13 Ocak 2002
Çok şükür aileme, sevdiklerime, memleketime ve İstanbul'a kavuştum. Kırkıncı evlenme sene-i devriyemizi uçakta ve bulutların üzerinde geçirmeye karar vererek 4 Ocak Cuma akşamı uçağa bindik, cumartesi öğleden sonra İstanbul'a vasıl olduk. Uçağa binmeden önce İstanbul'u esir alan kar fırtınası yüzünden eş-dost, telefonları yıkarak nasıl geleceğimizi sormaya başladılar. Türk Hava Yolları'ndan şaşmayan bir karı-koca olarak ‘‘Uçak bizi almaya gelebilirse, güzelce binip geleceğiz’’ dedik. Bu arada New York'ta masmavi bir sema, pırıl pırıl parlayan bir güneş ve insanı dirilten bir soğuk hava vardı. Düşündüm, bulutların üzerine çıkınca zaten bir sorun yok, İstanbul'a inince ise Allah kerim... Neyse ki İstanbul üzerine gelince hava açıktı, tecrübeli pilotlarımızın sayesinde güzel bir şekilde Atatürk Hava Limanı'na indik. Akabinde hava kapandı, gene kar yağmaya başladı. Velhasıl çok şanslıydık. Antalya'ya veya başka bir şehre mecburi iniş yapmadık.
Eve varır varmaz televizyonları açtık, her kanal kardan kıştan haberlerle dolu ve bütün medya valilere, belediye reislerine veryansın edip ağızlarına geleni söylüyorlar. Yok vali meteoroloji bilgisine rağmen okulları tatil etmemiş. Yok yolları temizleyen makineler yetersiz kalmış. Yok gereken önlemler alınamamış gibisinden pek çok suçlamada bulunuyorlardı. Bütün bu haberleri dinlerken Washington'da yaşadığım bir olayı hatırladım.
SANAT UĞRUNA
Kültür Bakanlığı yurtdışına açılmaya karar verdi. Tabii bu karar biraz da Washington, Smithsonian Enstitüsü'nün müzelerinden biri olan Freer Gallery'nin İslam Sanatı Uzmanı Esin Atıl'ın birkaç sene uğraşarak durmadan değişen kültür bakanlarını ikna etmek yolunda zorlamasıyla oldu sayılır. İlk yurtdışı sergisiydi ve kendisi gibi muhteşem olan bu serginin adı Kanuni Sultan Süleyman'dı. Nedeni ise, Osmanlı sanatı karakterini oluşturan nakkaşhanelerin kurulmasında öncü olan bu padişahımızın devrindeki şaheserleri göstermekti. 1987 senesinin hatırladığım kadarıyla 24 Ocak gecesi açılışa ve akabinde akşam yemeğine davetliydik.
Kardeşim Suna Kıraç'la birlikte açılışa gitmeye ve sergiyi ilk görenlerden biri olmaya karar verdik. Washington'a açılış günü vardık. Tavsiye üzerine George Town'daki Four Seasons Oteli'ne yerleştik. Sergiye ancak yetiştik. Sergi I.M. Pei adındaki meşhur Çinli mimarın yaptığı gene Smithsonian İnstitute'a ait National Gallery'deydi. Eserler bilinçli ve zevkle seçilmişti, padişahımızın lakabı gibi muhteşemdi. Kültür Bakanlığı bu izni vermekle akıllılık etmişti, zira Türkiye'mizi tanıtmanın en etkin yollarından biri sanatımızı teşhir etmekti. Bu arada bir bilgi daha: Smithsonian bir İngiliz'in adı olup hayatında Amerika'ya gitmemişti. İngilizlere, yani kendi devletine sinirlendiği için bütün parasını sanat yolunda kullanmak üzere Amerikalılara yollamıştı ve bu parayı iyi kullanan Amerikalılar muazzam bir enstitü kurarak bütün Washington'u müzelerle doldurmuşlardı.
