Sevgi'nin Diviti

Esrarlı bir arkeoloji öyküsü

1 Eylül 2002
Birleşik Amerika'nın Rhode Island eyaletinin Providence şehrinde Brown Üniversitesi'ndeyim. Buradaki işlerimi yaparken eskiden tanıdığım ve uzun zamandır görmediğim arkeolog Martha Joukovsky'le karşılaştık. Kazı başkanlığını yürüttüğü Petra SİT alanının bulunduğu Ürdün'den yeni dönmüştü. Üç aydır çalıştığı Petra'da yepyeni eserleri yeryüzüne çıkardığı için hayatından çok memnundu. Tam on sene Türkiye'de Afrodisias'da Kenan Erim ile çalışmış ve 1985'de ayrılmıştı. Uzun uzun Kenan Erim'i andıktan sonra laf lafı açtı ve eski olaylardan konuşurken sıra içinden hala çıkamadığımız Dorak Hazinesi olayına geldi. Bu hadiseyi o kadar uzun konuştuk ki birden pek çok gencimizin bilmediği bu ilginç olayı burada kısaca anlatmaya karar verdim.

James Mellaart, Schliemann (Truva'yı keşfeden adam) gibi Hollanda doğumlu İngiliz bir arkeolog olup sadrazam sülalesinden gelme Kadri Cenani'nin kızıyla evlidir. Bütün dünya, yerleşimlerin sadece Yunan ve Roma medeniyetlerinden oluştuğunu zannederken, James Mellaart Çatalhöyük kazısında M.Ö. 6-7 bin sene evvel daha başka medeniyetlerin varlığını ve yerleşim bölgelerini bularak dünya çapında bir keşif yapmıştı. Bir arkeoloğun hayatındaki en önemli olay, yeni bir medeniyeti keşfederek yeryüzüne çıkartmaktır. Böylece ismi asırlarca anılacak ve yayınları okunacaktır. Dolayısı ile James Mellaart bu konuda muradına ermiş arkeologlardan biridir.

*

Bu meşhur arkeolog James Mellaart 1958 senesi yaz ayları başlangıcında İzmir yakınlarındaki bazı SİT alanlarında araştırma yapmak üzere İstanbul'dan trene biner ve bir kompartmana yerleşir. Biraz sonra aynı kompartmanda karşısına 20-21 yaşlarında güzelce bir kızcağız gelip oturur. Kızın kolunda muhteşem bir altın bilezik vardır ve aynen Truva hazinesindekileri andırmaktadır. Mellaart, dikkatini çeken bu bileziği arkeolog olduğunu söyleyerek yakından incelemek ister. Ahbaplık daha da ilerleyince kızcağız evinde daha başka eserlerin de evinde bulunduğunu söyleyerek Mellaart'ı davet eder.

Trenden inerler, kızın Karşıyaka'daki evine vasıl olurlar. Hava oldukça kararmıştır. Ev eskidir. Yemekler yenir, Mellaart heyecanlıdır ama heyecanını belli etmek istemez. Yemekten sonra kız yavaş yavaş hazineyi göstermeye başlar. Parçaların kimi tozlu, kimi kırık, kiminin üzeri senelerin pası ile örtülüdür. Pamukların içindeki parçaların arasında altın olanları pırıl pırıl yanmaktadır. Mellaart'ın fotoğraf makinası bozuk olduğu için yanına almamıştır, dolayısıyla bunların çizimlerini yapmak üzere kızdan izin alır. Kız da maşallah oldukça cesur olacaktı ki, Mellaart'a gece evlerinde kalmasını teklif eder. Üç gün dört gece kızın evinde kalan Mellaart, Bursa ile Mustafa Kemal Paşa arasındaki Dorak SİT alanından çıktığı söylenen bu hazineyi sigara almaya bile çıkmamak üzere çizer ve tariflerini, ölçülerini yazarak not alır.

Nedense Mellaart bu hazinenin tarifini ve çizimlerini dört sene sonra 29 Mayıs 1962 tarihli Illustrated London News dergisinde yayımlar. Gene nedense bu yayından iki buçuk sene sonra Milliyet gazetesinde, Turan Aytul, bu makaleyi ele alarak Mellaart aleyhinde üç günlük bir kampanya açar. Gene nedense Türk bürokrasisi bu kampanyadan sonra olayın üstüne giderek Mellaart'ı ‘‘persona non grata’’ (istenmeyen adam) ilan eder ve kazı iznini elinden alırlar.

*

Pek çok araştırmalara rağmen adı Anna Papastrati olan kızcağız ve 217 Kazım Dirik Caddesi numara 217 adresindeki ev bulunamaz. Ortalıkta ne böyle bir kişi vardır, ne böyle adres, ne de böyle bir ev. James Mellaart bu yayını ne diye yapmıştır? Zaten meşhur bir arkeolog olarak bu heyecana ihtiyacı yoktur. Bunca sene geçmesine rağmen böyle bir hazine daha ortaya çıkmamıştır. Garip olan tarafı, ispat edemediği bir hazine için arkeoloji dünyasındaki ismini ne diye yitirmiştir? Bütün bu sualler arkeoloji camiası tarafından hala konuşulmaktadır ve kimse bu olayın içinden çıkamamakta, sırrı kimse çözememektedir. Mellaart gereksiz yere neyi ispat etmeye çalışmıştır, kimse anlayamamıştır.

