12 Mayıs 2002
Bence, ticaret gayesiyle yaratılmış olan günlerin en kutsalı Anneler Günü'dür. Bütün anneleri kutlarım. Şimdi benim ne annem var, ne de ‘‘anne’’ diyen bir çocuğum...
İpek dahil, bütün yeğenlerim ve gençler benim çocuğum, dolayısıyla çocuktan yana bir sıkıntım yok. Ama benim şimdiki yaşımda kanserin pençesinden kurtulamayarak vefat eden annemi bu vesileyle burada anacağım.
Anneciğim, bu da benim sana anneler günü hediyem!
Ne tuhaftır, annemin adına kurulan Sadberk Hanım Müzesi'ni yaşatmak ve onun anısına bir yazı yazmak, annem ile arkadaşlıktan en uzak olan bendenize nasip oldu.
Çok genç yaşta, 1973'te ölmesine, bizi bırakıp gitmesine rağmen onun anneliğini dolu dolu yaşadığımı söyleyebilirim.
Çocukluğumda egzamadan muzdarip bir çocuk olduğum için geceleri hep kalkıp kalkıp beni kaşımasını dün gibi hatırlarım.
Annem, son derece konservatif ve geleneklerine bağlı bir insandı.
Dindardı, çok hastalık çeken ablam yüzünden midir nedir, Allah'ına güvenen ve ibadetini eksik etmeyen, fakat gayrimüslimlerden de çok dostu olan bir kişiydi. Çok yumuşak sesli ve çok yumuşak başlı olmasına rağmen çok disiplinli yetiştirmişti hepimizi. Hepimizle ayrı ayrı ilgilenir ve şefkatini esirgemezdi.
Hayatı boyunca kayınvalidesi ile yaşamıştı ve babamıza çok saygılıydı. Onu eve geldiği veya gittiği zaman muhakkak karşılar yahut geçirirdi.
Beraber yaşadığımız günlerde kavga ettiklerine sadece bir gün şahit olmuş ve ne yapacağımı şaşırmıştım. Babam, işkolik bir adamdı, karısının arzularını yerine getirmeye vakti olmazdı ve son derece titiz olduğundan dağınıklığa tahammülü yoktu, zor bir adamdı.
Annem bütün bu zorluklara göğüs gerer, sesini çıkarmazdı. Ben olsam tahammül etmezdim, zahir, babamı çok severdi. Üstüne üstlük o devirde flört etmek mevzubahis olmadığı ve babam da teyzesinin oğlu olduğu halde sadece bir kere görüp öyle evlenmişti.
Çok titiz ve süper bir ev kadınıydı. Ev ekonomisinin ne olduğundan çok iyi anlardı. Yemek pişirmeyi bilmediği için devamlı ahçının yanında bu bilgisizliğinin kompleksini yenmeye çalışır ve bizlere yalvarırdı, ‘‘Ne olur mutfağa girin ve ahçıdan bir şeyler öğrenin’’ diye. Herhalde ters tepmiş ki, hiçbirimiz yemek pişirmeyi öğrenemedik. Aşk mideden geçer hesabı...
Bizim sorunlarımızı babamıza hiç taşımadı, hep kendisi halletmeye çalıştı. Bizler evlenirken cebimize yüklü miktarda para koymuştu. Zira kendi annesi para vermemiş, annem de o zaman yeni gelin, istemeye utanmış ve günlerce parasız yaşamış, sıkıntı çekmişti. Yine bizlere evlenirken nasihat etmişti, ‘‘Kocalarınızla kavga ederseniz sakın ha bana anlatmayın, zira siz koynuna girer unutursunuz, ama ben unutamam’’ diye... Hep damatlarının ve gelininin tarafını tutardı. Onlara son derece saygılıydı, sırf biz kızları ve gelini mutlu olsun diye. Onları kapıdan karşılayıp geçirirdi, tıpkı kocasına yaptığı gibi. İyi bir ev sahibesiydi ve hiçbir zaman övünmezdi.
Çok güzel örgü ve dantel örerdi. Çok çalışkandı, hiç boş oturmazdı. Politikayı yakından takip ederdi ve kocasından dolayı bütün politikacı hanımları ile görüştüğü gibi Anadolu bayilerinin hanımlarını da aynı zarafetle ağırlardı.
Bahçeye ve çiçeklere çok meraklıydı, özellikle de bitkilerden yapılmış olan kocakarı ilaçlarına. Hepsini de bizim üzerimizde denerdi. Hepimize zorla eşek sütü içirmişti çünkü anne sütüne en yakın olduğuna inanırdı. Eli açıktı, bir seyahate, herhangi bir yere gittiği zaman herhangi bir alışverişi mutlaka beş adetti. Bir kendi evine, bir de biz dört çocuğa alınırdı. Hiçbir zaman bizi birbirimizden ayırmadı. Her çocuğunun her şeyi tamam olmalıydı. Güzele meraklıydı. Aldığını güzel seçerdi.
Bazen düşünüyorum da, iyi ki çocuğum olmadı diye seviniyorum. Çünkü ben hiçbir zaman onun kalitesinde, onun gibi şefkatli, onun gibi fedakár bir anne olamazdım. Allah kime ne vereceğini gayet iyi biliyor.
Kısa süren hayatın bütün bu fedakárlıklara değdi mi bilmiyorum ama, hiç değilse seni burada sevgiyle anmama sebep oldu.
Anneciğim seni özlüyorum...
Bazen düşünüyorum da iyi ki çocuğum olmadı diye seviniyorum. Çünkü ben hiçbir zaman onun kalitesinde, onun gibi şefkatli, onun gibi fedakar bir anne olamazdım. Allah kime ne vereceğini gayet iyi biliyor.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2002
Bir sabah televizyonu açtım ve Seda Sayan'ın programını seyrettim, o günün akşamında da Koç Üniversitesi'ndeki İstanbul Devlet Konservatuarı Bale Bölümü'nün bir gösterisine gittim. Vallahi, çok renkli bir şehirde yaşayıp bir kültür şoku geçiriyorum. İstanbul, bir megakent olmanın neticesinde ister istemez çok yoğun bir kültür ortamına girdi. Kültür hayatını takip etmeye kalkarsanız ve hele benim gibi her şeyi görmek arzusunu yaşarsanız hiç boş vaktiniz kalmayacak. Ama maalesef artık hiçbir şeyi takip edemez bir hale geldim. Sebebi ise, evvela kendi özel hayat şartlarım, sonra da kültür olaylarının çoğalmış olması...
