, arkadaşlarıyla keyifli bir akşam geçirmiş, biraz da fazla içki içmişti. "Bu yolda çevirme yoktur" diye düşündü ve arabasını kullanmaya karar verdi. Gerçi çevirme yoktu ama, trafik ışıkları vardı ve genç kadın, ışıkların sarıdan kırmızıya döndüğünü fark etmedi. Az ötede durdurdular, bir alete üflettiler, alkolü yüksek çıktı, ceza kestiler ve "Lütfen ağzınızı açar mısınız" dediler "DNA profiliniz için örnek alacağız."
Bir hafta sonra bayan June Lloyd, sabah kahvesini içiyordu ki, kapı çaldı. Karşısında bir kadın polis durmaktaydı. "Affedersiniz" dedi dedektif Sue Hickman, "Yıllar önceki bir seri tecavüzcüyü arıyoruz. Ulusal veri tabanımızda suçlunun DNA profiline tam uyanına rastlamadık, ancak sizin profiliniz, onunkine çok benziyor. Biz de suçlunun, bir yakınınız olduğunu düşündük. Acaba erkek kardeşiniz var mı?"
Dedektifin elinde, kadınlı erkekli 43 kişinin adı yazılı bir liste vardı ve o sabah kapısını çaldığı bayan Lloyd, listenin üstten 3. sırasındaydı. Ulusal veri tabanında, ayakkabı fetişistine ait DNA profilinin tam olarak uyuştuğu biri bulunamayınca, kısmen uyuşanlar bir yana ayrılmıştı ve listedekiler, onlardı.
"Var" diye yanıtladı kadın "Ama James’in mutlu bir evliliği, iki çocuğu var. Üstelik çevresinde çok sevilen ve gayet iyi kazanan bir işadamıdır, kimsenin ırzına geçmiş olamaz." "Siz lütfen haber verin" dedi polis ve gitti.
TORBALARDAKİ ÇORAPLAR
James Lloyd, 49 yaşındaydı, Dearne Valley Printers Ltd adlı baskı hizmeti veren, dijital fotoğrafları basan, fotokopi çeken bir şirketin yöneticisiydi. Kız kardeşi kendisini arayıp dedektif Hickman’ın ziyaretinden söz edince, önce babasını aradı, yıllar önce suç işlediğini, polisin kendisini yakalamak üzere olduğunu söyledi, çocuklarına bakmasını rica etti, ardından kendini asmaya kalktı, oğlu tarafından kurtarıldı.
Polis, James Lloyd’un işyerinde, anahtarı sadece kendisinde bulunan bir kapı, kapının ardında bir sürü siyah torba, torbaların içinde de, yüzden fazla naylon çorap ve bir o kadar, farklı boyda, farklı renkte, kimi giyilmiş, kimi yeni, kadın ayakkabısı buldu. Hepsinin topukları çok ince ve çok yüksekti.
James Lloyd’un DNA’sı, 20 yıl önceki ayakkabı fetişistinin DNA’sı ile tam olarak örtüştü, 17 Temmuz 2006 günü, 1983 ile 2004 arasında 4 kadının ırzına geçtiğini, ikisine teşebbüs ettiğini ve ayakkabılarını hatıra olarak sakladığını kabul etti, diğerlerini reddetti. 2006 Eylül’ünde, ömür boyu hapse çarptırıldı. Cezası 2007 ortalarında neredeyse yarıya indirildi.
50 YIL GERİYE GİDİYORLAR
Şimdilerde İngiliz polisi, 5-6 yıllık dilimler halinde geriye doğru gidiyor ve öncelikli olarak çözemediği cinsel saldırıları yeniden araştırıyor. Halen 1988-1983 aralığındalar ve ulusal DNA veri tabanlarında, saldırganlara ait DNA’nın kısmen uyduğu kişileri arıyor, yani "aile taraması" yapıyor, daha sonra her biriyle tek tek görüşüyorlar. Şimdilik, bu zaman dilimindeki 450 faili meçhulden 42’sini çözmüş durumdalar. Aralarında, mezara girmiş olanlar bile var. İngilizler, 1959 yılında dek geri gidecekler. Daha geriye gidememelerinin nedeni basit, çünkü Adli Bilimler Servisi’nin elinde daha eski biyolojik delil bulunmuyor.