James Mellaart hayattadır. İnşallah bu sırrı bir gün açıklar ve bizleri de aydınlatır.

Türkiye eski politikacılarla uğraşırken, ben de böylece değişik bir dünyanın eski defterlerini karıştırmış oldum.
Yazının Devamını Oku

Esrarlı bir arkeoloji öyküsü

1 Eylül 2002
Birleşik Amerika'nın Rhode Island eyaletinin Providence şehrinde Brown Üniversitesi'ndeyim. Buradaki işlerimi yaparken eskiden tanıdığım ve uzun zamandır görmediğim arkeolog Martha Joukovsky'le karşılaştık. Kazı başkanlığını yürüttüğü Petra SİT alanının bulunduğu Ürdün'den yeni dönmüştü. Üç aydır çalıştığı Petra'da yepyeni eserleri yeryüzüne çıkardığı için hayatından çok memnundu. Tam on sene Türkiye'de Afrodisias'da Kenan Erim ile çalışmış ve 1985'de ayrılmıştı. Uzun uzun Kenan Erim'i andıktan sonra laf lafı açtı ve eski olaylardan konuşurken sıra içinden hala çıkamadığımız Dorak Hazinesi olayına geldi. Bu hadiseyi o kadar uzun konuştuk ki birden pek çok gencimizin bilmediği bu ilginç olayı burada kısaca anlatmaya karar verdim.James Mellaart, Schliemann (Truva'yı keşfeden adam) gibi Hollanda doğumlu İngiliz bir arkeolog olup sadrazam sülalesinden gelme Kadri Cenani'nin kızıyla evlidir. Bütün dünya, yerleşimlerin sadece Yunan ve Roma medeniyetlerinden oluştuğunu zannederken, James Mellaart Çatalhöyük kazısında M.Ö. 6-7 bin sene evvel daha başka medeniyetlerin varlığını ve yerleşim bölgelerini bularak dünya çapında bir keşif yapmıştı. Bir arkeoloğun hayatındaki en önemli olay, yeni bir medeniyeti keşfederek yeryüzüne çıkartmaktır. Böylece ismi asırlarca anılacak ve yayınları okunacaktır. Dolayısı ile James Mellaart bu konuda muradına ermiş arkeologlardan biridir.*Bu meşhur arkeolog James Mellaart 1958 senesi yaz ayları başlangıcında İzmir yakınlarındaki bazı SİT alanlarında araştırma yapmak üzere İstanbul'dan trene biner ve bir kompartmana yerleşir. Biraz sonra aynı kompartmanda karşısına 20-21 yaşlarında güzelce bir kızcağız gelip oturur. Kızın kolunda muhteşem bir altın bilezik vardır ve aynen Truva hazinesindekileri andırmaktadır. Mellaart, dikkatini çeken bu bileziği arkeolog olduğunu söyleyerek yakından incelemek ister. Ahbaplık daha da ilerleyince kızcağız evinde daha başka eserlerin de evinde bulunduğunu söyleyerek Mellaart'ı davet eder. Trenden inerler, kızın Karşıyaka'daki evine vasıl olurlar. Hava oldukça kararmıştır. Ev eskidir. Yemekler yenir, Mellaart heyecanlıdır ama heyecanını belli etmek istemez. Yemekten sonra kız yavaş yavaş hazineyi göstermeye başlar. Parçaların kimi tozlu, kimi kırık, kiminin üzeri senelerin pası ile örtülüdür. Pamukların içindeki parçaların arasında altın olanları pırıl pırıl yanmaktadır. Mellaart'ın fotoğraf makinası bozuk olduğu için yanına almamıştır, dolayısıyla bunların çizimlerini yapmak üzere kızdan izin alır. Kız da maşallah oldukça cesur olacaktı ki, Mellaart'a gece evlerinde kalmasını teklif eder. Üç gün dört gece kızın evinde kalan Mellaart, Bursa ile Mustafa Kemal Paşa arasındaki Dorak SİT alanından çıktığı söylenen bu hazineyi sigara almaya bile çıkmamak üzere çizer ve tariflerini, ölçülerini yazarak not alır.Nedense Mellaart bu hazinenin tarifini ve çizimlerini dört sene sonra 29 Mayıs 1962 tarihli Illustrated London News dergisinde yayımlar. Gene nedense bu yayından iki buçuk sene sonra Milliyet gazetesinde, Turan Aytul, bu makaleyi ele alarak Mellaart aleyhinde üç günlük bir kampanya açar. Gene nedense Türk bürokrasisi bu kampanyadan sonra olayın üstüne giderek Mellaart'ı ‘‘persona non grata’’ (istenmeyen adam) ilan eder ve kazı iznini elinden alırlar.*Pek çok araştırmalara rağmen adı Anna Papastrati olan kızcağız ve 217 Kazım Dirik Caddesi numara 217 adresindeki ev bulunamaz. Ortalıkta ne böyle bir kişi vardır, ne böyle adres, ne de böyle bir ev. James Mellaart bu yayını ne diye yapmıştır? Zaten meşhur bir arkeolog olarak bu heyecana ihtiyacı yoktur. Bunca sene geçmesine rağmen böyle bir hazine daha ortaya çıkmamıştır. Garip olan tarafı, ispat edemediği bir hazine için arkeoloji dünyasındaki ismini ne diye yitirmiştir? Bütün bu sualler arkeoloji camiası tarafından hala konuşulmaktadır ve kimse bu olayın içinden çıkamamakta, sırrı kimse çözememektedir. Mellaart gereksiz yere neyi ispat etmeye çalışmıştır, kimse anlayamamıştır.James Mellaart hayattadır. İnşallah bu sırrı bir gün açıklar ve bizleri de aydınlatır.Türkiye eski politikacılarla uğraşırken, ben de böylece değişik bir dünyanın eski defterlerini karıştırmış oldum.
Yazının Devamını Oku

Kimler geldi, kimler geçti?

