10 Mart 2002
Koçlardan veya Sabancılardan biri Titanic’e binse ne olurdu?<br>Cleveland'da ‘‘Titanic gemisinin parçaları sergileniyor, git gör’’ dediler. Sergi o kadar güzel hazırlanmıştı ki, ister istemez o deniz faciasını yaşıyorsunuz. Titanic battığında Türk milleti fakirdi ve bu gemiye göç etmek isteyen Ermeni vatandaşlar dışında pek Türk binmemişti. Şimdi olsaydı acaba kaç Türk ailesi bu facianın içinde olurdu diye düşündüm, tüylerim ürperdi. Mesela kendi ailemden veya Sabancı ailesinden birileri bu seyahate heves eder miydi?
Gene yolumuz hastaneler diyarı Cleveland'a düştü. Yine de bu sevimsiz şehirde yapacak pek çok şey buluyorum. Diğer bir hastaneler şehri olan Houston'la mukayese edildiğinde bu şehir size dolu dolu imkanlar tanıyor. Özel işlerimizin arasındaki boş vakitleri değerlendirip görgümü ve bilgimi artırmaya çalışıyorum. Bu sefer bu şehre ilk vardığımda ‘‘Aman, denizin dibinden Titanic gemisinin parçaları çıkartılmış ve sergileniyor, muhakkak git gör’’ dediler. Biz de ilk fırsatta 14 Nisan 1912'den beri denizin dibinde yatan bu gemiden neler çıkartılabildi acaba diye merakla sergiye gittik.
HANGİ YOLCU YAŞIYOR HANGİSİ YAŞAMIYOR
Sergi tam Amerikan pazarlamacı mantığı ile hazırlanmıştı. Tabiyatıyla çok derindeki bu gemi enkazından kalıntılar çıkarabilmek çok zordu. Yeni tekniklerle çıkartılan bazı paslı demir parçalarının pek çoğunu bugünkü taklitleriyle tamamlayarak sanki gemiyi geziyormuşcasına bir mizansen yaratılarak düzenlenmiş bir sergi idi. Bol fotoğraf kullanılarak desteklenmiş olan sergi o kadar güzel hazırlanmıştı ki ister istemez o günleri yaşıyor ve gemi hakkında malumat sahibi olup çıkıyordunuz.
Bir kere biletleri alırken size bir yolcu adı veriyorlar ve o yolcunun sağ kalıp kalmadığını araştırıyorsunuz. Benim yolcum ikinci sınıfa mensup Susan Weber olup sağ kalanlardandı ama hayatı boyunca erkek kardeşinin çığlıklarını duyduğu kabuslarla uyandığı yazılmıştı kataloglara. Serginin mizanseni birinci, ikinci ve üçüncü sınıfın tabak takımlarından örnekler, porselen el yıkama küvetleri, pirinç musluklar ve sabunluklar gibi geminin muhtelif köşelerinden bulunmuş eğri büğrü ve paslı parçalarla tamamlanmıştı. Genelde en sağlam kalmış obje olarak ufak tefek mücevherlerle bazı yolcu eşyaları da sergilenmekteydi. Çıkışta güzel bir hediyelik eşya satışı vardı. Birinci, ikinci ve üçüncü sınıfın tabak ve bardak takımları, Titanic armalı havlular, mücevherlerin taklitleri ve kitaplardan oluşan muhteşem bir pazarlama mantalitesi ile kurulmuş dükkanda yan yana seriliydi.
ERMENİ VATANDAŞLARIMIZ DA ORADA ÖLDÜ
Hepinizin bildiği gibi bu geminin batışı yirminci yüzyılın en büyük deniz facialarından biri sayılmaktaydı, kötü bir efsane gibi filmlere bile konu olmuştu. Gemi büyük iddialarla, hiç batmamak üzere tasarlanıp İngiltere'de imal edilmiş ve ilk çıktığı seferinde de hiç kimsenin aklının ucundan geçirmediği bir kaza ile batmıştı. Kuzey'deki büyük buzullardan kopan aysberg, serseri mayın gibi okyanusun ortalarına inerek Titanic gemisinin rotasının üzerinde seyretmiş ve süratli giden gemiye yandan çarparak alt sol kısmının boydan boya yırtılmasına ve su alarak batmasına sebep olmuştu.