Amerikalı savcı ’Ben de isterim’ diyor
Bir süredir, birçok Amerikalı savcı, Colorado Eyaleti’nin Denver kenti bölge savcısı Mitchell Morrissey gibi, elindeki yetkilerin azlığından yakınıyor ve faili meçhulleri aydınlatabilmek için İngilizlerin olanaklarına sahip olmak istiyorlar. Çünkü Morrissey’in çözemediği üç ırza geçme olayı var. Her üçünde, saldırganın DNA profiline ulaşılmış. Bu profiller ne eyaletin, ne de Federal Soruşturma Bürosu FBI’ın veri tabanındaki profilleri tutmuş ama, her biri, hüküm giymiş birer kişinin DNA profiliyle kısmen uyuşmuş. Kısacası, aynısı yok, benzeri var. Bu nedenle savcı, aydınlatmaya çalıştığı saldırıları gerçekleştirenlerin, mahkumların yakın bir akrabası olduğuna kuvvetle inanmış. Ancak FBI, tam bir uyum olmadığı sürece, eyaletler arası DNA bilgisi alışverişine izin vermediğinden, bu mahkumların adlarına bir türlü ulaşamamış.
ADALET BAKANI VERMEM DİYOR
Savcı Morrisey, aylarca uğraştıktan sonra, 2007 Temmuz’unda gerekli izni aldı ve Colorado eyaletinde gerçekleşen üç cinsel saldırının faillerine ait DNA bilgilerinin, tam olarak değil ama, çok büyük ölçüde uyduğu üç mahkumun hangi eyaletlerde olduğu bilgisine ulaştı. Hiç kuşkusuz savcı, Amerikan cezaevlerinde yatanların yarısının, ailesinde bir suçlu daha bulunduğunu gösteren istatistiklerden haberdardı ve eyaletindeki saldırganların, bu mahkumların kardeşi ya da ağabeyi olma olasılığı yüksekti. Bu iznin, Colorado’ya sağladığı bir ayrıcalık şeklinde yorumlanmasını istemeyen FBI, bundan böyle federal veri tabanlarında kısmi profil aranıp aranamayacağı ve profilin kime ait olduğunun bilgisinin verilip verilmeyeceği kararını, eyalet yönetimlerine bıraktı.
Morrisey’in peşinde düştüğü mahkumlardan biri, halen Kaliforniya’da ve cezaevinde. Ancak savcı bu kez başka bir engelle karşı karşıya. Çünkü Kaliforniya eyaleti Adalet Bakanı Edmund Brown, bu isteği mahkumların kişilik haklarına aykırı buluyor, sadece onu değil, ailesini de korumakla mükellef olduğundan bahisle, bilgi vermiyor. İki eyaleti karşı karşıya getiren bu durum, ABD’de bir ilk, ancak kesinlikle sonuncusu değil.
HA OTO PLAKASIHA İNSAN DNA’SI
Halen pek çok Amerikalı hukukçu, Edmund Brown’un ve FBI’ın artık geçmişte kalan politikasını destekliyor ve DNA bilgisi arşivlenen mahkumların, zaten ömür boyu, bir anlamda "genetik gözetim" altında tutulduğunu ve insan haklarının ihlal edildiğini, buna bir de, oğlu, kızı, babası, anası cezaevinde diye hiç suç işlememiş aile bireylerinin katılmaması gerektiğini savunuyorlar.
Buna karşı olanlar, basit bir örnek veriyorlar. "Kazaya karışmış ve kaçmış bir otonun sadece rengi ve plaka numarasının iki hanesi hatırlandığında, nasıl o renkte ve o iki sayıyı içeren plakalı otoların sahiplerini araştırıyorsak, aynı şekilde, genetik bilgisi kısmen tutan kişileri de araştırabilmeliyiz. Üstelik bunlar, kazaya karışıp kaçmış sürücüler de değil, yakalanıncaya dek, çocukların, kadınların ırzına geçmeyi sürdürecek, hatta öldürecek kişiler."
Hukukçulara göre, bütün kabahat, DNA analizlerini yapan ve ulusal veri tabanında tam bir uyuma rastlamadığında, işgüzarlık yapıp kısmi uyum bulma gayretine giren laboratuvarcılarda. "Aynısı yok, benzerini verelim" demeseler ve ulaştıkları bilgiyi polise ya da savcıya bildirmeseler, kısmi uyumdan kimsenin haberi olamaz.
GERÇEK FAİLİN BULUNMASINI 19 YIL BEKLEDİ
Geçen aya kadar, kısmi uyumlarda eyaletler arası bilgi paylaşımına izin vermeyen FBI, zaten eyalet içi uygulamalara karışamıyordu. 23 yıl önceki bir cinayetin aydınlatılması da, haksız yere suçlananla gerçek katilin, aynı eyalette oturmaları sayesinde mümkün olabilmişti.