25 Ağustos 2002
Bendeniz <B>‘‘Sadberk Hanım Müzesi’’</B>nin annem adına kurulmasında her ne kadar uğraş vermiş isem de, A'dan Z'ye kadar her ayrıntısı ile uğraşmış olmaktan dolayı bu müzenin anası ve babası olma hakkını elde etmişimdir. 14 Ekim 1980'de açılan Sadberk Hanım Müzesi, 22 yaşına basmış. Bir de yönetmeliğe özel müzecilik statüsünün yerleştirilmesi için verdiğimiz uğraşları gözönünde bulundurursak, 23 sene gibi bir mazimiz bulunmaktadır.

Bu 23 sene zarfında kimler geldi, kimler geçti, sizlere burada anlatmaya çalışıp şu seçim aralığında Türkiye'deki siyasi hayatın ne kadar oturmamış olduğunu, hálá ne kadar sığ kaldığını ve hálá erken seçime giderek ne kadar zavallı olduğumuzu sergilemeye çalışacağım.

23 senelik müzecilik hayatımda tam 17 adet, unvanı kimi zaman ‘‘Kültür’’, kimi zaman da ‘‘Turizm ve Kültür’’ olan bakan değiştirmişim. Anlayacağınız, her bir buçuk seneye bir kültür bakanı düşmekte.

MÜZECİLERİ KUTLUYORUM

Allah'tan, izin almanın ve denetlenmenin dışında Kültür Bakanlığı ile çok fazla ilişkimiz olmadığı için değişen bakanlar bize fazla bir şey ifade etmiyorlar. Ama memur olarak çalışan müzeci arkadaşlarımın hesabına üzülüyorum, zira tam birine alışırken bir diğeri gelip bambaşka politikalarla müzelere yanaşıyor. Bizim müzeci arkadaşları vallahi takdir ediyor ve onların yeni ortamlara gösterdikleri başarılı uyuma da ‘‘Bravo’’ diyorum.

Ajda Pekkan'ın meşhur şarkısı pek de yakışıyor bugünlere:

Kimler geldi hayatımdan kimler geçti / Hiçbirisi hasretini gidermedi / En güzeli senin kadar sevilmedi / Kimler geldi, kimler geçti...

Şimdi sıkı durun, kimler gelmiş, kimler geçmiş bir bakalım:

Tevfik Koraltan (12 Kasım 1979-12 Ekim 1980), Cihat Baban (22 Eylül 1980-15 Aralık 1981), İlhan Evliyaoğlu (15 Aralık 1981-13 Aralık 1983), Mükerrem Taşcıoğlu (13 Aralık 1983-22 Ekim 1986), Mesut Yılmaz (22 Ekim 1986-22 Aralık 1987), Tınaz Titiz (22 Aralık 1987-31 Mart 1989), N.Kemal Zeybek (31 Mart 1989-24 Haziran 1991), Fikri Sağlar (21 Kasım 1991-28 Temmuz 1994 ve 1 Kasım 1995-7 Mart 1996), Timuçin Savaş (28 Temmuz 1994-27 Mart 1995), Ercan Karakaş (27 Mart 1995-23 Haziran 1995), İsmail Cem (7 Temmuz 1995-6 Ekim 1995), Köksal Toptan (6 Ekim 1995-31 Ekim 1995), Agáh Oktay Güner (7 Mart 1996-28 Haziran 1996), İsmail Kahraman (28 Haziran 1996-28 Haziran 1997), İstemihan Talay (28 Haziran 1997-8 Temmuz 2002) ve B.Suat Çağlayan (9 Temmuz 2002-?)

Yukarıdaki liste hakikaten ibret vericidir. Bazılarının bakanlığı o kadar kısa ki hatırlamıyorum dahi. Bu tabloya gülmeli mi yoksa ağlamalı mı bilemiyorum. Tabii Türkiye'mizin oturmuş bir kültür politikası olmadığı için de her yeni gelen bakan, kendine göre bir stilde yoğurt yemiştir.

OYUNUZU ONA GÖRE KULLANIN

CHP uzun müddet tek tabanca olarak çalışmış olduğu için bu ülkede 1946'ya kadar sadece arkeolojik eserler önem kazanmıştır. Ondan sonra gelen Menderes'in kültür politikasını hatırlamıyorum ama zannedersem Osmanlı sanatının varlığının farkına bu hükümetlerden sonra vardık. Milliyetçi bakanlarımız, kültürü Türki cumhuriyetlerde arayıp buldular. Bazı bakanlar sadece Kutsal Emanetler'in varlığıyla meşgul oldular, bazıları ise sadece tiyatro ile ilgilendiler.

Kültür Bakanlığı ve bakanlar hakkında sayfalar dolusu yazabilirim. Ama ne sizi sıkayım, ne de kendim sinirleneyim.