Denizin dibini boylayan gemiye 10 Nisan 1912 itibariyle 2228 yolcu ve mürettebat ismi kaydedilmişti. 11 Nisan 1912'de yola çıkan efsanevi vapur 14 Nisan 1912'de batmaya başlayıp 15 Nisan 1912'de gözden kaybolmuştu. 1523 kişi kayıplara karışmıştı. Genelde çoğu erkeklerden oluşan yolcuların kimi donarak, kimi boğularak dünyayı terk etmişlerdi.
Yolcuların isimleri sınıflarına göre yazılıydı. Birinci sınıftakilerin çoğu lüks bir seyahat yapmak zevkini tatmak isterken, üçüncü sınıftakiler Amerika'ya göç etmek derdindeydiler. Yolcu listeleri arasında bazı Türk Ermeni vatandaşlarımızın da Türkiye'den göç etmek derdine düşüp büyük bir şanssızlıkla hayatlarını kaybettiklerini müşahade ettim.
O günlerde Türkiye karışıktır. Osmanlı yönetimi zayıflamıştır, pek çok savaş kaybedilmiştir, daha Cumhuriyet’in ilanına vakit vardır. Türk milleti fakirdir ve dolayısıyla bu gemide göç etmek isteyen Ermeni vatandaşlar dışında pek Türk yoktur. Bu gemi faciası bugün olsaydı acaba kaç Türk ailesi bu facianın içinde olurdu diye düşündüğümde tüylerim bayağı ürperdi. Mesela kendi ailemden veya Sabancı ailesinden birileri bu seyahate heves ederler miydi? Eminim nispeten refaha erişmiş olan Türkiye'mizden kimbilir kaç kişi böyle bir gemide bulunurdu? İyi ki o devirlerde Türkler'in böyle bir imkanı yoktu da böyle bir acıyı yaşamadık.
AŞK UĞRUNA O KOLYE DENİZE ATILIR MI?
1998 senesinde son teknolojiler ve bilgisayar numaraları kullanılarak geminin batışını uzun uzun anlatan bir film yapıldı ve neredeyse bütün Oscar'lara sahip olan bu filme bir de hayali aşk hikayesi giydirilerek bol bol reklam edildi. Ben teknolojiden hiç anlamam, dolayısıyla film bana fazla bir şey ifade etmedi, ama filmin kahramını Leonardo di Caprio yeğenim İpek dahil bütün genç kızların kalbini çalmıştı. Bu film üstüne üstlük benim sinirime bile dokundu, zira kadın kahramanlardan biri boynundaki güzelim safir kolyeyi denize fırlattı ve attı. Aşk uğruna o kolyeden vazgeçilir miydi sanki? Tabii bu film bugünkü gençlerin mantalitesi ile yapılsaydı ne o kolyeden vazgeçerlerdi ne de o büyük aşktan. Bugünkü insanların daha realist olduklarına hiç şüphem yok.
Realist dahi olsanız, o devirdeki bir facianın sergileniş biçimini ve anlatımını Amerikalılar güzel yapmışlardı. Bu millet bu işi iyi biliyor besbelli. Böylece güzel bir sergileme ve müzecilik derslerinden birini daha almış oldum.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2002
Genç kalmak istiyorsanız etrafınızda daima kendinizden daha genç bir insan grubunu tutmanız lazım. Ama bunun şartları oldukça ağır. Ne yapmanız gerektiğini bir okuyun, ondan sonra seçim sizin... Geçenlerde elime yaşlanmakla ilgili bir sayfalık bir yazı geçti. Bu yazıdan esinlenerek, aşağıda okuyacaklarınızı olgun ve dolgun arkadaşlarıma ve ablalarıma ithaf etmek istiyorum.