Deborah Sykes’ın, Kuzey Karolina’daki The Sentinel gazetesinde editör olarak işe başlamasının üzerinden, sadece beş hafta geçmişti. Genç kadın, 10 Ağustos 1984 sabahı, otomobilini, gazetenin 500 metre ötesine park etti ve yürümeye başladı. Biri arkasından saldırdı, çimenlerin üzerine sürükledi, ırzına geçti, 16 kez bıçakladı, teki, kalbine saplandı.
Bir ay kadar sonra 17-18 yaşlarında bir zenci yakalandı. Olay yerinde parmak izi yoktu, kanı yoktu, kadının üzerindeki sperm, kan grubunu tutmuyordu, buna rağmen Darryl Hunt yargılandı, 1985’te editörün ırzına geçmek ve öldürmekten, ömür boyu hapse mahkum oldu.
On yıl sonra spermin DNA analizi yapıldı, elde edilen profil, Darryl Hunt’ınkini tutmadı, yargıç, yine de katilin o olacağını düşündü ve tekrar demir parmaklıklar arkasına gönderdi.
Aradan 9 yıl daha geçti. Kriminal laboratuvar çalışanı bir uzman, spermin DNA profilini, bu kez Kuzey Karolina eyalet DNA veri tabanında aradı. İşte o zaman garip bir şey oldu. Gerçi profilin tam olarak uyduğu kimse yoktu ama, profil, mahkum Anthony Brown’unkini kısmen tutuyordu. Durumu, amirlerine bildirdi.
"Belki de bir erkek kardeşi var" diye düşündüler. Brown’un bir değil, tam 11 erkek kardeşi vardı. Altısı ölmüştü, biri denetimli serbestlik altındaki Willard Brown’du. Polisler William’ı ziyarete gittiler, havadan sudan konuştular, bir sigara ikram ettiler, sigarayı laboratuvara gönderdiler ve William’ın DNA profili, editör kadını öldürenle örtüştü. Boşu boşuna 19 yıl hapis yatan Darryl Hunt’ın masum olduğu da, böylece anlaşıldı, serbest kaldı ve 1 milyon 650 bin dolar tazminat aldı.
Kısmi profillerin değerlendirilmesine taraf olanlar, Darryl Hunt davasına sıklıkla atıfta bulunur ve aile taramasının sadece suçluyu bulmakta değil, masumları da korumakta işe yaradığını kanıtlamak için kullanırlar.
Akrabanın akrabaya akrep etmez ettiğini
Mahkumların DNA bilgilerinin arşivlerde tutulması giderek yaygınlaşıyor. Kriminologların ısrarla altını çizdiği, "Bir kere suç işleyenin, yeniden suç işleme olasılığı yüksektir" savından hareketle gerçekleştirilen bu arşivleme, kişinin serbest kaldıktan sonra işleyeceği suçlarda daha çabuk yakalanmasını ya da evvelce işlediği, ancak bilinmeyen suçların aydınlatılmasını hedefliyor.
İlk kez İngiliz polisinin başlattığı, Amerikalıların devraldığı "kısmi profil taraması" da, diğer ülkelerde yasal ya da gizli mutlaka yaygınlaşacak ve uygulama, genetik bilgide benzerliklere rastlanması doğal olan, içine kapanmış etnik grupları ve akraba evliliklerinin çok olduğu geniş aileleri daha fazla etkileyecek.
Bildiğiniz gibi, DNA verileri artık ülkeler arasında da paylaşılıyor. Bundan neredeyse 25 yıl önce gerçekleştirdiğimiz bir araştırmada, Anadolu’nun bir dağ köyünde yaşayanların tümünün, iki erkek kardeşin soyundan geldiğini saptamıştık. Bir akrabaları yurt dışında suç işler de cezaevine düşerse ve daha sonra herhangi bir olay yerinden elde edilen DNA profili onun DNA bankasındaki bilgilerini kısmen tutarsa, bu kez akrabalık ilişkileri nedeniyle 5-10 kişinin değil, köyün tüm erkeklerinin kapılarının çalınması ve en iyi olasılıkla, "Aradığımız kişi siz olabilirsiniz, lütfen ağzınızı açın" gibisinden nazik bir davetle karşılaşmaları, işten bile değil.
Yazının Devamını Oku