14 Temmuz 2002
Ben şahsen yazı yazdığım bu gazetenin sahibine şapkamı çıkarmak isterim. Zira doğru yatırımı yapmıştır. Medyadaki felaket tellalları ve muhalefetteki politikacılar ekonomi kötüye gidiyor diye her ne kadar bağırıp çağırsalar da, Türkiye, geçen hafta oldukça önemli iki yatırıma imza attı. Bunlardan biri, geçen çarşamba günü Doğan Medya Grubu'nun, yani benim şu anda gazetesine yazı yazdığım grubun, Almanya'nın Frankfurt şehri yakınında kurduğu matbaa merkezi ve geçtiğimiz cumartesi günü benim de hissedar olarak içerisinde bulunduğum Ford Otosan şirketinin kurmuş olduğu fabrikanın ilk ihracatına başlama merasimiydi.
Bu iki yatırımı bazı yönleriyle mukayese edip sizlere bazı fotoğraflar vermeye çalışacağım.
Doğan Medya Grubu kurduğu bu matbaa için 25 milyon Euro yatırmıştı. Görkemli bir açılış yaparak sahibi oldukları ekranlarından bu yatırımı her yönüyle yayınladılar ve önemli misafirlerini de gene bu ekranlardan sergilediler. Misafirler oldukça değerliydi. DYP Genel Başkanı Tansu Çiller ve soyadını verdiği kıymetli zevci Özer Uçuran Çiller, ANAP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz ve kıymetli refikaları Berna Yılmaz, AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan -kıymetli zevceleri nedense yoktu- o zamanki Kültür Bakanı İstemihan Talay ile bunlar gibi diğer kıymetli misafirler bu açılış toplantısında hazır bulundular.
Buna mukabil Kocaeli'ndeki Ford Otosan Fabrikası'nda 815 milyon Euro kuzu kuzu yatmaktaydı, gittikçe artacak olan ilk ihracatı 410 milyon Euro idi. Bir zamanlar bataklık olan bu araziyi Ford Otosan'a verdi diye DYP ve Genel Başkanı Tansu Çiller, Mesut Yılmaz'ı Yüce Divan'a sevk etmek istemişti. Yine geçen hafta cumartesi sabahı pek çok kıymetli misafirlerin şehadetinde, ihraç edilecek olan ilk vasıta partisi deniz kenarından, sevk edilmek üzere bekleyen şileplere yüklenmeye başladı.
Buradaki kıymetli misafirler arasında ise 9. reisicumhurumuz Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz'a vekaleten Devlet Bakanımız Yılmaz Karakoyunlu, Çalışma Bakanımız Yaşar Okuyan, Ulaştırma Bakanımız Oktay Vural, yine Devlet Bakanlarımızdan Ramazan Mirzaoğlu, bazı milletvekillerimiz ve dostlarımız hazır bulundular. Allah'tan konuşmacılardan Türk Metal İş Sendikası Başkanı Mustafa Özbek hükümeti sert bir şekilde eleştirdiği için orada hazır bulunan DSP milletvekilleri haykırarak cevap vermeye çalıştılar da, bu yatırım ve merasim medyada biraz olsun görüntü aldı. Yanımda oturan çalışma bakınımızdan rica ettim, kavgaya dahil olmaları için ama maalesef sözümü dinletemedim.
Hepimizin evlerinin bir köşesinde bulunan ekranlı kutular ve her sabah hepimizin kapısından içeri giren gazetelerin öyle bir gücü var.
Ben şahsen yazı yazdığım bu gazetenin sahibine şapkamı çıkarmak isterim. Zira doğru yatırımı yapmıştır.
Aydın Bey'ciğim, katiyen yağ yapmıyorum ama buna rağmen maaşımı biraz artırırsınız artık.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2002
<B>G</B>EÇEN pazar akşamı, televizyondan dünya üçüncülüğünü kazanmış olan milli futbol takımımızın karşılanması merasimini seyrettim. Taksim Meydanı hıncahınç doluydu ve bu meydan meydan olduğundan beri böyle izdiham görmemişti. Saatlerce ayakta bekleyen kalabalık, takımın varışıyla büsbütün coştu, herkesin elinde güzel görüntülü al kırmızı Türk bayrakları sallanıyor, havai fişekler atılıyor, herkes bir ağızdan 10. Yıl Marşı'nı söylüyordu. Derken, Tarkan çıktı, halk büsbütün coştu, heyecan ve sevinç doruğa ulaştı. Ben de bütün bu olayları büyük bir şaşkınlık içinde ve aptallaşmış vaziyette ekrana bakarak seyrettim.
Kendi kendime düşünmeye başladım. Evet, mühim bir olaydı üçüncülük ama acaba birinciliği elde edip kupayı alsaydık, ne yapardık diye? Bu kutlamanın ötesinde daha başka ne şekilde kutlardık, milli takım daha fazla halkla nasıl bütünleşirdi ki? Acaba bu kutlamayı abartıyor muyduk?
Sonunda, düşüncelerimde haksızlık ettiğime karar verdim. Eski günlere giderek belleğimi yokladım ve Taksim Meydanı'nın ne kadar kanlı ve kötü ideolojik çatışmalara sahne olduğunu hatırladım. İçim hüzünle doldu. En azından benim hafızamda kaldığına göre, bu meydan beni hep korkutmuştu. Şimdi ise hiçbir ideolojinin olmadığı, art niyetin bulunmadığı bir coşku yaşanmaktaydı, millet bütünleşmişti ve neş'e içindeydi. Tek ağızdan marşlar ve şarkılar haykırılıyordu ve Türk milleti sevinci yaşıyordu. İşte Türk Milleti, her ne kadar değişik idealleri de olsa böyle bir bütün olmalı, Türklüğün gururunu yaşamalıydı.