Genç kalmak, kalabilmek hepimizin arzusudur. Hakikaten genç kalmak istiyorsanız etrafınızda daima kendinizden daha genç bir insan grubunu tutmanız lazımdır. Bu zaruretin şartları ise oldukça ağırdır.
Olgunluğun verdiği bir dolgunluk da olsa giyiminize dikkat edip muntazam olacaksınız.
Sitem etmek yok, tenkit etmek yok, hele hele şikáyet etmek hiç yok. Yukarıda saydığım bu yoklarla dolu vasıfları unutmamanız şarttır.
Hiçbir zaman anlatacağınız hikáyeler geçmişe dair olmayacaktır. Daima güncel konuları konuşup, aktüaliteyi yakın takip edeceksiniz ve geçmişten bahsederken bile sanki güncel bir dedikodu yapıyormuşçasına hikáyeye başlayacaksınız.
Hele hele ileriye dönük programlara katılabilirseniz harika olacaktır.
MAKUL SEVİYEDE ŞEKER İNSAN
Bir kere her konuda ve her fırsatta fikir yürütme alışkanlığınızdan vazgeçeceksiniz. Herkesin işine burnunuzu sokup onları düzeltmeye çalışma huyunuzdan kendinizi arındıracaksınız. İnce düşünceli olacak, hislerinizle hareket etmeyeceksiniz. Gerektiği zaman yardımcı olup hükmeden kişiliğinizi ve tavrınızı bırakacaksınız.
Yaşınızın icabı, tecrübe ve bilgi sahibi olmuşsanız bile sakın ha kullanmaya kalkmayacaksınız, her ne kadar bütün bu bilgilere ve tecrübeye yazık olduğunu düşünseniz bile... Hele hele fikriniz sorulmadıkça konuşmayacaksınız ve hiç nasihat etmeyeceksiniz.
Olayların sonsuz detaylarına inmeden doğruca ana fikre ve ana noktaya parmak basmayı bileceksiniz. Lüzumsuz detaylar vakit alır ve acelesi olan gençleri sıkarlar.
‘‘Kırkından sonra ağrısız kalkarsanız kendinizi ölmüş bilin’’ derler ya, ağzınızı sıkıca mühürleyip bu ağrılardan hiç bahsetmeyeceksiniz ve onlarla dost olmayı bileceksiniz. Buna mukabil ağrıdan sızıdan şikáyet eden insanları dinlemek zarafetini ve sabrını göstereceksiniz.
Hafızanız gerilemektedir. Başkalarının, özellikle de gençlerin iddialarıyla çarpışmayacak ve yarışmayacaksınız. Arada sırada yanılabileceğinizi de kabul etmek nezaketini göstereceksiniz, yani hiç kimseyle iddialaşmayacaksınız. Makul seviyede şeker bir insan olup, sakın ola ki Pollyannacılık taslamayacaksınız. Bu özelliğiniz gençlere sıkıcı gelebilir.
İKRAM DEĞİL STİLİ ÖNEMLİ
Umulmadık yerlerde, umulmadık olaylara derhal uyum sağlayıp şok geçirmeyeceksiniz ve olaylara hoş tarafından bakmayı öğreneceksiniz. Ummadığınız insanların hoşluklarını görüp bunu kendilerine söylemek alçakgönüllülüğünü göstereceksiniz. Anlayacağınız: Hiçbir zaman tenkit etmek yok. Arkadaş olduğunuz gençlerin ilgilendiği olayları takip edip birlikte olduğunuz zaman münazaralarda ve münakaşalarda fikriniz sorulursa cevap verebileceksiniz.