İstanbul'da film festivali yeni bitti. Takip eden arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla, oldukça iyi filmler seyretmişler, hakikaten meraklı olanları da sabah matinesi dahil neredeyse günde üç değişik matine film görmüşler.
Konserler derseniz her hafta Atatürk Kültür Merkezi'nde bir konser, derken İş Kültür'de konserler, arada yabancı ülkelerin kültür merkezlerinde ve zaman zaman da iş dünyasının, derneklerin finanse ettiği konserler var.
Resim görmeye kalkarsanız, adım başında bir galeriye rastlıyor ve hangisine gideceğinizi şaşırıyorsunuz. İyi bir ressam grubu gelişme yolunda...
Operaya gidenler, memnun çıkıyorlar.
Zaman zaman güzel ve enteresan sergiler hazırlanıyor ve kaçırmamak gerekiyor.
Şimdilerde hatırat yazanlar çoğaldı, tercüme yapanlar iyileşti, alacağınız kitaplar için sık sık kitapçıya gitmeniz gerekiyor.
Her zaman bir konferans davetiyesi alıyorum. Bazıları çok ilginç olmakla beraber, pek çoğu kapalı salonlara yapılıyor.
Müzayedeler ise kültür hayatına çok katkıda bulunuyorlar. Neler satılıyor, kaça satılıyor, kimler alıyor, bütün bu bilgiler kültür hayatının bir parçası oluyor.
Ama galiba en zayıf bölüm tiyatrolar.
Caz modası gelişti. Geceleri gençler caz dinlemeye gidiyorlar ve bazı amatör gruplar çok iyi caz yapıyorlar.
İstanbul'un kendisi zaten bir müzeler şehri ama şayet gezmeye meraklıysanız... Ben daha Aynalıkavak Kasrı'nı ve Ihlamur Kasrı'nı görebilmiş değilim.
Bu şehir, ayrıca bir kültür mozaiğini bünyesinde değişik dinlere ait ibadethaneler ile zaten taşıyor. Camilerimiz deseniz, hepsi ayrı birer müze... Bütün camileri gezmeye kalkarsanız bayağı bir vakit harcamanız gerekiyor.
Yasak olmasına rağmen bir de tekke kültürü var. İstanbul'un mistik dünyası başka bir alem.
Bütün bu kültür etkinliklerine yetişememenin verdiği acıyla yaşarken iki olay beni deli ediyor. Biri, haftada beş gün oyun oynayan arkadaşlarım, diğeri ise maazallah rating sancıları ile kıvranan medyamız, özellikle de televizyonlarımız.
Gündüz hiç televizyon seyredemeyen bendeniz bir sabah televizyonu açtım ve Seda Sayan'ın programını seyrettim, o günün akşamında da Koç Üniversitesi'ndeki İstanbul Devlet Konservatuarı Bale Bölümü'nün bir gösterisine gittim. Vallahi, çok renkli bir şehirde yaşayıp bir kültür şoku geçiriyorum. Anlaşılan köy kültürü bitmiş ve mahalle kültürü başlamış. Renkli bir ülkede yaşamanın verdiği olanaklardan dolayı Seda Sayan'ı beğendim mi bilemiyorum, ama hiç değilse samimiydi. Akşam seyrettiğim İstanbul Devlet Konservatuarı balesi ise çok hoşuma gitti. Eskiden varolmayan bir disiplin gelmişti, talebe balerinler oldukça gayretliydiler, seviyeleri bayağı yükselmişti. Bunlar televizyonlarda ne diye gösterilmez, anlayamam.
Hele hele, son zamanların oldukça önemli olaylarından ve kaçırılmaması gereken haberlerinden biri, Sevda Demirel'in Hande Ataizi'ne attığı tokattı. Bu bilgiden kat'iyen uzak kalmamamız lazım.
Kültürümü daha da artıran bir deyim, ‘‘üçün biri’’ sözü idi. Medya bu sözle çok uğraştı. Benim anlayışıma göre ‘‘servetin üçte biri’’ demek olan bu lafın meğerse gayet kuvvetli bir başka anlamı varmış ama biz bilmiyormuşuz. Bilmediğimi söylediğim zaman benimle çok alay ettiler. Beni, ‘‘çok steril bir ortamda büyümüş olmakla’’ itham ettiler. Acaba benim gibi daha başka bilmeyenler var mı diye soruşturdum ve pek çok kimsenin bu sözlere vakıf olduğunu öğrenerek kendimi bayağı suçlu ve kültürsüz addettim. Sağolsunlar, televizyonlar ve gazeteler sayesinde bu bilgiye de vakıf oldum ve kültürüm arttı.
Halkımıza medya ile yedirilen şu kültüre bir bakın, bir de İstanbul'un göbeğinde yaratılmaya çalışılan kültür ortamını yakalamaya çalışan gençler grubuna... Herhalde onlar da benim gibi tam tezatlar içinde bilgi ve görgü sahibi olmaya çalışıyorlar.
Ben, her şeye rağmen İstanbul'da yaşamanın tadına varıyorum ve bunun yanında da medya sayesinde kültürümün gelişmemiş olan yanını geliştirmeye çalışıyorum. İnsana her ikisi de lazım galiba.
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2002
Bizim aile hakikaten demokrat oldu. Ben, kocam Doğan, kardeşim Suna, kocası İnan ve kızları İpek Galatasaraylıyız. Yeğenlerim Mustafa ve Ali koyu Fenerbahçeliler, ağabeyim Rahmi ise Beşiktaşlı. Aramızda bol bol futbol konuşup hiç kavga etmiyoruz. Benim çocukluğumda, konuşmayı bir tarafa bırakın, bir Galatasaraylı bir Fenerbahçeli ile yan yana bile gelmezdi.