Birden, eski günlerden bazı anılara takıldım. 1980 yılları öncesinde, Otosan Otomobil Fabrikası'nın başında bulunan kocamın her akşam eve sağ salim dönüp dönmeyeceği endişesini yaşadığım günleri unutmamıştım. Maltepe Dragos'taki evimize rastgele silahların sıkıldığı aklıma geldi. O günlerdeki şoförüm Hasan Efendi, çocuğunu ilkokuldan almak mecburiyetinde kaldı zira sağcı mı, solcu mu ne olduğu belli olmayan bir grup okulu basmıştı ve dehşet içindeki çocuk okula gitmek istemiyordu. Politikacılarımız gençlerimizi ne kadar kötü yönlendirmişlerdi... Solcusu, sağcısı birbirine giriyordu ve hiçbir günahı olmayan, hiçbir şeyden haberi olmayan halkı tedirgin etmekteydiler. Basın da olayları körüklemekteydi. Anarşi almış başını gidiyordu. Her ne kadar Avrupa Topluluğu'na girmemizi geciktirmiş ise de Allah'tan bir askeri ihtilal olmuştu da hepimiz zengini, fakiri nefes almıştık. O devirdeki politikacılarımızın günahı büyüktür. Bizler affetsek dahi Allah onları hiçbir zaman affetmeyecektir.
Bu arada ben Türkiye'de dikkatli yaşarken, kendi yaşamımı kısıtlarken senesini hatırlamıyorum ama Paris'te başıma gelen bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim.
KAHVE, KİTAP, ANARŞİ
Paris'teyim. Kocam başka bir ülkeden gelecek, buluşacağız. Bu buluşma için Paris'in Rive Gauche tarafındaki bir kahveyi seçmiştik. Bir zamanlar entelektüellerin buluştuğu ama şimdi turistik olan Cafe Deux Magots üzerinde anlaştık. O günlerde Paris sokakları gösterilere sahne olmaktaydı. Talebe ayaklanmış, sokaklarda yürümekteydi. İstekleri neydi hatırlamıyorum ama, zaten beni çok da ilgilendirmiyordu. Zırhlı polislerin kordonu arasında yapılan yürüyüşler genelde olaysız bitmekte, itirazlarını toplu halde belirten bu insanlar, seslerini duyurup dağılmaktaydılar. Bu arada trafik sıkışmakta ve polislere de iş düşmekteydi.
Kahvehaneye girdim ve en dipteki boş bir masaya çöktüm. Kahvemi ısmarladım, beraberimde getirdiğim kitabı okumaya daldım. Birdenbire bir gürültü oldu. Birbirini kovalayan iki genç kahveye daldılar, arkadan gelenin elinde bir sopa rastgele vuruyor ve önde koşan kendisini kurtarabilmek için önüne çıkan bütün engelleri yıkıyordu. Kahvehanedeki bütün masalar ve sandalyeler havaya uçuyor, üzerlerindeki tabak çanak yere düşüp kırılıyor, insanlar kaçışıyordu. Ne oluyor diye kafamı kaldırdığımda, gözü dönmüş bu adamlar burnumun dibindeydi. Atik davranıp masanın altına girmeseydim az daha bana da vuracaklardı. Bir anda açık bir kapı buldular ve oradan tekrar sokağa çıktılar. Kahvehanede herkes, özellikle bendeniz dehşet içinde kalmıştık. Türkiye'deki olaylardan kendini koru, gel Paris'in göbeğinde gene aptalca bir ideolojiye kurban git! Olacak şey değildi, birbirlerini kovalayanlar Cezayirli'ydi.
Radikalliğin ve ideolojinin kimseye faydası yoktur, bilakis zararlıdır. Dengeli olmak ve haddini bilmek her zaman faydalıdır. Siyasilerimizin bu kelimeleri iyi tartmalarını ve üzerlerinde düşünmelerini rica etmekten başka bir şey elimden gelmiyor.
Bakın, Taksim Meydanı'ndaki şenliklerle nerelere sürüklendik...
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2002
Bu ülkede bir iş yaptırırken hep şüpheyle yanaşıp, karşınızdakine güvenmeden ihale etmektesiniz, ondan sonra da daima takip etmek durumundasınız. Çünkü ihale ettiğiniz işin ne derece düzgün ve doğru ve zamanında yapılacağından hiçbir zaman emin olamamaktasınız. Sistem bozuk diyorlar, hayır sistem bozuk değil, denetim bozuk. Nüfus o kadar çabuk artıyor ki, denetim yetişememekte ve ipin ucu kaçmış vaziyette.
Ne demişler, bir hanım politikacımız için? ‘‘Hırsız, mırsız ama namuslu’’... Halkımızın namus ve ahlak anlayışını ne güzel sergilemekte bu cümle.
‘‘Açgözlülük’’, ‘‘ahlak’’ ve ‘‘mesuliyetsizlik’’ ülkemizde içiçe geçmiş kavramlardır. Aç gözlülük ‘‘fakirlik’’, ‘‘görmemişlik’’ ve ‘‘doyumsuzluk’’ anlamına gelir. Bütün bu vasıflar ahlaksızlığı beraberinde getirir, mesuliyetsizlik yani sorumsuzluk ise yetiştirilmenin ve eğitimsizliğin neticesi verilen zararlardan doğan ahlaksızlığı da beraberinde sürükler.