Giyim kuşam, güzelleşmek ve estetik işleriyle ilgili konular şimdiki gençleri yakından ilgilendiriyor. Bu alanlarda tecrübe ve fikir sahibi olacaksınız. Gençleri sık sık evinize davet edeceksiniz. Ne ikram edeceğiniz önemli değil, ama bir ikram stiliniz olacak ki sizinle bulunmaktan ve sizin evinize gelmekten zevk alacaklar. Yanlarında getirdikleri kız veya erkek arkadaşları hoşunuza gitmese bile evinizin misafiri olmaları veya ortamınızda bulunmaları sizi rahatsız etmiyor gibi bir tavır takınma zarafetini göstereceksiniz.
ÖLMÜŞ EŞLERİNİZİ YALNIZ ANIN
Uykunuzu iyi alın ki, geceleri gençlerle bulunduğunuzda başınız uykusuzluktan önünüze düşmesin.
İçkiyi siz bırakmasanız dahi içki sizi bırakacaktır, dolayısıyla içkinizi kontrollü için. Kadının veya erkeğin sarhoşu hiç çekilmez ama, yaşlınınki daha da çekilmez olur. Güncel kitapları okuyun, moda şarkılara veya musikiye yakın olun, spor olaylarını, özellikle de futbolu yakından takip edin.
Çocuklarınız varsa evvela onlarla arkadaş olun ki, onların arkadaşları sizin yanınızda rahat etsinler ve sizinle de arkadaş olsunlar. Ölmüş eşlerinizi kendi kendinize anabilirsiniz, ama sık sık onlardan bahsedip gençlerin yaşam heyecanına sekte vurmayın. Yukarıda da söylediğim gibi, genç kalabilmek için etrafınızda gençleri tutmanız gerekmektedir. Gençleri etrafınızda tutabilmenin şartları ise çok ağırdır. Bu şartları gözönünde bulundurduktan sonra seçim sizlere aittir.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2002
Dokuz çocuk doğuran ve devletten yardım isteyen aileler gibi hiç çocuk doğurmamış bir aile olarak devletten büyük bir vergi indirimi isteme hakkını kendimde görmekteyim. Son zamanlarda televizyonlarımızdaki kurban kesmek vahşeti ve dehşeti tartışmaları arasında bayram en nihayet geldi, kurban kesen veya kesmeyen, herkesin kurban bayramını tebrik ederim.
Bu arada siyasete soyunan bir kişinin nüfus artışı üzerine sarfettiği cümleler üzerinde de pek çok yorum dinledik.
Türkiye'de şaibeli de olsa nüfus sayımı yapıldı. Nüfusumuzun batıda nisbeten azaldığı halde doğuda arttığı görüldü. Her zaman Türkiye'nin sorunları ile uğraşan rahmetli babam Vehbi Koç, Türkiye Aile Planlaması Vakfı'nın (TAP) kurucusudur. Nüfus artışı probleminin Türkiye bütçesinde nelere mal olduğu da her zaman aile efradı içinde konuşulan konulardan biri olmuştu. Hatta babam, bu vakfı kurduğu için o zamanki Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, Mısırlı Butros Butros Gali'nin elinden bir de ödül almıştı.
ERKEKLERE EĞİTİM
Arada sırada Türkiye'nin bu sorununu düşündüğüm zaman hep aklıma gelmiştir: Acaba Türk Kadınını Güçlendirme Vakfı yerine Türk Erkeğini Eğitme Vakfı kurulsaydı ne olurdu diye? İşte o zaman nüfus planlaması problemini kökünden halletmiş olurduk.