Dolayısıyla, yukarıdaki tablolara bakıp ülkemizde politikanın ve siyasetin ne kadar acıklı olduğunu gösterebiliyorsam ve siz de görebiliyorsanız ona göre oyunuzu kullanmaya bakınız. Zira bütün bu karmaşaların sonunda halk gene bizler gibi perişan oluyor.
Yazının Devamını Oku

Gürültü kirliliği, ezanın yozlaşmasıyla başladı

18 Ağustos 2002
Çok uzun zamandan beri yazmayı düşündüğüm gürültü kirliliği konusunu, bu kirliliğin Ahmet Ertegün'ü de kaçırdığını gazetelerden öğrendikten sonra işlemeye karar verdim. Bizim ülkede sokaktan siyasete kadar pek çok kirlilikler dizisi sıralanır. Gürültü kirliliği de bunlardan birisidir.

Gürültü kirliliğinin öncüsü camilerimizdeki bir uygulamadır ve bu iş eskiden minarelere çıkan müezzinin güzel sesi ve makamı ile okuduğu, ilahi bir çağrı olan, hayata renk ve huşu katan ezanın yozlaşması ile başlamıştır. Her nedense minarelere çıkmaya üşenen ve aşağıdan hoparlörler sayesinde okuyan bet sesli imamların yaydığı ezanı duyunca adeta dinden soğursunuz.

Diyanet İşleri ne diye Kani Karaca'nın güzel sesiyle ve makamıyla ezanı kasetlere doldurtup, bu kasetleri camilere dağıtmak gibi basit bir işi yapamaz, anlayamam. Muhteşem camilerimizin bulunduğu Haliç'te bir ezan vakti bulunmanızı tavsiye ederim. Her bir camiden ayrı bir ses gelir, tam bir kakafoni yaratılır ve tam huşu içinde olmanız gereken bir zamanda ‘‘Aman yarabbi’’ diyerek kulaklarınızı tıkarsınız.

BURALARA TANTAN GEREKİYOR

Hele hele Boğaz'da oturuyorsanız, yaz aylarındaki gürültü kirliliğini anlatamam. Deniz kenarında oturanların hastalanmaya, uyumaya veya çocuk sahibi olmaya hakları yoktur. Zira denizden, evlere yakın geçen motorların gürültüleri bir tarafa, megafonlarla turistlere bangır bangır bağırarak izahat veren rehberler veya eğlenmek için yozlaşmış Türk müziğini çalan ve hoparlörlerini sonuna kadar açarak seyreden takalar veya tekneler de geçer. Üstelik oralarda ikamet eden insanlara hiç hürmet göstermezler.

Şikáyet etmeye kalktığınız zaman, tam bir Türkiye misali her kurum topu başka bir kuruma atar, sizin bu konuda mesul mercilere ulaşmanız engellenir veya bu işlerden mesul bir kurum bulunamaz. Vallahi, buralara Sadettin Tantan gibi bir siyasetçi gerekiyor.

Düğünlere, dernek toplantılarına gittiğiniz vakit sizi bir masaya oturturlar. Davet sahibi bilgili ise, yemekte hafif bir müzik çalar, yanınızdaki ve karşınızdaki insanlarla biraz sohbet edersiniz, yemek biter bitmez volümü sonuna kadar açılan bir dans müziği başlar ve artık konuşmanıza imkán yoktur. Hele bir de benim gibi dans eden bir tip değilseniz mecburen salonu terk edersiniz ve davet sahibine ayıp ederek erken gitmiş olursunuz. Böyle bir yerden eve döndüğümde gürültüden kafam şişmiş olur, sükunet ihtiyacı hissederim.

AÇIK HAVADA EĞLENME LÜKSÜ

Diskotekler ise ayrı bir fenomendir. Esasında biz Türkler müthiş bir lüks yaşamaktayız. Çünkü yazın açık havada eğlenebilmek büyük bir lükstür. Tabii şayet eğleniliyorsa, bundan da şüpheliyim. Zira diskoteklere gelen gençler herhalde yüksek frekanslı müzik yüzünden konuşamazlar ve mutlaka müthiş bir diyalog eksikliği vardır. Buralarda dans da edilmez, sadece durdukları yerde sallanırlar. Birbirlerine aşık iseler göz göze bakıyorlardır herhalde, ama aşık değillerse ne yaptıklarını çok merak etmekteyim.

Bir kere, dünyanın hiçbir yerinde ikametgáhların arasında eğlence yeri bulunmaz. Haydi diyelim şehir eskidir ve bazen bu durum kaçınılmaz olarak meydana gelir, o zaman da diskotekler kapalı mekánlara kurulur. Şimdiye kadar açık mekánda tek bir diskotek gördüm, o da Monte Karlo'daki Sporting Club'dı. Bu diskotek yaşam yerlerinden uzaktaydı, at nalı şeklinde yapılmıştı, nalın bir ucu denize doğru açıktaydı, kara tarafındaki kısım at nalının yuvarlağını andırıyordu, yan duvarları ve tavanı kapalıydı. Dans pisti kapalı olan nalın içindeydi ve müzik bu kapalı sahada çalınmaktaydı. Sohbet etmek isteyenler ise açık mekánlara doğru oturup müziği uzaktan dinlemekteydiler.

ANLAYAN VARSA ANLATSIN

Diskotek sahiplerinin ve gençlerin eğlencesine mani olmak istemiyorum ama örneğin Hammam denilen eğlence yeri ikametgáhlardan uzakta olduğu için eminim kimseyi rahatsız etmiyordur. İşte değerlendirilmesi gereken yerler, böyleleridir.