Ülkemiz medyası, politikacılarımızın ahlaksızlığını her dakika vurguluyor ve halkımızı politikadan soğutuyor. Acaba medyamız ne kadar dürüst ve halkımızı ne derece eğitmekte ve topluma ne derecede yararlı olmaktadır? Medyada bir gün şehirleri ve denizleri temiz tutmak için bir çaba gördünüz mü?
Acaba halkımızda dürüstlük ne derece mevcuttur? Hiç düşündünüz mü, acaba eğitilmiş kesimde dürüstlük ne derece geçerlidir?
Mesela, tıp doktorları hipokrat yeminlerine rağmen teşhislerinde ne derecede dürüst davranmaktadırlar veya hastaları ile ne denli içten ilgilenmektedirler veya hastaneye gelmiş bir hastayı muayenehanelerine yönlendirmek için sarfettikleri gayretler bir tarafa, yenilikleri ne kadar takip etmektedirler?
Bilim adamları, profesörler, acaba kendi bilgilerine ne kadar güvenmekte ve intihal yapmadan bilim yaymaktadırlar? Talebelerini ne seviyede yetiştirip onlarla meşgul olup kendi komplekslerini unutup, ülkeye yeni beyinler sunmaktadırlar?
Avukatlar müvekkillerinin işini acaba ne derece takip etmekte, savunmayı nasıl dürüstçe yapıp dürüst hakime düşüp de adaleti sağlayabilmektedirler?
Müteahhitler bizlere depreme ne derece dayanıklı, sağlam binalar yapıp satabilmektedirler?
Sivil toplum örgütleri acaba ne derece dürüsttür? Özellikle de insan haklarını koruyan topluluklar... Bu topluluklarda acaba adil ve kendini öne sürmeyi düşünmeden hizmet etmeyi görev bilen yönetim kurulları var mıdır?
Bürokratlarımız acaba ne zaman sizi kapı kapı süründürmeden hükümet kapısındaki işinizi yapacaklardır?
Daha adını sayamadığım pek çok meslek grubuna ne zaman güven duyabileceğiz ve işlerimizi gözümüz arkada kalmadan o işler bitinceye kadar unutacağız?
Acaba bu ülkede ne zaman araya tanıdık birini sokmadan işimizi görebileceğiz?
Nice okumuş yazmış insanlarımız da mesleki ahlaksızlıklara tenezzül edip bazen prim de almaktadırlar. Zaten ülkemizde yerleşmiş bir anlayış vardır ki, ne dümen çevirirseniz çevirin, yanınıza kár kalmaktadır. Bunun yanında dürüst hareket eden insanın işi ya baltalanmakta veyahut da hak ettiğini alamamakta veya takdir görememektedir. Dolayısıyla kurunun yanında yaş da yanmaktadır.
Bu ülkede bir iş yaptırırken hep şüpheyle yanaşıp, karşınızdakine güvenmeden ihale etmektesiniz, ondan sonra da daima takip etmek durumundasınız. Çünkü ihale ettiğiniz işin ne derece düzgün ve doğru ve zamanında yapılacağından hiçbir zaman emin olamamaktasınız.
Sistem bozuk diyorlar, hayır sistem bozuk değil, denetim bozuk. Nüfus o kadar çabuk artıyor ki, denetim yetişememekte ve ipin ucu kaçmış vaziyette.
Halkımızda ahlak düzgün olsa, mesuliyet sahibi insan yetiştirebilsek, kısa zamanda köşeyi dönmek yerine, adım adım ilerlemek zihniyeti yerleşse... Böylelikle var olan sistemler de gayet güzel işleyecek ve işlere yetişemeyen denetime de gerek kalmayacak, herkes birbirine güvenecek.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2002
Karılarından ayrıldıkları için çocuklarını aramayan, sormayan çok baba tanımaktayım. İnşallah yeğenim İpek Kıraç'ın Babalar Günü için yazdığı bu mektup çocuklarını ihmal eden babalara bir şey ifade eder. Hayattayken ne verirseniz, onu gene hayattayken alırsınız. Yeğenim İpek Kıraç'ın babasına Babalar Günü için yazdığı bir nameyi elinden kaparak burada yayınlamaya karar verdim. Pek tabiidir ki bu yazı için aldığım ücreti de kendisine vereceğim.
‘‘Odamda oturmuş babama kara kara Babalar Günü hediyesi düşünürken, ona bugüne kadar vermemiş olduğum bir hediye vermek istediğimin farkına vardım. Bu yılı, geçmiş yıllardan ayırt eden özelliğin ne olduğunu bilmiyordum, ancak değişik bir hediye yapmanın zamanı gelmişti. İlk önce oturup kendimi sorguya çektim.
'Babam, benim için ne önem taşıyor?' 'Onu nasıl anlatabilirim?' gibi sorular aklımda dolanırken, birden duraksadım. İşte, her şeyin farkına vardığım andı. Belki de geç kalmıştım, belki tam zamanıydı, ama anladım ki ancak 18 yaşında, babamın kıymetinin farkına varmıştım.
Hayat sağ olsun... Hayat sağ olsun diyorum, çünkü babamla hiçbir zaman çevremdekiler gibi bir baba-kız ilişkisi yaşamadım. Kendi kişiliğimi daha yeni yeni keşfetmeye başlamışken babam, birkaç sıfat daha kazanmak zorunda kalmıştı. Bana, bir baba olmanın yanı sıra, bir arkadaş, bir sırdaş oldu. Onun da ötesinde hem babalık, hem de annelik etti. Her baba, çocuğunun geleceği ve de iyiliği için alın teri döker. Benim babam, benim için alın teri dökerken, sadece bana değil, anneme de babalık yaptı. Sadece bizler için... İşini bir kenara atıp ailesine odaklanmış olan bu babayı keşfetmek, bana hayatın vermiş olduğu en güzel hediyedir. Bu duygunun yüzüme yansıtmış olduğu tebessüm ile yarıda kalmış olan sorgulamama geri döndüm ve de sorular tekrardan başladı aklıma gelmeye... Babamı ayırt eden özellikleri düşünmüştüm, ancak kendimi ayırt eden yanları hiç düşünmemiştim. Farkına vardım ki, beni başkalarından ayıran başka bir özellik daha hediye etmişti, hayat...