Kendimce çok benimsediğim harika bir Türk felsefesi vardır. ‘‘Eline, diline ve beline hakim olacaksın.’’ Ne kadar hoş ve doğru bir yaklaşımdır. İşte bizim çok gelişmemiş yörelerimizdeki erkekler, köy meydanındaki kahvede buluşurlar sonra da gidip evlerinde bellerine hakim olamazlar. Korunmaya aldırmayan erkeklerin korunmayı bilmeyen zavallı kadınları hep hamile kalırlar ve boyuna doğum yaparlar. Zavallı kadın vaktinden önce ihtiyar görünür. Her doğum kendisinden, sıhhatinden bir şeyler götürür. Bazen televizyonlara çıkan bu aileler ‘‘Dokuz çocuğumuz var, onlara bakamıyoruz, devlet bize yardım etsin’’ diye feryad ederler. Bu örnek zaten yarınını düşünmeyen, yarın ne olacağını göremeyen, sadece o anı yaşayan biz Türklerin mantalitesini de göstermektedir. Tabii bütün bunların altında eğitimsizlik ve töreler yatar. İnşallah bir gün hepimiz aynı oranda eğitim görürsek nüfusumuz da o oranda dengelenecek. Bu nüfus artışıyla hangi okullarda, hangi eğitim yaygınlaşabilecek ve bizler aynı oranda bu eğitimleri nasıl alabileceğiz onu da bilemiyorum. Devletimizin şimdiki parasal gücü ile hangi bir tarafa yetişeceği de belli değil.
Bazen düşünüyorum da acaba şehirlere yapılan göçler, şehir yaşamına alışma ve şu son çıkan ekonomik krizler insanları bu yönde daha dikkatli davranıp çocuk yapma konusunda daha düşünceli olmaya sevketmiş olabilir mi? Çünkü yaşam o kadar zorlaştı ki insanlar hayat mücadelesi ile boğuşmaktan daha bir yarına, daha bir ileriye bakmak mecburiyetinde kalmaktadırlar.
Hiçbir zaman güncelleştirilemeyen yasalarımızda bir zamanlar her çocuk için bir vergi muafiyeti vardı, bilmiyorum durum hala öyle midir? Varsa da bu enflasyonla herhalde bu vergiler çok cüz'i bir miktarlarda kalmıştır. Bence bu yasa hala mevcut ise hemen kaldırılmalıdır, belki de üç çocuktan fazlasına ağır bir vergi konulmalıdır. Devleti idare edenler isteseler bu nüfus artışı problemi derhal hallolur, pek çok ve basit yöntemleri vardır. Askerlikte bu yönde pekala çok güzel eğitim verilebilir.
Bağnaz Hindu dini yüzünden, Hindistan, nüfusunu katiyen kontrol altına alamıyor. Son zamanlarda ekonomisi oldukça düzelen Hindistan'da fakirlik hala kol geziyor.
Gene nüfusu milyarlara ulaşan Çin'de yaşadığım ve bana göre şirin olan bir olayı burada anlatmadan geçemeyeceğim. Beijing, Xian ve Şanghay şehirlerini dolaştıktan sonra geç vakit Canton'a geldik ve odalarımıza çekilip yattık. Ertesi sabah otelin kahvaltı salonuna indiğimde etrafıma bakındım ve bana çok garip gelen bir manzara ile karşılaştım . Her masada Amerikalı görünümlü genç birer kadın, kucaklarında bir yaşında bile olmayan birer Çinli çocukla kahvaltı etmeye çalışıyorlardı. Dikkatimi çeken bu vaziyet karşısında hemen araştırıp, soruşturdum. Çocuk sahibi olamayan bu hanımlara Çin hükümeti sadece kız çocuklarını almak üzere evlat edinme müsaadesi vermiş. Her türlü muamele resmi olarak yapılmış ve kendi ülkelerinde evlat edinecek çocuk bulamayan beyaz ırktan bu hanımlar Çinli çocuk sahibi olmuşlar. Çocukları bir görmeniz lazımdı, herbiri birer lokumdu, hangi birini okşayacağımı, seveceğimi şaşırmıştım. İşte akıllı Çin hükümeti bir nüfus planlaması problemini halletmişti. Satan memnun alan memnundu.
Çocukları çok sevdiğim halde benim çocuğum yoktur. İyi ki de yoktur, olsaydı, ona nasıl bir Türkiye bırakacağımı acı acı düşünecektim. Çocuğumun potansiyeli olup ekonomisi düzelemeyen bir ülkede, haksızlığın prim yaptığı bir ülkede, demokrasisi belli olmayan bir ülkede, siyaseti karışık bir ülkede, radikallerin öne çıktığı bir ülkede yaşamasını hiç istemezdim.