Rahatsız edici derecede yüksek sesle müzik dinlemenin mantalitesini anlayamamaktayım. Anlayanlar varsa, bana anlatsınlar. Gürültü yapmak, her işi gürültülü yapmak galiba Orta Şark'taki memleketlere ait bir özellik.

Mani olamadığı gürültü yüzünden kendi evini terk edip uzaklara kaçan Ahmet Ertegün, yerden göğe kadar haklıdır.
Yazının Devamını Oku

Seçimde Aziz Nesin’i aman gene haklı çıkarmayalım

11 Ağustos 2002
Medya çoktan girdi ama ülkenin insanları daha yazın rehavetini yaşayıp bütün sene hayal ettikleri tatillerini sürdürürlerken seçim havasına girebildiler mi, tam kestirebilmiş değilim. Yine de politikayı yakından takip eden dostlarımın arasındaki konuşmalardan sizlere bazı işaretleri yansıtmaya çalışacağım.

İnsanların sık sık yaşadıkları zorluklardan biri ikilem içinde kalmak, diğeri ise hiç bir seçeneklerinin olmaması... Şu ara etrafımdaki bilinçli seçmenler seçeneklerini ortaya koydukları halde hem ikilem yaşıyorlar hem de kararsız vaziyetteler. Vakıa, bütün bu kararsızlar eninde sonunda bir karar verecekler ve kıymetli oylarını bir yönde kullanacaklar.

Bu seçmenler en azından kime oylarını vermeyeceklerini biliyorlar ama verebilecekleri arasında hangisi lehine kullanacaklarına karar veremiyorlar.

*

Bir gün bir seçmen bana, ‘‘Oh, siz ne rahatsınız, en azından kime oy vereceğiniz belli’’ demişti. Eğri veya doğru, belki hakikaten bu bir rahatlıktı. Yani biz damgalıydık... Damgam, benim de bir partiye kayıtlı ve üstelik kongre delegesi olmamdı. Dolayısıyla partim iyi bir iş yaptığı zaman takdir sözleri duyarım, beğenilmeyen bir iş yapıldığı zaman da üstüme yürünür, ‘‘Senin başkanın bak neler karıştırıyor’’ diye...

‘‘Karizma’’nın ne demek olduğunu daha anlayabilmiş değilim ve bu kelimenin anlamını pek çok kişiyle tartışmaktayım. Tam anlamı yönünde de kimse değerlendirmeye gitmiyor. ‘‘Falan parti başkanının karizması var’’ veya ‘‘yok’’ gibi tartışmalar yapılıyor.

Tabii, karizma ne anlamda kullanılıyor tam kestirememekteyim ama bana kalırsa, hangi parti başkanının karizması vardır diye baktığımda hiç birinde karizmayı görememekteyim. Esasında şu anda dünyadaki hiç bir başkanda da karizma yoktur, şayet karizma önemli ise.

*

Anlayamadığım başka bir şey ise, şu: Bu tip insanlar güya bilinçli seçmenlerdir. O partinin yaptığı müspet veya menfi işlere bakmamakta ve arkasında illa ki bir karizma aramaktadırlar. Ne menem şey ise, bu karizma denilen nesne...

Bilinçsiz seçmenin kararı daha kesindir. Mahallesinde işittiği hiçbir zaman tutulmayacak olan vaatlere kanmıştır ve o yolda kararını çoktan vermiştir bile. Zaten bu yüzden devletin eğitim bütçesi, diyanet işleri bütçesinden daha azdır ya her zaman... Bilinçsiz seçmen daima daha kolay karar vermektedir ve kemikleşmiş oylar daha ziyade bu tür seçmenlerden gelmektedir.

Geçen hafta Hırvatistan'da iken kaç adet siyasi partileri olduğunu sorduğumda bana alaylı bir şekilde ‘‘Her Hırvat'a iki parti düşer’’ cevabını verdiler. Galiba biz de Hırvatlar'a benzeyeceğiz.

*

Şu anda ülkemizde çok parti var. Yeni Meclis gene bölük pörçük partilerden oluşacak, kurulacak olan koalisyonlar ise gene eninde sonunda bozulmaya mecbur kalacak.

Ama etrafımdaki konuşmalar ve tartışmalardan anladığım kadarıyla bilinçli veya bilinçsiz, seçmenlerin hepsi denenmemiş partilere oy vermek istiyorlar ama seçmenlere değiştiklerini beyan eden veya etmeyen, yeni kurulduklarını sanan ve yeni parti olduklarını söyleyenlerin hepsi eskiden kalma... Ülke sorunlarını yeni bir nefesle çözeceklerini ima ediyorlar. Bunların hepsi hoş güzel de, ne kadar yeni olurlarsa olsunlar, ne kadar yeni rüzgarlar getirirlerse getirsinler, ülkemizin sorunları hep aynı...

İnşallah halkımız doğru yönde karar verir.

Aziz Nesin nur içinde yatsın, burada söyleyemeyeceğim ve beni çok şaşırtan cümlesini hep anmaktayım...
Yazının Devamını Oku

Kravatın ve tükenmez kalemin doğduğu ülke

4 Ağustos 2002
Yugoslavya bölündükten sonra Hırvatistan Cumhuriyeti'nin İngilizce adı Republic of Croatia (okunuşu Kroçia) olmuş. Kendimi İngilizce bilir zannederdim halbuki bu adı daha evvel hiç duymamıştım. Hırvatistan'da es kaza siz Yugoslavlar veya Yugoslavya kelimesini kullanırsanız bir dayak yemediğiniz kalıyor. Yugoslavya kelimesine tahammülleri yok. Dalmaçya sahillerinde Zadar, Şibenik, Trogir gibi şehirlere Hvar, Korçula gibi adalara uğradık.