Eniştem Dodo, bir başka deyişle, ikinci babamdır. Ailelerde herkesin birbiri ile ilişkisi ayrı bir nitelik taşır. Ancak benim eniştem ile ilişkimi kimse daha tanımlayamamıştır. Hayatta beni bağrına basıp koruyan, canından sayan bir babanın yanı sıra, ayrıca bana babalık eden bir de eniştemin olması, işte beni farklılaştıran bir başka etken. Şanslı olmak bu olsa gerek. Çünkü hayatımdaki bu iki eşsiz zat, bana hep doğruyu göstermiş, gerektiğinde sevincime ortak, gerektiğinde ise üzüntüme derman olmuşlardır. Bu iki kişinin hayatımdaki yeri o kadar büyük ki, dalıp gidivermişim... Babalar Günü hediyesi aklıma yeniden geldiğinde sevimli bir telaş kapladı beni ve derhal toparlandım. Toparlandım, çünkü hediyelerini bulmuştum.
Evet, ikinize de Babalar Günü hediyem, bana yapmış olduğunuz babalığın karşılığında, iyi ve kötü günde bir ömür boyu yanınızda olmak sözüdür.
Dodo'cuğum, bana her zaman ‘‘kızım’’ diye hitap ettiğiniz, hiçbir zaman beni başıboş bırakmadığınız, en önemlisi bana eniştelikten çok babalık ettiğiniz için, size minnet borcum var. Sizi çok seviyorum.
Babacığım, en kötü gününde, her sıkıntında, her zorluğunda, benim için savaştığın, bana hayatımda hiçbir duyguyu eksik hissettirmediğin ve ayrıca ailemiz için, özellikle de annem için harcadığın üstün çabalardan dolayı sana çok teşekkür ederim. Kelimeler artık beni yalnız bırakıyor ama daha söylenecek çok şey var.
Karşılığında size layık bir kız olabilmem dileğiyle BABALAR GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN.’’
İşte hoş bir hediye... Karılarından ayrıldıkları için çocuklarını aramayan, sormayan çok baba tanımaktayım. İnşallah bu mektup çocuklarını ihmal eden babalara bir şey ifade eder. Hayatta ne verirseniz onu alırsınız.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2002
Elhamdülillah, Türkiye'mizin yüzde doksan dokuzu Müslüman... Dolayısıyla günde beş vakit namaz kılanlarımız bol miktarda mevcut. Demek ki, günde beş vakit abdest almakta ve yıkanmaktayız, dolayısıyla biz Müslüman Türkler çok temiz insanlarız. Ama acaba öyle miyiz?
Japonya, dar yüzölçümü ile son derece kalabalık bir ülkedir. Orada trenle veya otomobille seyahat ederseniz, hiç kırsal bölgeye rastlamazsınız. Şehirler adeta birbirlerine yapışıktır. Son derece temiz, mis gibi insanların dolaştığı, yerlerde en ufak bir çöpün olmadığı bir ülkedir. Taksilerde başınızı dayadığınız koltukta bembeyaz dantel örtüler, şoförlerin elinde bembeyaz eldivenler vardır, en ufak bir kire rastlamazsınız. Şoförler sizi beklerken bagaj kapaklarını açar ve beni hem eğlendiren hem de hayretlere düşüren malzemelerini çıkartıp arabalarını temizlerler. Bagajda bir ip gerilidir. İpte bezlerini kuruturlar. Burada bir kova ve bir saplı fırça ile temizlik için gereken sabun türü malzeme dizilidir. Bu malzemenin arasına bavulları da gayet güzel yerleştirirler.
Bir defasında, bizdeki taksiler gözümün önüne geldi. Çok merak edip Japonlar'a sordum. ‘‘Bu temizlik kültürünü nasıl edindiniz?’’ diye. İlk mekteplerde çocuklara evvela okullarını temizletiyorlarmış, daha sonra da parkları. Tabiatıyla bu çocuklar büyüdükleri zaman çevrelerini temiz tutmaya özen gösteriyorlar ve böylece temiz bir ulus yetişiyor. Bu heyecanla, acaba bizim Milli Eğitim Bakanlığı'na böyle bir teklif götürerek bizim okullarda da bu tür bir işin müfredata konulup konulamayacağını düşündüm ama sonra bakanlıkta kime ne laf anlatabileceğimi bilemedim. Zaten böyle bir iş için bakanlığa gitseydim, muhtemelen her konuştuğum kişi beni bir başkasına yollayarak işi çorbaya çevirecekti.
Bizde asfaltların kenarı hep birikmiş toprak ile doludur. Asfaltlanmamış yollardan ve inşaatlardan gelen kamyon lastikleri pisliği ana caddelere bırakırlar ve böylece güzelim asfalt kenarlarında toprak birikir. Yağmur yağınca her taraf çamur olur, drenaj bulunmadığı için de geçen arabalar etrafa bu çamuru sıçratırlar.
Bir kadının temiz olup olmadığı mutfağından ve banyosundan belli olur. Misafir bulunduğunuz evlerde en azından elinizi yıkamaya gittiğinizde, evin hanımı hakkında fikir edinebilirsiniz.