Genede dokuz çocuk doğuran ve devletten yardım isteyen aileler gibi hiç çocuk doğurmamış bir aile olarak ve benim gibi hiç çocuğu olmayan pek çok akrabam ve arkadaşlarım adına devletten nüfus artışına katkıda bulunduğumdan dolayı büyük bir vergi indirimi isteme hakkını kendimde görmekteyim. Çünkü her doğan çocuk vergi verenlerin vergisinin yerinde kullanılmasına mani oluyor. Şimdi gelin de nüfusumuzun artmasını isteyen siyasetçilerimizi anlamaya çalışın ve hükümetlerin niye bütçe açığı verdiklerini hesaplayın.
Çin, Batılı kadınlara sadece kız çocuklarını almak üzere evlat edinme müsaadesi vermiş. Beyaz ırktan bu hanımlar Çinli çocuk sahibi olmuşlar. Akıllı Çin hükümeti bir nüfus problemini böyle halletmiş.
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2002
Konuşmak bir sanattır. Terbiye sınırını aşmadan konuşabilmek ve konuştuğunu karşısındakine dinletebilmek bence çok az insanın becerebildiği bir sanattır. Muhavereyi devam ettirebilmek için muhataba ‘‘evet’’le ve ‘‘hayır’’la cevap veremeyeceği sualleri sormak da bir sanattır.
Bu konu üzerine beni yazı yazmaya sevk edenler, sağ olsunlar televizyon kanalları oldu. Biz Türkler ‘‘konuşan Türkiye’’ diye konuşma özgürlüğümüzü elde ettik ama bir türlü konuşma adabını öğrenemedik. Nasıl ki bizlere demokrasi öğretilmeden verilmeye başlandı ise ve bir türlü demokrasiyi öğrenemedikse, aynen onun gibi boyuna konuşuyoruz ama adabını bir türlü öğrenemedik.
Konuşmak hakikaten bir sanattır. Dinlemeyi bilmek de başka bir sanattır. Bizler konuşmayı bilmediğimiz gibi dinlemeyi de hiç öğrenemiyoruz. Cahiller, nasıl ağızları ile karşıt bir fikri savunamadıkları zaman kaba kuvvete başvuruyorlarsa, biraz mürekkep yalamışlar da karşısındakinin savunmasını dinlemeden sadece avazları çıktığı kadar fikirlerini bağırmaktadırlar. Artık buna bağırmak mı yoksa böğürmek mi dersiniz bilemem, ama karşılıklı fikir alışverişi diye bir olgunun olmadığı kanaatindeyim.
Ratingi çok televizyon kanallarındaki açıkoturumları seyretmeye çalışıyorum. Fikirlerine başvurulan bazı kişileri dinleyip, bir şeyler öğrenebilir miyim diye çaba sarfediyorum. Ama bir nokta geliyor ki herkes bir arada karşılıklı fikirlerini bağıra bağıra savunmaya başlıyorlar. Ne diyorlar diye dinlemeye çalıştığınızda anlamanıza katiyen imkán olmuyor. Başınız şişiyor. Yoruluyorsunuz. Bu oturumları yöneten medyatörler de bu anlamsız kavgadan dolayı rating aldıklarını zannederek ağızlarını kulaklarına kadar vardırıyorlar. Bazen bu memnuniyet uzun sürmüyor zira ipin ucu kaçınca duruma hakim olamadıklarını görüp sinirleniyorlar. Bu oturumlarda kimse kimsenin fikrine hürmet etmiyor, sadece kendi fikirlerinin doğru olduğunu zannediyorlar ve karşısındakinin lafını bitirmesine izin vermiyorlar. Her ne kadar arada sırada kibar adamlar çıkmakta ve konuşma sıralarını beklemek nezaketini göstermekte iseler de bu sefer de bu kibar adamların bir türlü sırası gelemiyor. Sabırla sırasını bekleyenler tam konuşmaya başlayacağı esnada araya girip o kibar adamların da sırasına ve fikirlerini belirtmesine hürmet göstermiyorlar. Hele hele bu saygısızlığı bazı profesörlerimiz yaptığı zaman deli oluyorum. Sadece tek taraflı bağırmakla üstünlük elde ettiklerini sanıyorlar. Biz nasıl demokrat olacağız, bilemiyorum. Üstelik bu konuşmacılar bazen de terbiye sınırlarını aşıp gayet kaba olabiliyorlar. Hele hele sual soranları dinlediğimde daha da deli oluyorum zira sual sormuyorlar ve kendilerince doğru olduğunu zannettikleri yorumlarını sergiliyorlar.