Açılışa kimler davetliydi şimdi hatırlayamıyorum ama pek çok eşle, dostla konuştuğumuzu ve yeni kişilerle tanıştığımızı söyleyebilirim. Yemek muhteşemdi. Yemekten ziyade mekán çok hoştu, fakat sofraların düzenini anlatmadan geçemeyeceğim. Sous-plat denilen ana tabakların içinde Yıldız Porselen Fabrikası'nda yazdırılmış Kanuni Sultan Süleyman tuğralarını Ahmet Ertegün'ün zevkli hanımı Mika akıl etmiş ve yaptırmıştı. On altı kişilik yuvarlak sofraların üzeri ise irili ufaklı tek çiçekli pek çok vazoyla donatılmıştı ve içleri Osmanlı sanatında kullanılmış olan çiçeklerle dolu idi. Kışın ortasında ve sofranın göbeğinde bir bahar dalı ve etrafı lale, karanfil ve güllerle dolu vazoların arasındaki gene cam bardakların içinde yanan mumlarla son derece romantik ve hoş bir masa düzenlemesiydi. Güzel bir açılış ve geceydi, geldiğimize değmişti.
Sergi açılışlarında insan doya doya eserleri seyredemediği için daha iyi bakabilmek, öğrenebilmek ve hazmedebilmek için ertesi gün Suna ile tekrar müzeye gidelim ve sergiyi bir daha görelim dedik. Bir taksiye atlayarak galeriye gittik. Öğleden sonra idi ve hava soğuktu. Sergide iki saat kadar kaldık. Sergi alanlarında hiç penceresi bulunmayan müze binasının dışına bir çıktık ki kar fırtınası esiyor, korkunç bir kar yağışı başlamış. Dışarıda in-cin top oynuyor. Hava hafif kararmış, sokaklarda kimseler kalmamış. Eserlere daldığımızdan hiçbir şeyin farkına varmamıştık. Müze kapısında onbir kişiydi. Taksi bulmak ne haddimize, otostop bile yapmanın imkánı yoktu. National Gallery'de mahsur kalmıştık. Ne yapalım diye düşünürken bizim cin Suna derhal otele telefon ederek becerikli consierge'e durumu anlattı ve bize bir vasıta yollamasını rica etti. Nitekim bir müddet bekledikten sonra bizi almak üzere bir limo geldi ve müzede mahsur kalan biz on bir kişiyi, sardalya konservesi gibi üst üste istif etmek suretiyle, normalin çok üzerinde bir zamanla otelimize ulaştırdı.
İSTANBULA HAKSIZLIK
Washington'da üç gün mahsur kaldık ve üç gün boyunca yayan yürümenin dışında hiçbir şekilde hareket edemedik. Hiçbir dükkán veya lokanta açık değildi. Kimse işine gidememişti. Hayret etmiştim. Amerika'nın başkentinde nasıl olur da hayat dururdu? Sorduğum zaman ‘‘Beş senede bir olan bu kar fırtınaları ile bastıran kara kış için kar temizleme makinelerine ve bunları muhafaza etmek için büyük garajlara milyonlarca dolar yatıracağımıza beş senede bir işgücü kaybına razı oluyoruz’’ dediler ve ‘‘Biz bunun hesabını iyi yaptık’’ diye cevap verdiler. Birdenbire bu cevapları hatırlayıp medyaya ama aslında meteorolojiye rağmen sokaklara çıkan halkımıza şaştım. Tenkit ettiğim bir tek husus, zaten çok tatili olan ülkemizde okulların çok daha uzun tatil edilmesiydi.
Esasında ben karlarla kaplı İstanbul'u çok seviyorum, çünkü büyüleyici İstanbul'umuzun bütün çirkinliklerini ve pisliklerini kapatıyor. Güzel bir İstanbul'u bembeyaz karların altında seyretmenin tadı başka oluyor.
Yazının Devamını Oku