Halkımızda bir fikr-i sabit vardır, evlerinde titiz de olsalar sokağı ve umumi mekánları hiçe sayarlar. Her çöpü fütursuzca sokağa atmayı mübah addederler. Bu, beni deli ediyor. Hele hele ‘‘Hak tuuu!’’ diye yola balgam bırakan insanlara tahammül edemiyorum. Bir gün trafik lambalarında durduk, yanımızda da gıcır gıcır bir Mercedes durdu. Direksiyondaki adamın arabanın sahibi oldukça besbelli idi. O sırada pencereyi indirdi ve dolu dolu bir balgamı bütün kuvvetiyle mevzii olarak tükürdü. Bu harekete dayanamayan bendeniz, bütün temizlik hislerimle ve milliyetçi duygularımla pencereyi açtım, ‘‘bu yaptığınız, altınızdaki arabaya hiç yakışmıyor’’ dedim. Demez olsaydım, zira adam bütün pişkinliğiyle, ‘‘sen ne karışıyorsun orospu!’’ diye cevap verdi. Böyle bir adama ne yapabilirdiniz ki?
Alışageldiğimiz çöplerden biri sigara izmaritleridir, çekirdek kabukları ise her yerdedir. Hele hele denizlerimiz artık çöp tenekemiz olmuştur. Hiç unutmuyorum, bir akşam üzeri rahmetli yazarımız Gülçin Telci'nin Rumelihisarı'ndaki yalı dairesinde idik. Yandaki yalıların birinden bir pencere açıldı ve bir torba çöp fütursuzca denize fırlatıldı. Çok şaşırdım. Yalıda oturan insanların bir görgüsü olması lazımdı. Deniz Temiz (TURMEPA) derneğinin işi çok zor. Allah onlara kolaylık versin.
Halkımızda deodorant kullanma ageleneği de yoktur, hep ter kokarlar. ‘‘Deodorant kullan’’ dediğimiz zaman da kullanır ama gömleğini yıkamadığı için sinmiş olan ter kokusu deodorantın gücünü yitirir. Bir arkadaşımız vardı, hep ter kokardı ve kimse yanına oturmak istemezdi. Kendisine söylemeye de utanırdık ve kocası nasıl fark etmiyor diye de şaşardık. Neyse ki kocası burnundan ameliyat oldu da biz de kokudan kurtulduk.
Apdesthane terbiyemiz de ayrı bir felakettir. Pek çok erkek tuvalet kapağını kaldırmadan iş görür. Tuvalete giren insanlarımız kendinden sonrakini hiç düşünmezler. Kadınlar ise bazı mahrem işaretlerini aldırmadan ortalıkta bırakırlar. Kendi işlerini bitirdikten sonra rahatlamışlardır ve bıraktıkları mekánın durumu onları hiç ilgilendirmez.
Tıraş olmak da bir temizlik alametidir. Bizim erkeklerimiz nedense bu olayı bir görüp tıraş olmayı zül sayar ve bu yüzden de yakışıklı olmak vasıflarını kaybederler.
Bence temizliğin fakirlik veya zenginlikle hiçbir ilgisi yoktur. İnsanın ruhunda temizlik nosyonu varsa, temizdir. Ama temiz olmak, temizliğe dikkat etmek bir terbiye, bir görgü, bir kültür ve bir eğitim meselesidir. İnşallah Avrupa Birliği'ne gireriz, zira bence son derece önemli olan bu temizlik meselemize de bu birlik dolaylı olarak yardımcı olacaktır. Galiba bu birliğe katılmamız şart.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2002
‘‘Entellektüel’’ ‘‘sofistike’’ ve ‘‘rafine’’ kelimelerinin Türkçe karşılıkları yoktur. Osmanlıca'da ise ‘‘münevver’’, ‘‘arif’’ ve ‘‘zarif’’ kelimelerini karşılık olarak nispeten kullanabiliriz. Ama gene de tam içerik anlamını taşıyıp taşımadıklarından emin değilim. Daha doğrusu Türkçe'de bazı kelimeler bulunmakla beraber tam anlamlarını vermezler. Ben, burada kendime göre bir entellektüelin nasıl olması gerektiğini anlatmaya çalışacağım. Dolayısıyla bu yazıda bu yabancı kelimeleri bol bol kullanacağım için okuyucularımdan şimdiden özür dilerim.
Entellektüel bir insanın, evvel emirde kendi kendisine saygısı ve güveni olması gerekmektedir. Çok geniş bir bilgiye sahip olup bu bilgileri hazmetmeli ve dolayısıyla çok geniş bir bakış açısıyla olaylara bakabilmelidir. Bir insanın dünyadaki bütün bilgilere sahip olması imkánsızdır ama geniş malumat sahibi olmak mümkündür. Zaten entellektüellerin kendilerine ait konuları vardır. Bu konuya derinlemesine vakıflardır ve fakat dünya kültürüne de sahiplerdir. Bu arada kendi konularını da kültürleriyle değerlendirmelidirler. Anlayacağınız, her şeye değişik açılardan bakabilmelidirler.