Her biri kalesiyle, katedralleri ve çan kuleleriyle 12-13. yüzyıldan kalma küçük birer Ortaçağ şehri olup filmlerdeki gibi son derece sevimli ve görseldi.

Her gittiğimiz yerde gözümüze hoş gelen rastgele lokantalara girdik ve her birinde fevkalade yemek yedik.

Balıkları bol özellikle de kabuklu deniz mahsulleri. Şarapları gayet hafif ve keyifli bir içimi var. Zaten arabayla dolaştığımızda her yerin üzüm bağlarıyla dolu olduğunu tespit ettik.

İzmir'de hiç üzüm bağı göremez oldum acaba nereye kayboldular?

TURMEPA’YI DESTEKLEYELİM

Yatçılığın yoğun olduğu bu sahillerde deniz pırıl, pırıl. Halbuki bizde denizler fena halde kirlendi. Ne yapacağız? Denizlerimizi nasıl kurtaracağız diye kara, kara düşünüyorum. Deniz Temiz Derneği'ne (TURMEPA) çok yardımcı olmamız gerekmektedir. Biz halk olarak yardım etmezsek, devletin büyük gelirlerinden biri olan turizmi korkarım ki kaybedeceğiz.

Hırvatlar, ülkelerinden çıkan kaşifler ve onların keşifleriyle övünmektedirler. Bakın neler keşfetmişler.

Hırvat asıllı ve Şibenikli Faust Vrançik 1577'de paraşütü yaratmış. 1856'da Similian'da doğup 1943'te New York'da ölen Nikola Tesla, 1884'te T. A. Edison'la çalışmış ve elektrik ve radyo akımları üzerine büyük keşiflerde bulunup Niagara Şelaleleri’nden elektrik üretmekten tutun da Colorado'da 200 kw'lık radyo istasyonuna kadar 700 patentin sahibi olmuş.

Zagreb'li Slavojub Eduard Penkala ise 1906'da asrımızın en büyük keşiflerinden biri olan tükenmez kalemin kaşifi.

Beylerimizin en güzel aksesuvarı olan kravat da bir Hırvat keşfidir. 17. yy.da Croat askerlerinin göğüslerini korumak için boyunlarından sallandırdıkları bezlere kravata adını vermişler, daha sonra Fransız ihtilalinde rejime karşı geldiklerini göstermek için Fransızların boyunlarına taktıkları siyah kravat şeklindeki aksesuvar 19. yy.da bugünkü yerini en nihayet bulmuştur.

HIRVAT KADINLARI GÜZEL

Hırvatlar ne kadar övünseler yeridir zira oldukça önemli keşifler ülkelerinden çıkmıştır.

Meşhur gezgin Marco Polo da, o zamanlar Venedik Dükalığı’na ait olan Kurçola adasında doğmuştur.

Bu arada kocam Doğan da kaşif olmuştu Hırvatistan'da. Hırvat kadınlarının çok güzel olduklarını keşfetmişti. Zaten eski Yugoslavya'da seçilen güzellik kraliçelerinin çoğunun Hırvat asıllı olduğu söylendi. Bu kıyılara gelmek isteyen beylere duyurulur.

Kendisi de bir Hırvat olan Tito, maalesef keşfettiği yapışkanda başarılı olamamıştır zira öldükten sonra zamk gevşemiş ve yok yere hepsi birbiriyle savaşarak ayrılmışlardır. Hepsi slav ırkından oldukları halde birbirlerinden ayrılmayı tercih etmişlerdir. Aralarında evlenen karılar ve kocalar bile birbirlerine düşman olmuşlardır.

Şimdi bu yeni ülkeler aralarında pasaport kullanmakta olup sadece Sırbistan hepsine vize uygulamaktaymış.

Son durağımız Dubrovnik ise içindeki şehri ile gördüğüm en güzel kaleye sahip, en zengin ve en görsel şehir. Harpte güya epeyi hasar görmüş ama şimdi her şey yerli yerinde ve Unesco'nun koruması altına alınmıştır.

Geceleri de o kadar güzel aydınlatıyorlar ki şehir adeta bir mücevher gibi parlıyor.

Evi kurtarırken çektiğim çile

Bir de benim Antalya Kale İçi'nde kurtarmaya çalıştığım evi tamir ettirirken çektiğim sıkıntıları göz önüne getirdim, sonra da ben evi kurtardım, ama Kale İçi'nin gerisi pislik içinde, bakımsız ve perişan durumunu düşündüm ve bizim adam olmamız için daha birkaç fırın ekmek yememiz gerektiğine karar verdim.