Bazen bu açık oturumlara güzel hanımları çıkartıyorlar. Hanımlara bakıyorsunuz, hepsi bir içim su. Giyimleri, kuşamları fevkalade, endamları içinde son moda, ama allah vermesin, ağızlarını bir açıyorlar ve kavga eder gibi konuşmaya bir başlıyorlar, bütün o güzellikleri ve şıklıkları bir anda sıfırlanıyor. Biz konuşan Türkler kibar kibar ve şirin şirin konuşmayı ne zaman öğreneceğiz bilemiyorum.
Hele bazı oturumları yöneten bazı medyatörler var ki onlar da sual soruyorlar ve karşısındakinin cevap vermesine, konuyu anlatmasına fırsat vermeden kendileri cevapları sıralayarak ne kadar çok bildiklerini göstermeye uğraşıyorlar. Boyuna konuşmacının laflarının arasına girerek, muhataplarının cevaplamasına fırsat vermiyorlar. Yabancı kanalları dinlediğimde ise, bu tür konuşma şekillerine hiç rastlamıyorum.
En güzel konuşanlarımız olan siyasilerimiz ise bol bol laf edip hiçbir şey söylemiyorlar. Çok konuşup, uzun uzun konuşup hiçbir şey söylememek! Bence hakikaten bu da büyük bir sanattır.
Yemeklerde yanınıza bir bey oturur, esasında bu beyler hanım olarak sizi oyalamak veya sizinle meşgul olmakla mükelleftirler ama bu yönde hiçbir gayret sarfetmezler. Çünkü ya kıskanç olan karılarından korkarlar veya size edecek bir lafları yoktur. Sizi sözleriyle oyalamak ve güzel vakit geçirtmek sanatını bilmezler.
Bazı kişiler ise konuşmayı çok uzatırlar, lüzumsuz ayrıntılara girerek dinleyicinin sabrını suistimal ederler. O kadar ki, bir hikáyeye başlarlar ve öyle ayrıntılara girerler ki hikáyenin başını unutup bambaşka bir lafla şayet sonuca ulaşabilirlerse ulaşırlar. Dolayısıyla kimse bu tiplerin etrafında bulunmak, onları dinlemek istemez.
Konuşmak yukarıda da belirttiğim gibi bir sanattır. Bizde, samimiyet ve laubalilik arasındaki ayırımı yapamayan çok kimse vardır. Terbiye sınırını aşmadan konuşabilmek ve konuştuğunu karşısındakine dinletebilmek bence çok az insanın becerebildiği bir sanattır. Muhavereyi devam ettirebilmek için muhataba ‘‘evet’’le ve ‘‘hayır’’la cevap veremeyeceği sualleri sormak da bir sanattır. Açık sözlü, samimi olmak, konuşurken karşınızdakine güven vermek de konuşmanın en önemli unsurlarından biridir. Anlaşılabilir olmak çok hoştur. Yalan söylememek veya dolambaçlı yollara sapmamak da şarttır.
İnsan hali, tatsız bir pot kırabilirsiniz. Potunuzu düzeltmeye çalışmayın, daha beter bataklığa gömülürsünüz, daha çok pot kırmak tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Potunuzu açık açık özür dileyerek düzeltebilirsiniz.