Ben ve kocam evimizde hiçbir zaman futbol konuşmadığımız halde, gittiğimiz her yerde futbol neredeyse baş mevzu. Hele hele genç hanımlar arasında o kadar çok futbol fanatiği var ki şaşkına dönmemek mümkün değil. Dolayısıyla bir maça gideyim ve ben de şu futbol işine vakıf olayım dedim.
Övünmek gibi olmasın, ben Galatasaraylıyım, ama daha okkalı küfür işitebilmek için Fenerbahçe-Trabzon maçına gitmeyi tercih ettim. Bu, hayatımda gittiğim ikinci maçtı, birincisi ise 1956'daki Türkiye-Macaristan maçıydı. Kimselerin unutamadığı bu meşhur maçta Türkiye, Macaristan'ı 3-1 yenmişti.
Giderken kendimi korumak için, döner bıçağı aradım ama nerede satıldığını bilemediğim için bulamadım. Bana ‘‘Spor giyin, sıkı giyin’’ dediler. Ben de kendime göre spor giyindim ve takıp takıştırmayı çok sevdiğim için gene küpelerimi kulağıma, zincirimi boynuma taktım. Benim gibi Galatasaraylı ve Karıncaezmez Şevki gibi fanatik olan yeğenim İpek de bir arkadaşına söz verdiği için kerhen bu maça gidecekti. Bana ‘‘Teyze, bu kolyeyi küpeleri çıkar’’ diye söylendi.
Onu dinlemedim, iyi ki de dinlememişim. Zira yedideki maç için saat altıda yola çıktık ve Fenerbahçe'de, Şükrü Saracoğlu Stadı'na vaktinden evvel vardık. Daha içeri girerken gözlerim faltaşı gibi açıldı. Yerler ayna gibi parlamaktaydı, harika bir işçilikle, granit döşenmişti. Kapıdan elektronik makinelerden giriş kartları gösterilerek geçilmekteydi. İçerisi daha da muhteşemdi, pırıl pırıl mermerlerle kaplanmıştı. Asansörler vızır vızır işliyordu. ‘‘Locanız yukarıda’’ dediler, gene kartla kapısını açtık. Aman efendim, bej renkli kanapelerle dayanıp döşenmiş bir salon. Ön tarafta, yerlere kadar meyilli bir camdan bakıldığında yemyeşil çim saha ayağınızın altında, camı biraz kaydırıyorsunuz, gayet rahat koltuklarla döşeli onbeş kişilik bir balkona çıkıyorsunuz. Şansımıza hava harikaydı, iki kenardaki ve karşıdaki tribünler insan dolu. 55 bin kişilik stadda 53 bin kişi varmış. Coşkulu bir kalabalık, her taraf sarı-lacivertli renklerle dolu. Uğultu halinde bütün Fenerbahçe taraftarları bağırıyorlar. Tabii ben alışık olmadığım için ne söylendiğini anlamakta zorluk çekip hep yanımdakilere tercüme ettiriyorum.
Locada bar var. Hangi tür içkiyi isterseniz emrinize amade. Daha maç başlamamıştı. Hemen soruşturdum, bu şahane stad kaça çıkmıştı? Para nasıl bulunmuştu? Evet bu stat 15 milyon dolara çıkmıştı. Localar satılmıştı. Migros altına dükkán, üstüne de stad yapmıştı ve harcadığı para mukabili bir süre bedava olarak bu mekánı kullanma hakkını kazanmıştı. Velhasıl son derece basit ve pratik yöntemlerle stadın üç bir tarafını yeniden inşa etmişler. Şapkamı çıkardım Fenerbahçe yönetimine. Ben Afrodisias Geyre Vakfı'na para bulmak için ağlarken Fenerbahçe fanatikleri iyi para vermişlerdi. Darısı başıma. Tabii Afrodisias fanatiği olmak için biraz daha yüksek düzeyli eğitim lazım halkımıza. Half-time'da büfeler kurulmuştu. Acıkanlar karınlarını doyurdular.
Bizim aile hakikaten demokrat oldu. Ben, kocam Doğan, kardeşim Suna, kocası İnan ve kızları İpek Galatasaraylıyız. Yeğenlerim Mustafa ve Ali koyu Fenerbahçeliler, ağabeyim Rahmi ise Beşiktaşlı. Aramızda bol bol futbol konuşup hiç kavga etmiyoruz. Benim çocukluğumda, hatırladığım kadarıyla konuşmayı ve tartışmayı bir tarafa bırakın, bir Galatasaraylı bir Fenerbahçeli ile yan yana bile gelmezdi. Kendimizle iftihar ediyordum. Bize benzeyen başka ailelerin de varlığına şahit oldum. Gene bu maçta soluma bir baktım ki Turgut Yılmaz'ı gördüm. Kulak gazetesine göre son zamanlardaki en yakın arkadaşı olan Turgay Ciner'le birlikte yandaki locadan maçı izlemekteydiler. Çok şaşırdım, zira ağabeyi Mesut Yılmaz'ın koyu Galatasaraylı olduğunu herkes gibi ben de biliyordum. ‘‘Aaaa... Ayol, benim gibi Galatasaraylı biri daha Fener maçına gelmiş’’ dedim. Yunımdaki koyu Fenerliler, Turgut Yılmaz'ın Fenerbahçeli olduğunu iftiharla söylediler. Bir de Türkiye'de demokrasi yok diyorlar.
Dikkatimi çeken ve beni şaşırtan başka bir nokta ise futbol sahasının bu kadar çok polis tarafından koruma altında olduğu idi. Demek ki pazar günleri suç işlemek için iyi bir günmüş.
Ben futboldan anlamam, ama oyun temposuzdu. Fenerbahçe her ne kadar üç gol attı ise de sekiz gol de kaçırdı. Trabzon'un defansı çok iyi idi ama atakları zayıftı. Hıncal Uluç Bey bana kızmasınlar, zira bu ilk ve son futbol yorumum olacaktır.