Adriatik Sahilleri’nin hakikaten görmeye değer, insanın ufkunu açan, görgüsünü ve bilgisini artıran bir bölge olduğu muhakkak.
Yazının Devamını Oku

Turizm gelirimizi Hırvatlar’a kaptıracağız haberiniz olsun

28 Temmuz 2002
Biz Türkler ve Müslümanlar bu temizlik işini nasıl ve ne zaman öğreneceğiz, acaba ben görebilecek miyim? Bizde modaya uyduk, Aydın Boysan ve Nilgün Cerrahoğlu'ndan sonra Hırvatistan'ın Adriatik sahillerinde seyre başladık. Teknemizi daha önce yollamıştık ve uçakla orta Adriatik'te bulunan Split adındaki şehire geldik. Hava meydanında, tereyağdan kıl çeker gibi her türlü işlemlerimizi yaptırıp, marinada teknemizi bulduk. İki sene evvel Napoli Havaalanı'nda bize yaptıkları eziyeti düşününce, daha mafyanın buralara el atmadığını anladık.

Split, Hırvatistan'ın başkenti Zagreb'den sonra ikinci büyük şehri. Şehre Roma İmparatoru Diocletianus'un tekaüt olduktan sonra yaşamak üzere yaptırdığı saray kompleksinin bulunduğu kare bir alan hakim. Nitekim yapımı M.S. 293 de başlayıp 305'de biten bu sarayda 316'daki ölümüne kadar emekliliğini geçirmiş. İmparator Diocletianus'dan başka da kimse bu sarayda yaşamamış. Anlaşılan o devirde de, bizdeki parti başkanları gibi kimse emekli olmaya yeltenmemiş ve böylece de bu saray boş kalıp yapısı daha sonra yerleşenler tarafından dejenere edilerek istila edilmiştir. Şimdi eski şehir adını verdikleri bu mekan, pek çok birbirine yapışık taş yapıtları ve dar sokakları ile turistik dükkanların ve lokantaların, eğlence yerlerinin bulunduğu bir alan haline gelmiş olup şehire bir güzellik, bir cazibe katmıştır. Split'teki bu eski mahalle besbelli ki, vaktiyle bir balıkçı köyü olup, korsanlardan korunmak için bu kalenin içine sığınmış insanların mekanı olmuştur.

Split'te eski şehiri gezerken sokaklara döşenmiş olan taşlar dikkatimi çekti zira adalardan getirilen bir taş türüyle, büyük ebatta parke taşı gibi döşenmişti. Beyaz olan bu taşlar seramik gibi parlaktı. Bütün kalabalığa rağmen yerler tertemizdi, genelde her taraf tertemiz. Dikkatimi çeken bu husus beni fena halde düşündürdü. Acaba komünist rejimdeki eğitim mi, yoksa Hiristiyanlık mı bu temizliği sağlamaktaydı? Müslüman ülkeler ne diye pisti? Bir Müslüman olarak bu temizlik işine kafayı takmış vaziyetteyim.

Demir perde ülkelerinde eğitim hakikaten eşitti ve herkes eğitilmişti, ama gelgelelim hukuk tahsili yapmış olan Miro adındaki delikanlı, şoförümüzdü. Bu ne perhizdi, ne de lahana turşusu? Tabii komünist rejimlerin anlayamadığı bir yanlış ise herkesin eşit akılda, eşit beceride ve eşit yetenekte olmadığıdır.

HIRSLANDIM, KISKANDIM

Yugoslavya bölünüp, her cumhuriyet kendi bağımsızlığını kazanınca, özelleştirmeye geçmişler. Aynen bizdeki gibi hükümettekilere yakın olanlar ve rüşvet verebilenler özelleştirmeden paylarını almışlardı.

Adriyatik sahillerinde her taraf marina dolu. Marinaların içinde bile deniz tertemiz. Bu Hırvatlar biraz zenginleşsinler, sahillere güzel restoranlar, eğlence yerleri ve oteller kursunlar, vallahi bizim Güney sahillerimize gelecek olan turistte bayağı bir azalma olacaktır. Turizm gelirlerimizi buralara kaptıracağız diye korkmaktayım.

GELECEK KİRLENDİ

Hele bu sene Göçek'te denizin kirlendiğini farkettim ve içim hüzün kapladı. Nasıl kirlenmesin ki. Daha bu yaz başında Göçek'teyken, bir gece yanımızdaki kocaman bir yat pis atıklarını denize boşaltıverdi ve her tarafı kokuttu. Bunlar ne biçim yat sahibi ve ne biçim yat mürettebatıydı.

Tabii daha başka deniz temizliğine dikkat etmeyip, denizi devamlı kirletenler ise bu denizden para kazanıp, ekmek kapılarına kıymet vermeyen gulet sahipleriydi, gulet kaptanlarıydı.

Bizim insanlarımız ne zaman mesuliyet sahibi olacaklar, ne zaman başkalarının hakkına hürmet etmeyi öğrenecekler bilemiyorum ve bayağı ümidimi kaybediyorum. Artık ne kadar eğitimsiz olursa olsun, en basit bir kaptanın bile atık suyunu açık denizde boşaltması gerektiğini bilmesi lazım.

Bizler, ekolojik, ekonomik ve sosyal olarak düzelmeye çaba sarfederken, politikacılarımız Avrupa Topluluğu’na girmek için çıkarılacak yasaları seçim malzemesi yapmak gibi ucuz ve basit oyunlara girerek göz göre göre pek çok medeni imkanın elimizden kaçmasına sebep olacaklar. Yazıklar olsun.