Hakiki bir entellektüelin iyi bir estetik bilgisi olmalıdır. Güzelliği ve kaliteyi anında görebilmeli ve değerlendirebilmelidir. Bir yaşam stili olmalıdır. Bu stili elde etmek paraya bakmaz, parasız bir insanın da stili olabilir. Stilini evine, terbiyesine ve giyimine de yansıtılmalıdır. Tarih ve siyaset bilgisi kuvvetli olmalıdır. Müthiş bir yemek kültürü, müzik kültürü de bu listede yer alır. İşte burada ‘‘sofistike’’ ve ‘‘rafine’’ kelimeleri devreye girer. Sofistike olması kaliteli olduğunu göstermektedir, rafine olması ise nezaketini, inceliğini ve zarafetini yansıtır. Temiz ve derli toplu olması da kendisine ayrı bir önem kazandırır. Zaten iyi bir entellektüel, yaptığı işi iyi yapıyor demektir ve dolayısıyla ortaya çıkan bu işten iyi para kazandığını da varsaymaktayım. Yaptığı işin yanında derinlemesine merak sardığı başka uğraşları da bulunmalıdır. Kendi lisanını iyi konuşabildiği gibi başka bir lisanın elenikasını bilmelidir ve daha bir başka lisana da vakıf olmalıdır. Bu arada nadir de olsa, bir işadamı da iyi bir entellektüel olabilir.
Entellektüeller aşkı derinlemesine yaşamalıdır ama hiçbir zaman evlenmemelidirler, zira evlilik hayatı bazı kısıtlamalar yaratıp entellektüelliğin yaşanmasına kısmen mani olabilmektedir. İyi bir entellektüel daima egoisttir. Böyle olması da doğaldır. Zira onların bazı aptallıklarla geçirecek vakitleri yoktur veya tahammül göstermesi de gereksizdir. Ayrıca çok değişik dünyalardan akıllı ve bilgili insanlarla temasta olup başkalarının düşünce tarzını ve değişik dünyalardan gelen hoş sesleri de dinlemelidir. İyi bir entellektüel yeniliklere çok açık olmalı ve teknolojiyi hemen benimsemelidir.
Bence Amerika'da bilgili insan çoktur ama entellektüel yoktur. Hakiki entellektüeller Avrupa'da yaşarlar. Doğu'da da entellektüeller vardır. Zira Doğu'nun derin mistik dünyası insanı entellektüel olmaya yönlendirir.
Türkiye'de hakiki entellektüel iki elimin parmakları kadar ya vardır veyahut yoktur diyebilirim. Üstelik Türkiye, Doğu'nun ve Batı'nın tam ortasında olduğu için hem Doğu kültüründen, hem de Batı kültüründen feyiz alınması gerekmektedir. Bu da entellektüel olmayı daha zengin ve fakat daha da zorlaştırmaktadır.
Bizdeki entellektüel geçinenlere gelince: Bunlar ya solcudurlar, sadece Batı'ya bakarlar, veyahut sağcıdırlar, sadece Doğu'ya bakarak Batı'dan bihaberdirler. Ya meyhanededirler yahut camide. Bir de Türk diline vakıf olup sadece Türklüğün var olduğunu sanan kafalar vardır. İçlerinde her tarafa birden bakıp olayları değerlendiren bir kula rastlayamamaktayım. Hep tek yönlü olup, her daim bildiklerini satmaya kalkarlar.
Osmanlıca'da her ne kadar karşılıkları varsa da Türkçe'de ‘‘entellektüel’’, ‘‘sofistike’’ ve ‘‘rafine’’ kelimelerinin tam anlamını verecek sözler yoktur.
Zaten ülkemizde entellektüel, sofistike ve rafine insan da çok yoktur. Son zamanlarda dilimize bazı garip kelimeler yerleşti. Bence bunlardan biri, ‘‘entel’’ kelimesidir, cuk oturmuştur, zira bu harika kelime bence ‘‘entellektüel’’ kelimesinin anlamının nasıl yarım kaldığını pek hoş anlatmaktadır.
Bunlar sadece benim gözlemlerimdir, ‘‘sürç-i lisan ettik ise affola!..’’
İyi bir entellektüel daima egoisttir. Böyle olması da doğaldır. Zira onların bazı aptallıklarla geçirecek vakitleri yoktur veya tahammül göstermesi de gereksizdir.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2002
Son İran Şahı Rıza Pehlevi, ikinci eşi Prenses Süreyya'yı, çocuğu olmadığı için boşamıştı. Yıllarını sürgünde geçiren Süreyya'ya bu yüzden ‘‘mahzun prenses’’ denilirdi. Geçen yıl ölen Süreyya'dan kalan mallar, önümüzdeki hafta Paris'te açık arttırmayla satılacak. Paris'te önümüzdeki hafta üç gün boyunca önemli bir tereke satışı yapılacak. Bu satışın varisi kimdir, geliri kime kalacaktır onu bilmiyorum ama satış, bir zamanların büyük İran'ının vazgeçilmez ve dünyadaki en medyatik imparatoriçesi, Prenses Süreyya'ya ait. Bunu vesile bilip komşu ülkenin geçmişini gençlere anlatmalı: O güçlü ülke neymiş ne olmuş, kimler gelmiş kimler geçmiş... Bir de şimdiki haline bakın.
Prenses Süreyya 22 Haziran 1932'de doğdu. Babası Halil İsfendiyar Bahtiyari aristokrat bir göçebe ailesine mensuptu ve orta İran'da büyük toprak sahibiydi. O sırada Kaçar Hanedanı'nı devirip başa geçen ve kendini Şah ilan eden bir ordu mensubu olan Rıza Pehlevi ile ters düşüp Almanya'ya kaçmıştı. Bu arada, Almanya'da Rus asıllı Eva Karl ile evlenmişti. Bu aile 1937'de İsfahan'a geri dönerek kızlarına Farsça'yı en mükemmel şekilde öğrettiler. Süreyya mutlu bir genç kızdı ve bütün arzusu film artisti olmaktı.