Her ne kadar Galatasaraylı isem de, localar çok şık olduğu için bundan böyle hep Fenerbahçe Stadı'na gideceğim. Taa ki Galatasaray da kendine böyle bir saha yapıncaya kadar. Görmeyenlere tavsiye ederim.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2002
Ben çocukken annemin arkadaşları gelip kendi çocuklarını methederlerdi. Annemin gözlerinin içine bakardım, hiç ses yok. ‘‘Anne sen bizi sokakta mı buldun, bizi niye methetmiyorsun?’’ diye sorardım. ‘‘Çocuğu ve kocayı methetmek bizim Anadolu'da ayıptır’’ derdi. Önümüzdeki salı günü 23 Nisan Çocuk Bayramı'nı kutlayacağız ve çocuğu olmayan bendeniz, burada çocuklar hakkında ahkám keseceğim.
Esasında Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşunu çocuklara armağan eden büyük Atatürk acaba hayatta olsaydı şimdiki çocuklar ve Meclis için neleri gözetirdi diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Herhalde ‘‘Sadece 23 Nisan'da çocukları başbakanlık koltuğuna oturtmak önemli değil, onların sorunları ile ilgilenmek gerekir’’ diye düşünürdü. İleride yetişecek olan çocuklara güzel bir dünya bırakabilmeyi acaba düşünüyor muyuz? Acaba bütün çocukların eşit oranda iyi eğitim almalarını temin ediyor muyuz? Bu sorunları bile bile aile planlamasına bir nebze olsun eğiliyor muyuz? Bunu temin eden TAP Vakfı'na (Türkiye Aile Planlaması Vakfı) yardımcı oluyor muyuz, gibi sorular hep aklımı kurcalıyor. Ruhu şad olsun, Atatürk sağ olsaydı, bütün bu ayrıntılara çare bulurdu herhalde.
Bekára karı boşamak, çocuğu olmayana çocuk dövmek çok kolay gelirmiş. Benim çocuğum yok. Türkiye nüfusunun artmamasına yardımcı oldum, dolayısıyla burada rahat rahat konuşacağım. Çocuk yetiştirmek son derece önemli bir vazifedir ve çocukları mücevher gibi işlemek gerekir. Acaba kaç aile çocuğunu bir nakkaş titizliğiyle işleyebiliyor? Önemli olan çocuk için harcanan vaktin süresi değil, kalitesidir.
Çocuğum yok ama dört adet yeğenim var. Artık kocaman oldular. Yetişirlerken de, şimdi de hepsiyle yakın ilişkideydim. Onları çok seviyorum. Bu sevgimi her zaman gösteriyorum ve başları sıkıştığı zaman daima yanlarında olduğumu kendilerine hissettirmeye çalışıyorum. Oldukça sık gördüğüm yeğenlerimle her zaman fikir teatisi içindeyim, hálá yaptıkları hatalar veya başarıları üzerinde tartışmaktayız. Çocuklar da bana her yaptıklarını her zaman anlattılar. Bu güveni özellikle hissetmelerini temin edebilmek için hiçbir zaman onları tenkit etmedim, hep onların yaşına indim ve ‘‘Ben de aynı yaramazlıkları yapabilmek için ölüyorum, ne olur beraber yapalım’’ deyip hep onları yakından takip edebilme şansını elde ettim. Sonra başka misallerle yanlışlıklarını düzeltmeye çalıştık, çok sual sorup çok bilgi sahibi olmalarını sağladık. Laubalilik sınırını aşmadan birbirimizle samimi olmaya, arkadaş olmaya uğraştık.
Ben çocukken, annemin arkadaşları gelip kendi çocuklarını methederlerdi. Annemin gözlerinin içine bakardım, hiç ses yok. ‘‘Anne sen bizi sokakta mı buldun, bizi niye methetmiyorsun?’’ diye sorardım. ‘‘Çocuğu ve kocayı methetmek bizim Anadolu'da ayıptır’’ derdi.
Halbuki bütün Yahudi arkadaşlarım çocuklarını methederler. Onların çocuklarından daha iyisi, daha çalışkanı, daha kültürlüsü yoktur. Siz de şartlanırsınız ve onların çocuklarına hep o gözle bakarsınız. Yakından incelediğinizde, istisnalar dışında, onların da sizin çocuğunuz ve benim yeğenlerim gibi birer çocuk olduklarını görürsünüz. Bu iki tezat arasında daha hálá hangisinin doğru olduğuna karar veremedim.
Pek çok anne ve baba kendi olmak istedikleri ve fakat olamadıkları meslekleri çocuklarına aşılamaya kalkarlar. Her çocuk kendi karakteriyle ve kendi yapısıyla doğar. Uygun olmayan meslekleri çocuklarımıza zorla yaptırmaya çalışmayın. Sonra hem siz, hem de çocuklar bedbaht olurlar. Ama ne meslek seçerlerse seçsinler, o meslekte en iyisi olmalarını aşılayın. Karakterlerine göre, çocuklarınızın hobi edinmelerini temin edin, zira zor zamanlarında hobileri onlara yardımcı olacak ve mesleklerinden daha değişik dünyalara taşıyacaktır. Unutmayalım ki ağaç yaşken eğilir, dolayısı ile çocukken çocuklarınıza ne verirseniz aynen bir kamera gibi özümseyeceklerdir. Anneleri ve babaları ile beraber olmaktan zevk alabilecekleri programlar tertip edin. Yanınızda münasip yerlere götürmeye gayret edin, görsel eğitimin yerini hiçbir şey tutmaz.
Aslında bütün çocukların, özellikle de Türk çocuklarının mutlu olmaları lazım, çünkü öğrendiğime göre dünyada yegáne çocuk bayramı olan ülke biziz. Ama Türkiye'de politika nüfus planlamasını maalesef önemsemedi ve bizi ‘‘sokak çocukları’’ gibi sorunlarla karşı karşıya bıraktı. Böyle bir bayrama sahip olan bir ülke için ne acıklı değil mi?