Buraların temizliğini gördükçe kıskandım, hırslandım söylendim. Biz Türkler ve Müslümanlar bu temizlik işini nasıl ve ne zaman öğreneceğiz, acaba ben görebilecek miyim?
Yazının Devamını Oku

Bir başkadır benim memleketim

21 Temmuz 2002
Penceremden görünen ormancıkta, her ağaç hüda-i nabit büyümekte, yapraklar canlarının istediği gibi hür bir şekilde gelişmekteydiler. Korkunç bir serbestiyet içinde nefes almaktaydı bu tabiat. Allah'ıma şükrettim. Bir başkaydı benim memleketimin ağaçları bile. Son zamanlarda her gün televizyonların haber saatlerinde ekran başına koşarak oturup ‘‘Bugün neler oldu, kaç kişi istifa etti?’’, ‘‘Hükümet ayakta mı, değil mi?’’ heyecanları yaşamaktayız. Tam meclis tatile girmiş, siyaset hayatı sakinleşmişti, her günkü magazin türü haberleri daha da yoğunlaşmış bir şekilde seyredeceğimizi ve okuyacağımızı düşünürken birdenbire canlanan ve heyecan veren siyaset yazın sıcağını bile unutturdu bizlere.

Hep dua ettim, iyi ki İsviçreli değiliz diye. Onlar fevkalade organize oldukları için hayatlarında hiçbir heyecan yok. Avrupa Topluluğu'na girmek diye bir sorunları yok. Paraları hiç değer kaybetmiyor. Siyasi düzenleri nasıldır, hiç bilinmez, yazılıp çizilmez, dümdüz gider. İsviçre'ye gitmekten hiç hoşlanmam, çok sıkıcı bulduğum bir ülkedir. Ama hasbelkader bir gittiğimde bir sabah kalkıp pencereden dışarıya baktım, ilkbahardı. Parklardaki menekşeler muntazam aralıklarla dikilmiş. Laleler aynı boyda ve birbirinden aynı uzaklıkta, hatta ağaçlarda yeni çıkmaya başlamış olan yaprakların hepsi aynı ebatta, aynı hizada yeşermekteydi. Çok şaşırdım ve bana son derece tekdüze geldi. İçimi sıkıntı bastı. Halbuki o sırada Çırağan'da oturuyordum, penceremden görünen Yıldız Sarayı'nın uzantısı olan ormancıkta, her ağaç hüda-i nabit büyümekte, yapraklar canlarının istediği gibi hür bir şekilde gelişmekteydiler. Korkunç bir serbestiyet içinde nefes almaktaydı bu tabiat. Allah'ıma şükrettim, onların bu hürriyetini görebildiğim için. Bir başkaydı benim memleketimin ağaçları bile.

Bir Anayasa kitabı atıldı, ülke serveti yarı yarıya indi, başbakanımız rahatsızlandı, evinden günlerce çıkamadı ama istifalar gelmeye başlayınca ne oldu ise birdenbire canlandı ve evinden çıkamayan başbakanımız saatlerce toplantılara katılır oldu. Hayretler içinde kaldım, sevindim. Bir başkadır benim memleketimin insanları.

Bir sendika başkanı bağırıyor, hükümeti eleştiriyor, ‘‘Geldik, gidiyoruz, hep aynı siyasiler başımızda’’ diye haykırıyor ama kendisi de otuz senedir sendika başkanıymış. Bir başkadır benim memleketimdekiler.

Bazı hükümet etmiş siyasiler, bizi IMF'ye muhtaç etti, servetimizi yarıya indirdi, ekonomiyi rezil etti diye Kemal Derviş'i tenkit ediyorlar, ama ekonominin kendi yanlışlıklarından bu hale geldiğini unutuyorlar. Bir başkadır benim memleketimin muhalifleri...

Medyadan öğrendiğime göre bir hastane varmış, kaçakmış, ruhsatı yokmuş, iskánı yokmuş ama bütün milletvekillerimiz orada tedavi görüyorlarmış. Bir başkadır benim memleketimin inşaat kaideleri...

Kimi genç kızlarımız saçlarına hürriyet tanımadıkları için tesettürle üniversite bitirmek serbestisi istiyorlar. Bir başkadır benim memleketimin bazı genç hatunları...

Oy uğruna, sadece istemeye ve almaya alıştırılmış bir insan kitlesine sahip olan ülkemizde, bir başkadır benim memleketimin halkı...

Hiç vergi vermeden hayatlarını geçiren ve ülkenin her türlü olanaklarından istifade ederek, hükümeti ve yanlış giden işleri her dakika tenkit eden bir tür insan grubuyla, bir başkadır benim memleketim...

Yurtdışında yaşayıp, yazın gelip güneşten ve güzelliklerden istifade ederken, memlekette ters giden olayları her dakika tenkit eden ve adeta yüksekten bakan Türk kökenlileriyle, bir başkadır benim memleketimin Beyaz Türkler'i.

Trafik kazası olmuş, adamcağız yerde yatıyor, ölmek üzere, bir muhabir haber yapacağım diye neler hissettiğini soruyor. Bir başkadır benim memleketimin medyası...

İntihal yapan profesörleriyle, üniversite kuran fikir adamlarıyla, bir başkadır benim memleketim...

Siyasileriyle, işadamlarıyla, idarecileriyle, mimarıyla, mühendisiyle, avukatlarıyla ve daha pek çok meslekleriyle, genciyle, yaşlısıyla,

Havasına, suyuna, taşına, toprağına,

Canım feda binbir yoluna,

Her köşesi cennettir, cennet gibi bir yerdir,

Bir başkadır benim memleketim.

İyi ki İsviçreli değilim.
Yazının Devamını Oku