Gerek batının ve gerekse doğunun kültürüne en iyi şekilde vakıf olan Süreyya 18 yaşına girdiğinde İngilizcesini pekiştirmek üzere İngiltere'ye gönderildi. Fotoğrafçı kuzeni tarafından çekilen bir fotoğrafını gören Şehinşah yani ‘‘Şahlar Şahı’’ Muhammed Rıza Pehlevi, Süreyya ile tanışmak istedi. Şehinşah bu sırada Mısır kralı Faruk'un kız kardeşi Fevziye ile evlenip 1948'de boşanmıştı ve bu evlilikten Şehnaz adında bir kızları vardı.
Birbirleriyle görüşür görüşmez áşık olan çift, üç gün sonra nişanlandıklarını ilan ettiler. 27 Aralık 1950'de düğünün yapılması kararı verildiği halde gelin adayı Süreyya tifoya yakalandı, aynı zamanda akciğer zaafiyeti geçirmekte ve ateşler içinde yanmaktaydı. Dolayısıyla, düğün 12 Şubat 1951'e ertelendi.
Bütün dünya medyasının takip ettiği bu dillere destan düğünde gelinlik Paris'in ünlü modacısı Christian Dior tarafından tasarlanmış ve 20 metre beyaz ipek üzerine altı bin adet pırlanta ile işlenmişti. Kuyruğu 10 metre olan gelinliğin ağırlığı 30 kiloydu. Binbir gece masallarını andıran bu düğünle, Süreyya 19 yaşında imparatoriçe oldu.
Devrinin pek çok yabancı devlet büyükleri tarafından ağırlanan İmparatoriçe ve Şehinşah Rıza Pehlevi, o sıradaki Başbakan Musaddık'ın petrolü devletleştirme girişimi sırasında 1953'te Roma'ya kaçtılar. Bu girişimi bastıran İran halkı çok sevdikleri şahlarını ve imparatoriçeyi geri çağırdılar ve Başbakan Musaddık'ı da devirerek mahkum ettiler.
Tahtın ikinci varisi olan Şah'ın erkek kardeşi Ali Rıza 1954'te bir tayyare kazasında vefat etti. Tahtın başka varisinin olmaması İran hükümetini ve halkı rahatsız etmekteydi. İmparatoriçe Süreyya'nın ise çocuğunun olmayacağı anlaşılmıştı ve bu mutlu çifte boşanmaları için baskı yapılmaya başlandı. İki aşık zorla da olsa 13 Şubat 1958'de boşandılar. İmparatoriçeliği bırakan Süreyya'ya ‘‘Prenses’’ unvanını taşımasına müsaade edildi ve bir daha İran'a dönmemek üzere sürgüne yollandı. Artık o kıtalararası ‘‘göçebe’’ bir prensesti.
Eskiden beri artistliğe hevesi olan Prenses Süreyya, Roma'ya yerleşerek Dino de Laurentis'le bir film çevirip başrolde oynamaya karar verdi. ‘‘Bir Kadının Üç Yüzü’’ adındaki filmin üç değişik yöneticisinden biri olan Franco İndovina'ya aşık oldu fakat Franco evli ve iki çocuk babasıydı. Film muvaffak olamadı ve piyasadan derhal toplattırılarak yok edildi. Sadece bir tek kopyası, Prenses Süreyya'da kaldı. Altı ay sonra boşanan Franco ile mutlu geçen beş senenin sonunda, Franco 4 Mayıs 1972'de bir tayyare kazasında vefat etti ve Prenses Süreyya'nın ikinci mutluluğu da böylece sona erdi. Paris'e yerleşen Prenses, kendini içkiye verdi. Her bakımdan hüsrana uğrayan Süreyya'yı tanımış olanlar fevkalade donuk ve tatsız bir kişiliği olduğunu söylüyorlar. Anlaşılan zayıf bir karaktere sahipti. 22 Ekim 2001'de, Paris'te Avenue Montaigne'daki apartmanında hayata gözlerini yumdu.
Şöyle bir geriye baktığımda, sırf veliaht bırakmak için Süreyya'dan ayrılıp Farah Diba ile evlenen ve sonunda bir veliaht bir oğul edinen İran Şahı Rıza Pehlevi'ye ne oldu dersek: Humeyni rejimi ile İran'ı terk etmek zorunda kaldı ama ülkesini veliahtına bırakamadı ve 1980'de Kahire'de kanserden vefat etti.
Hayatta kaderi hiç zorlamamak lazımdır. Şimdi Başbakanımız Sayın Bülent Ecevit'e bakıyorum da, ‘‘Acaba doğru mu yapıyor?’’ diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2002
Kral VIII. Edward'ın, tahttan feragat ederek evlendiği Wallis Simpson, Prenses Diana'nın tam tersidir. Hayatında hiç bir hayır kuruluşuna yanaşmamıştır. Bir keresinde dostu Elsie, Fransız askerleri için eliyle yün çoraplar örüp dağıtmasını tavsiye etmiştir. Ama bu çorapları da imal etmek, çok güzel yün örmesini bilen kocası Edward'a nasip olmuştur.
Yerli hatunlar bizim medyaya her ne kadar hakim olurlarsa olsunlar, ben burada zaman zaman global medyaya hakim olmuş hatunları anlatmaya çalışacağım. Zira bu hatunlar dünya basınını çok etkilemişlerdir.
Wallis Simpson, evlilik dışı hamile kalan annesinin, bir skandala sebebiyet vermeden babasıyla evlenerek, Amerika'nın Baltimore şehrinde dünyaya gelir. Babası, o üç yaşındayken ölür. Tahsilini varlıklı teyzesi Bessie üstlenir ve hayatı boyunca arkasında olur. Çok genç yaşında Mr. Spencer ile evlenir, daha sonra ondan boşanıp Mr. Simpson'la ikinci evliliğini yapar ve Londra'da yaşamaya başlar.