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2002
Rus Çarı Alexander eşi Çariçe Maria Feodorovna'ya hediye etmek üzere her yıl paskalyada Fransız asıllı Rus mücevher ustası Carl Faberge'ye bir yumurta sipariş ediyordu. Bu gelenek 1894'e, Çar ölünceye kadar sürdü. Daha sonra oğlu Çar II. Nicolas tahttan indirilinceye kadar annesi ve karısı için yumurta sipariş etmeyi sürdürdü. Böylece ortaya mücevher tarihinin en önemli eserlerinden olan 49 emperyal Faberge yumurtası çıktı.
Hıristiyan dünyası, şimdilerde paskalya yortusunu kutluyor. Geçen hafta Katolikler kutladılar, mayıs ayında da Ortodokslar kutlayacaklarmış. Hıristiyanların dini bayramları da bizim dini bayramlarımız gibi ay takvimine göre ayarlanıyor ve her sene değişen tarihlerde ama genellikle ilkbahara rastlayan aylarda kutlanıyor. Katolikler için Noel, Ortodokslar için ise paskalya daha önemli. Bunun sebebini sorduğum Ortodokslar, çarmıha gerilmiş olan İsa'nın ruhunun böylelikle yeniden doğduğunu kabul ettiklerini, dolayısıyla Paskalya'yı daha önemsediklerini ve bu olayı da ‘‘yumurta bayramı’’ şeklinde sembolleştirip birbirlerine boyalı yumurtalar hediye ederek kutladıklarını söylediler. Esasında İsa'nın kanıyla boyanmış sayıldığı için yalnızca kırmızı olması gereken yumurtalar şimdilerde her renkteler ve üzerlerine her türlü dekor yapılabiliyor.
FABERGE ATÖLYESİ
Gelelim Faberge yumurtalara... Faberge aslında Fransız olup Rusya'ya göç etmiş bir ailenin başlattığı bir kuyumcu atölyesidir. Atölyeyi o zamanki çarlık Rusyası'nın başkenti olan St. Petersburg'da 1842 senesinde Gustav Faberge başlatmıştır, fakat bugün dünya müzelerinin ve koleksiyonerlerinin peşinde koştukları sanat eserlerini oğul Carl Faberge geliştirmiştir. Bu firma ne yazık ki 1917'deki ihtilalden bir sene sonra, 1918'de Bolşevikler tarafından kapatıldı. Carl Faberge memleketinden kaçmaya zorlandı ve böylelikle de Ruslar bu güzel sanat eserlerinden mahrum kaldılar.
‘‘Emperyal yumurtalar’’, Carl Faberge'nin en önemli eserleri olarak tanınır. Bunlardan elli üç adet yapıldığı bilinmektedir ve sadece beş tanesinin varlığı tespit edilememiştir. Kırk dokuz adet Emperyal yumurtanın şimdi nerede oldukları ve şekilleri bellidir.
Ortodoks olan Ruslar için Paskalya yumurta bayramı çok önemlidir. Carl Faberge atölyesinin sanatını keşfeden Çar III. Alexander, karısı Çariçe Marie Feodorovna'ya hediye edilmek üzere bir yumurta sipariş eder ve böylece ilk ‘‘Emperyal Faberge yumurta’’ 1886'da doğmuş olur. Bu gelenek her sene Çar III. Alexander'ın kırk dokuz yaşında, vakitsiz ölümüne kadar devam eder. 1894'te ölen Çar'dan sonra tahta geçen oğlu II. Nicolas da bu geleneği devam ettirir ve bu sefer her paskalyada biri Ana Çariçe'ye biri de karısı Çariçe Alexandra Feodorovna'ya hediye edilmek üzere iki emperyal yumurta ısmarlar. Son yumurtalar 1916'da yapılır. Çar II. Nicolas, Çariçe Alexandra ve beş çocuğu Bolşevik ihtilalinde Sibirya'ya sürülür, bir çiftlik evinin bodrumunda kurşuna dizilirler. 300 senelik Romanof Hanedanı böyle kanlı bir şekilde son bulur ve bu, maalesef emperyal yumurtaların da sonu olur.
ÇOĞU AMERİKA’DA
Genelde kaz yumurtası büyüklüğündeki Faberge yumurtalarının özelliği mine ile işlenmiş olmaları ve her bir yumurtanın içinden bir sürpriz çıkmasıdır. İlk yumurta en sade olanıdır, açıldığında içinden yumurtlayan bir tavuk çıkar. Bunların sadece bir kısmı Kremlin Müzesi'nde, diğerleri ise özel koleksiyonerlerin elindedir. Hakikaten görülmeye değer olan işçilikleri ve zerafetleri vardır. Gittiğiniz ülkelerde eğer varsa, bu yumurtaları görmeye çalışın. Çoğu şimdi Amerika'daki özel koleksiyonlardadır.
II. ELİZABETH’İNKİLER
İkinci büyük Faberge koleksiyonu ise İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth'e aittir ve ona büyük babaannesi, Kral VII. Edward'ın eşi Kraliçe Alexandra'dan miras kalmıştır. Hálá kraliyet ailesinin elinde olan bu koleksiyon, yarı kıymetli kayalardan oyulmuş hayvanlardan oluşur. Bazıları kaya kristalinden yapılmış vazolar içindeki çiçekler şeklindedir. Kardeş olan Kraliçe Alexandra ve Çariçe Marie Feodorovna aslında Danimarka prensesleridirler. Kız kardeşini Rusya çariçesi iken ziyarete giden Kraliçe Alexandra bu kıymetli kayalardan oyulmuş hayvanları görünce çok beğenir, bir seri ısmarlar ve böylelikle en büyük Faberge hayvan koleksiyonunun sahibi olur.
Bizim televizyonlarda boyuna emperyalist fikirlerin tenkit edildiği tartışmaları dinliyoruz. Ama bakın, ‘‘emperyalist’’ olmakla suçlanan o kişiler dünya sanatı ve insanların estetik anlayışı için ne güzel çalışmış, ne hoş eserlerin yaratılmasını sağlamışlar.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2002
36 yıldır yapılan Salzburg Müzik Festivali'nde sadece Berlin Filarmoni Orkestrası çalar ve hoş bir atmosfer içinde dört gün müzik sarhoşluğu yaşanır. Biz çok iyi anlaşan altı arkadaş her sene Salzburg'da güzel vakit geçiriyor, müzikseverlerin kaymak tabakasının içinde Türkiye'yi iftihar edilecek bir şekilde temsil ediyoruz.