O tarihlerde çirkin, yüzüne bakılmaz bir kadındır, sesi de cırtlaktır. Londra'da her nasılsa oldukça iyi bir muhite girerek ve etrafındaki detayları gözlemleyerek kendini geliştirmeye başlar. Ses tonunu ayarlar. Zayıflar, iyi bir aşçı tutar. Çin gettolarında seks oyunlarını öğrenir, çok yakın dostu olan dekoratör Elsie de Wolf'un nasihatlerini dinleyerek giyim stilini değiştirir. Çok iyi bir ev sahibi olur, güzel davetler ayarlayarak muhitinde saygınlık kazanır. Akıllı bir kadın olduğu muhakkak ki, çok bilgili olmamasına rağmen topluluklarda ortaya bir konu atarak bilgi sahibi insanların konuşmasını sağlar. Londra'daki bu muhitinde veliaht Prens Edward da vardır.
Prens Edward çok ilginç bir adam değildir ve faşist Almanlara zaafı vardır. Dolayısıyla Wallis, Alman generallerle yakın arkadaşlık kurarak Prens'in sempatisini kazanır. Prens nereye tatile giderse Wallis'i de davet eder, o da kocasına rağmen bütün bu seyahatlere katılır. Uzun lafın kısası, evli iken Prens'le flört etmeye başlar. Prens'i yakından tanıyan bazı yaşlı dostlarım onun aynı zamanda bir nonoş olduğunu da söylemektedirler. Her neyse, işin bu kısmı bizi ilgilendirmez.
Derken Kral George vefat eder ve yerine Prens Edward geçer. Bu sırada Wallis kocasından boşanır ve İngiliz halkı bu ilişkiden haberdar olur. Wallis dedikodulardan uzak kalmak için Paris'e yerleşir. Kral Edward kararını vermiştir, başında taşlı bir taç taşıyacağına bayıldığı mücevheriyle, Wallis'le evlenmeyi tercih eder. İngilizler'in tutucu geleneklerine göre İngiltere tahtında oturan bir kişi ayrılmış bir kadınla evlenemez, dolayısıyla aşkı uğruna tahtından feragat eder. Bu madalyonun bir tarafı ama, fısıltı gazetelerine göre Churchill'in, onun Alman faşizmine olan hayranlığından dolayı kendisini kibarca tahttan indirttiğidir, bu da madalyonun öbür tarafıdır. Tahttan feragat eden Edward artık ‘‘Windsor Dükü’’dür ve sürgüne gönderilmiştir. Paris'e yerleşir ve Wallis'le evlenip onu ‘‘Windsor Düşesi’’ yapar. Şimdi işsizdir ve mesleği sadece törensel krallık olduğu için de iş bulamaz.
Neye göre ve kime göre bilinmez ama gelirleri limitli olduğu için Wallis akıllı bir yöntemle Paris'teki evini bol ayna ve bol çiçek kullanarak çok az sayıdaki kıymetli eşya ile görkemli bir hale sokmuştur. İşi olmayan kocasının yanında çok şık giyinerek her zaman ilgi odağı olmaya çalışmıştır. Sanatın hiçbir koluna ilgi duymadığı gibi hiçbir hayır vakfına veya kuruluşlarına da yanaşmamıştır. Bütün işi davetlere gitmek ve karşılık vermektir. Anlayacağınız, efsane Prenses Diana'nın tam tersidir. Bir keresinde akıl danesi, dostu Elsie, Fransız askerleri için eliyle yün çoraplar örüp dağıtmasını tavsiye etmiştir. Ama bu çorapları da imal etmek, çok güzel yün örmesini ve goblen işlemesini bilen, Dük Edward'a nasip olmuştur.
Küçücük gözlü, kalçasız, göğüssüz Windsor Düşesi Wallis, son derece pahalı ve sade kıyafetler seçerek her zaman dikkati çekmiştir. Elleri çok çirkin olduğu için onları her zaman saklamaya çalışmıştır. Bir günde üç kere berbere gittiği söylenmektedir. Her zaman muntazam ve her zaman şıktır. Saçının bir kılı bile, hiçbir zaman oynamamıştır. ‘‘Kocam benim için tahtını bıraktı, dolayısıyla onun yanında her zaman derli toplu ve şık olmak benim görevim’’ deyip hakikaten girdiği her salonda şıklığı ile ve kendisine yakıştırmasıyla dikkatleri çekmiştir.
Çok iyi bir ev sahibesi ve ev kadınıdır. Her sabah elinde bir defterle evinde yapılması gereken işleri not etmektedir. Ayrıca her gün işsiz Dük'ünün programını ayarlamaktadır. Dük arada sırada dostları ile öğlen yemeklerine çıkar ve golf oynarmış. Ama Dük'ün en büyük merakı, Cartier gibi Van Clef gibi mücevhercilere gidip Düşesi için özel tasarımlarla mücevher yaptırmakmış. Nitekim ölümlerinden sonra vasiyetlerine göre bu mücevherler satışa sunuldu ve yüksek meblağlarla değerlendirilerek Fransa'nın Pasteur Enstitüsü'ne ve AIDS'le savaş cemiyetine bağışlandı.
Ne derseniz deyin, maskesini hiçbir zaman çıkarmamıştır, her zaman herkesle arasında bir mesafe bırakmıştır ve medyadaki yirminci asrın büyük aşk hikáyesi imajına hiçbir zaman ihanet etmemiştir. Sonuna kadar da hayatta en çok olmaya dikkat ettiği ‘‘hanımefendi’’ rolünü büyük bir başarıyla oynamıştır.
Yazının Devamını Oku