Babamın vefat ettiği sene hariç sekiz senedir Salzburg (Avusturya) Paskalya müzik festivaline aralıksız gitmekteyim. Biletlerimi ve otelimi bir sene evvelinden ayırtırım. Program bir sene önceden bellidir. Dört gece süren bu müzik dizisi dünyanın en lüks, en seviyeli, en mükemmel festivali ve Kuzey Avrupa'nın müziksever kaymak tabakasının katıldığı bir kulak ziyafetidir. Alman, Avusturyalı, İsviçreli, İtalyan, Yunanlı ve Amerikalı müzikseverlerin katıldığı bu festivalde sadece Berlin Filarmoni Orkestrası çalar ve bu orkestranın daimi maestrosunun yönettiği dört günlük festival mutlaka bir operayla başlar. Daha ziyade Kuzey Avrupalı ve Rus bestekarların en zor eserleri çalınır. Mutlaka bir misafir maestro bulunur ve bu arada dünyanın en iyi solistleri bir müzik şöleni verir.
Berlin Filarmoni Orkestrası dünyanın en iyi orkestrasıdır. O kadar iyidir ki, şefi olmasa bile kendi kendine en zor parçaları dahi icra edecekmiş hissine kapılırsınız. Takriben on sene evveline kadar erkek erkil olan bu orkestra da elmayı yedi ve artık hanım icracıları da bünyesinde barındırmaya başladı. Bu sefer, eminim müzikle ilgili pek çok insanın da tanıdığı daimi şef Claudio Abbado'nun son festival konserini dinledik. Abbado, çok yaşlı olmamasına rağmen rahatsızlığı yüzünden müzik hayatına veda ediyor, yerini İngiliz Simon Rattle'a bırakacak. Simon Rattle'ı daha tanımamaktayım ama İtalyan Claudio Abbado son derece zarif, yakışıklı ve orkestrasına hakim pek hoş bir şefti. Bu arada pek çok enternasyonal şefi dinlediğimiz halde Abbado kadar görsel olarak keyif veren bir şefi daha dinleyemedim. İnşallah Simon Rattle da Abbado gibi keyif veren bir orkestra şefliği yapar. Bu sene beş saat süren Wagner'in Parsifal operasını idare ettikten sonra üçüncü günü onu Schumann'ın Faust'unda hem provada hem de gece gösterisinde dinledik. Provadan sonra, orkestrayı yücelten hoş bir veda konuşması yaptı.
Otuz altı yaşında olan bu festivali sırf bir inat uğruna Herbert von Karajan başlatmıştır. Viyana operasından kovulan ve Bayreuth'da (Richard Wagner'in kurduğu ve sadece Wagner çalınan bir festivaldir) Wagner ailesiyle ters düşen Karajan sırf bu iki müesseseye inat olsun diye bu festivali başlattığı sırada Berlin Filarmoni Orkestrası'nın daimi şefidir. Gider, o zamanın belediye reisi Willy Brandt'ın ve Kültür Bakanının kanına girerek izin alır ve Berlin Filarmoni Orkestrası'nı Salzburg'a getirerek bu festivali başlatır. Bu vakfın adı Herbert von Karajan Vakfı'dır ve çılgın karısı da halen vakfın idare heyetindedir.
Bu festivali hep duyduğum ve bilet bulmanın ne kadar zor olduğunu bildiğim için buraya devamlı giden Yunanlı arkadaşlarım Panos ve Danai Manias'lara rica ettim, bir seferinde bana ve kocama hem bilet hem de otel ayırttılar. Bütün festival boyunca erkekler smokinle hanımlar da uzun elbiselerleydi. Çok şıktık ve bol mücevher vardı. Herhalde bu festivale katılan ilk Türk ben ve kocamdık. Klasik müziğe fazla aşina olmayan kocamın şansına o sene Richard Strauss'un sevimsiz bir opera olan Elektra'sı vardı ve etraftaki insanların kalitesine bayıldığı halde, bana ‘‘Ben şoför takı mıyım, beni bir daha bu festivale götürme’’ dedi. Bense müziğin kalitesine ve dört günlük yoğun müzik ziyafetine bayılmıştım. Her sene gitmeye karar verdim. Karar verdim ama sinirime dokunan bir olay vardı. Yunanlı dinleyicilerin çokluğu beni çıldırtmıştı. O günden sonra ne yapıp ne edip evvela bir arkadaşımı, sonra iki arkadaşımı ve daha sonra iki arkadaşımı daha ilave edip bir Türk grubu oluşturdum. Artık devamlı olarak Zeynep Taşkent, Ezel Yüksel, Betin Akay, Verda Metin ve Danielle Kınay ile birlikte gitmekteyiz. Yunanlıların arasında bir Türk grubu oluşturduk ve Türkiye'yi temsil etmekteyiz.
Aşağı yukarı her sene aynı insanların geldiği bu festivalde herkes birbirini tanıyor, tanımasa bile göz aşinalığı kesbediyor. Altı buçukta başlayan konserlerden sonra zaten ufacık olan masal şehri Salzburg'un muayyen lokantalarına dağılınıyor ve gene herkes oralarda da birbirini tanıyarak yemek yiyor. Hoş bir atmosfer içinde dört gün müziğin şahikasına varıp müzik sarhoşluğu yaşıyoruz. Çok anlaşan altı arkadaş güzel vakit geçiriyor, her ne kadar jet set'in içinde değilsek de, müzikseverlerin kaymak tabakasının içinde Türkiye'yi iftihar edilecek bir şekilde temsil ediyoruz.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2002
Cleveland Orkestrası'nın evi olan Severance Hall gördüğüm en güzel konser salonu. 1931'de inşaatı tamamlanmış olan salon, Amerika'da radyo yayını yapabilen ilk müzikholdü. Akustiği o devirlerde bile en iyi olan salonlardan biriydi. Tek bir kılına bile dokunulmadan 36 milyon dolara restore edildi ve Ocak 2000'de yeniden hizmete açıldı.
Cleveland'a gelip de dünya çapındaki orkestrasını dinlemeden dönmek bana yakışmazdı. Nitekim Cleveland'da uzunca kaldığım her iki seferde de üç defa konsere gitme şansını elde edebildim. Biliyorsunuz, Cleveland Orkestrası dünyanın sayılı orkestralarından biridir ve bana göre dünya sıralamaları içinde ilk beşin içine girer.
Kurulmasına 19. yy. sonunda teşebbüse geçilen bu orkestra pek çok evrelerden sonra 1918 yılında ilk konserini verdi ve zamanla dünya çapında olan bugünkü konumunu elde etti.
Gerek Batı ve gerekse bizim klasik Türk musikisini severek dinlerim ama her ikisinden de çok anladığımı söyleyemem. Burada klasik musikiden bahsedecek değilim, fakat Cleveland'lıların orkestralarını dinlemek üzere gittikleri konser salonunu anlatmak istiyorum. Çünkü hemen her yerde konsere gitmeyi adet edinmiş biri olarak pek çok konser salonuna girip çıktım ve bence Cleveland Orkestrası'nın evi olan Severance Hall, gördüğüm en güzel konser salonu.
İnşaatı, 1921 ile 1936 seneleri arasında Cleveland Musiki Sanatı Cemiyeti'nin başında bulunan John L. Severance başlattı. İnşaat sırasında karısı vefat eden John L. Severance, onun anısına en büyük bağışı yaptı ve salonun isminin sahibi oldu. Bu arada rahmetli annemi anmadan geçemeyeceğim, zira Şah Cihan'ın ölen eşinin anısına yaptırdığı Tac Mahal türbesine çok imrenmişti ve bana, ‘‘Bu hatun ne kadar şanslı ki adına böyle muhteşem bir mezar yaptırılmış’’ demiş ve ölüm döşeğinde iken ‘‘Muhakkak git, Tac Mahal'i gör’’ diye tembih etmişti. Ben de gitmiş ve anneme hak vermiştim. Severance Hall, bana bu hatıramı anımsattı.
1931'de inşaatı tamamlanmış olan salon Amerika'da radyo yayını yapabilen ilk müzikhol olma önceliğini de taşır. Neo-klasik üslupta oval ve fevkalade bir fuayeden içeri girdiğinizde büyük olduğu halde sıcak ve şirin görünen Art Deco bir süsleme sizi karşılar. Art Deco tarzı bana hep soğuk gelmiştir ama salon insanın içini ısıtır ve son derece güzeldir. Derinlemesine ve uzunlamasına tasarlanmış olan salonun her köşesinden sahneyi rahatlıkla temaşa etmeniz mümkündür. Her seferinde değişik yerlerden bilet bulabilen bendeniz buna bizzat şahit oldum. Hele hele biletleri ucuz olan en üst balkonda oturuyorsanız, harika tavan süslemelerini seyretmenin zevkini de tadabilirsiniz. Zaten akustiği o devirlerde bile en iyi tasarlanmış bir salon olmasıyla da meşhurmuş. Her köşesinden sesler aynı seviyede duyuluyor.
300 KİŞİLİK SAHNE
Bütün süslemeler eğrelti otu yaprakları ve rozet şeklindeki çiçeklerden ibaret. Gümüş zemin üzerine kabartma bu süslemeler bej roze renginde. Sahne çok derin ve yüz elli kişilik bir koro ile yüz elli kişilik bir orkestrayı rahatça barındırıyor. Bu derin sahnenin en dibinde ve ortasında harikulade bir org bütün ihtişamıyla karşınızda. Ne yazık ki bir org konserine rastgelemedim ama dinlemesi herhalde çok muhteşemdir diye düşünüyorum.
Severance Hall, dekorasyonunun tek bir kılına bile dokunulmadan 36 milyon dolara mal olan ve bütün yeni teknolojileri içeren bir restorasyondan geçerek 2000 yılının Ocak'ında tekrar kullanılmaya başlandı. Burada Noel zamanı Haendel'in Messiah'ını, daha sonra ise Mahler'in 2. senfonisini dinledim. Her ikisi de koro eşliğinde çalınan bu parçaları her yerde dinlemek mümkün olamıyor.
Sonra, modern klasiklerden Messianen'nin ‘‘Turangalila’’ senfonisini de dinledim. Bu konserde de adını bugüne kadar hiç duymadığım bir enstrümanla tanıştım: Piyano eşliğinde çalınan bu senfoniye adına ‘‘Ondes Martenot’’ denilen bir çalgı refakat etmekteydi.
Salonun altında, lezzetli yemekler yenilen hoş bir restoran ve CD'ler satan bir de hediyelik eşya dükkánı bulunuyor. Burada bizim Atatürk Kültür Merkezi'ndeki konserleri düşündüm. Merkezin piyanosu bile yoktur ve piyano konserlerinde piyanoyu dışarıdan kiralamak mecburiyetindesinizdir. Filarmoni Derneğimiz ise taze kan girmesine izin verilmeyen, ezeli ve ebedi olarak aynı insanlarca idare edilen, abone biletleri temin etmekten başka bir aşama yapamayan bir yerdir.
Cleveland Orkestrası, pek çok dernekler sayesinde yaşıyor. Bizde ise ne devlet, ne de heyecanı olan gençlere yerlerini bırakmayan dernekler var ve bazı işlerin kolayca başarılmasına değil, kurulu düzenlerin aşama yapıp gelişmesi yerine zorla nefes aldırılarak yaşamalarını temine çalışıyorlar.
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2002
<B>1999</B>'da Christie's müzayede evinde Disney'vari bir büst dikkatimi çekti. Sarışın bir kadın kırmızı tırnaklı ellerinden biriyle göğsünü, diğeriyle Pembe Panter'i tutmaktaydı. Son derece kitsch'di ama ben bayıldım. Ertesi gün heykelin 1 milyon 817 bin 500 dolara satıldığını öğrenince şaşırdım. Meğerse heykeli meşhur heykeltraş, İtalyan porno yıldızı ve milletvekili Cicciolina'nın kocası Jeff Koon yapmış.
Modern Oxford lügatına göre ‘‘kitsch’’ (okunuşu kiç) kelimesi, ‘‘kaba, gülünç, kalitesiz, bayağı, zevksiz ve değersiz’’ anlamlarına gelmektedir. Asrın başında özellikle Viyana Almancası argosunda görülmeye başlayan ‘‘verkitschen etwas’’ diye aşağılanmak üzere kullanılan bir terimden çıkan bir kelimedir.
1960'ların sonunda ve 70'lerde muhtelif sebeplerden sanat sokağa döküldü, her şey zevksizleşip ucuzladı, o zaman ‘‘kitsch’’ kelimesi sıkça kullanılıp dillerde dolaşmaya başladı ve enternasyonal lügatlara girdi. Bugünlere gelince adeta bir felsefi anlam taşıdığı anlaşılıyor. Zevkli olmanın karşıtını bakın nasıl algılamışlar:
John Walters ‘‘Zevksizliği algılayabilmek için çok, çok iyi bir zevk sahibi olmak gerekmektedir’’ demiş.
15 Kasım 1999'da New York'taki Christie's müzayede evinde çalışan bir ahbabımızı Doğan'la birlikte görmeye gittik. Giriş katında birbirinin içine açılan ve aynı zamanda yakında yapılacak olan müzayedenin eşyalarının teşhir edildiği salonda, yukarıdan gelecek olan ahbabımızı beklerken, merakımı yenemeyerek salonları dolaşmaya başladım. En orta yerdeki bir sütunun üzerinde sergilenen Walt Disney'vari bir büst dikkatimi çekti ve seyretmeye başladım. Sarışın genç bir kadın kırmızı tırnaklı ellerinden biriyle göğsünü diğer eliyle de bağıran şeker pembesi renkli, adı üzerinde, taşıdığı Pembe Panteri tutuyordu. Kadının küpeleri ve bileziği parıl parıl yaldızdandı. Bu acaip büst son derece kitsch'di ve fakat ben bayıldım. Dakikalarca baktım, kocamı çağırdım ona gösterdim. Bu heykele bayıldım, alalım evimize koyalım dedim. Ama evime hiç yakışmayacak ve son derece aykırı kaçacaktı. Doğan'a da enteresan gelen bu kitsch büst için yer aradık, ancak bahçeye koyabiliriz dedik ama bahçemize dahi uymazdı. Acaba bu büstü kimler satın alır diye de uzun uzun düşündüm. Bu arada, bu kadar kitsch bir şey almayı arzu etmemden dolayı kendi kendime kızdım zira o güne kadar kitsch kelimesini bendeniz, çirkin, ucuz, aykırı, bayağı olan her türlü görüntü için kullanmaktaydım. Ve demek ki benim zevklerim de bozulmaktaydı, kitsch anlamının içine sığan her vasfa haizdim ve beğenmeye başlamıştım.
NY TIMES’A MANŞET
Ertesi günkü müzayedede bu heykel satılacaktı, benim aklımdan da çıkıp gitmişti. Daha ertesi günü New York Times gazetesi bu satışı manşetten veriyordu ve benim beğendiğim genç kadın büstü 1 milyon 817 bin 500 dolara rekor bir fiyatla satılmıştı. Hayretler içinde kaldım. Büst evet hoştu, kitschdi, ama ne diye bu fiyatlara çıkmıştı bir türlü anlamadım ve soruşturmaya başladım. Heykeli Jeff Koon adında bir heykeltraş yapmıştı. Meğersem çok meşhurmuş. Niye meşhur olmuş diye sorduğumda Neq York'taki çok ünlü bir galerinin takdim ettiği her sanatkar meşhur olur dediler. Ama Jeff Koon'un asıl meşhur olma sebebi İtalya'nın porno yıldızı ve daha sonra İtalyan parlamentosuna milletvekili olan Cicciolina (Çiçolina) ile evlenmesi imiş.
Cicciolina 1990'da İtalyan parlamentosunda ‘‘Şayet Saddam Hüseyin benim ırzıma geçerse bütün esir kalan askerlerin kurtulmalarını sağlarım’’ diye kitsch bir teklifte bulunmuştu.
21. YÜZYIL SANATINDA REKOR
Gelelim Jeff Koon'a: Amerika'nın bir numaralı yaramaz erkek sanatçısı olarak hayata New York'taki Modern Resim Müzesi'ne aza kaydetmekle işe başlamış. Hediyelik eşya dükkanlarında satılan türde heykelcikler yapıp televizyon kültürüyle yetişmiş olan Amerikalıların hayallerine hitap etmekle hayatını sürdürmüş. New York'taki meşhur galeri kendisini keşfedip lanse edinceye kadar...
Kitsch kitaplarında adı çok geçen Jeff Koon aynı zamanda Cicciolina ile pornografik fotoğraflar çektirip, bunları kocaman tuallere bastırıp satmakla da meşhur. Adam kitsch olan her yola başvuruyor. En son satılan heykeli normal bir biblodan daha büyük ve yere oturmuş, kucağında bir maymun taşıyan Michael Jackson'u gösteriyor. 15 Mayıs 2001'de Sotheby's New York'ta satılan bu heykel 5 milyon 615 bin 750 dolara, 21. yüzyıl sanatı için dünya rekorları kıran bir fiyata gitti.
Ne diyeyim artık, kitsch'in anlamı ne hallere girdi. Jeff Koon bir tarafa, Amerika'da mesela piyanist Liberace, Elvis Presley gibi daha pek kitsch örnekleri sayabilirim.
Zevk sahibi olmakla zevksiz olma arasındaki farka gelince, zevkli olmanın hudutları çizilidir ama zevksizliğin hiçbir hududu yoktur. Ne kadar liberal bir cümle...
Ülkemize gelince, o kadar çok kitsch örneği bulunmaktadır ki haddim olmayarak burada sıralamaya kalksam herhalde kıyamet kopar. Onun için etrafınızda gördüğünüz kitschleri siz sayın ve kararı da siz verin.
Yazının Devamını Oku