Biz Türklerde konuşurken her nedense iki kelimeyi çok az kullanırız, ‘‘Teşekkür ederim’’ ve ‘‘Lütfen.’’
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2002
Dişilik ve kadınlık nosyonlarım kuvvetli olduğu için takıp takıştırmaya bayılırım. Mağara devrinde yaşasaydım herhalde bol bol hayvan tırnağı ve kemiği takıp takıştırırdım. Rahmetli annem hep küpesiyle yatıp kalkardı. O kadar ki kulağının biri yırtıktı. Anneme bir gün sordum, ‘‘Niye hep küpe takıyorsun?’’ diye, ‘‘Şeytana sormuşlar karın niye çirkin diye, o da küpesi yok da onun için cevabını vermiş’’ dedi.
Annem, ‘‘Müslümanlıkta sürme çekmek, küpe takmak sevaptır’’ derdi. Artık doğru muydu, değil miydi çok araştırmadım ama o gün bugündür ben de küpe takmadan dolaşmam. Ayrıca özel merakım da vardır. Bütün kuyumcu dükkánlarının vitrinlerine bakarım. Nerede bir mücevher sergisi olduğunu duysam muhakkak vakit ayırıp giderim. Eşimin, dostumun takıları hep dikkatimi çeker, işin hoş tarafı kocam da meraklıdır. O da benimle sergilere gelip merakla bakar. Bu, herhalde pek az paylaştığımız zevklerden biridir.
Benim için asırlar boyunca en güzel model yaratan ve sanatın zirvesine ulaşan üç mücevherci vardır. Bunların arasında Rene Lalique, Cartier ve Bulgari takı sanatının dahileridir. Rene Lalique Art Nouveau devrinde, hemen arkasından gelen Art Deco'da da Cartier ve bence son zamanlarda modellerde aşama ve yenilik yapan da Bulgari olmuştur.
Rene Lalique'i, hepimiz cam eşyasından dolayı tanırız ama esasında mücevhercidir. Çok küçük yaşında bir mücevhercinin yanında çırak olarak başlayan Rene Lalique, daha sonraları çizim kabiliyeti kuvvetli olduğundan resim dersleri alarak 1895'ten 1910'lara kadar Paris'in meşhur kuyumcularına mücevher desenleri çizmeye başlar ve modelleri Paris sergilerinde hep birincilik alır. Sonra işi kapanan bir mücevhercinin dükkánını satın alarak kendi imzasıyla harikalar yaratır. Japon sanatından ve tabiattan esinlenerek, gününün modasına da uyarak şaheserler meydana getirir. Bugün en güzel Lalique mücevherlerini, Lizbon'daki ‘‘Bay yüzde beş’’ adıyla anılan Calouste Sarkis Gulbenkian'ın müzesinde görmek mümkündür. Harika bir koleksiyondur. Bir zamanlar müzesini Türkiye'de kurmayı teklif eden Gulbenkian'ın vakıf kurma şartını gözardı eden Türk Hükümeti bu fırsatı kaçırmıştır.
Benim için ikinci büyük mücevher sanatı gene Fransa'nın Louis-François Cartier ailesi tarafından başlatılan müessesede yaratılmıştır. 20. yüzyıl başlarında sanayi devrimini yaşayan Avrupa'da ve dünyada zenginlik artmıştır. Kolonilerden gelen servet Avrupa krallarını ve aristokrasisini oldukça zenginleştirdiği için hemen hemen bütün dünya saraylarına ve aristokratlarına hizmet eden Cartier'nin her devrinin zevkli birer sanat şaheseri olduğu kesindir. Ama ben daha ziyade 1920'lerde Art Deco modasının çıktığı ve yayıldığı devrede yaratılan mücevherlere bayılırım. Art Deco modasında geometrik desen elemanları modellere hakim olmaktadır. Bununla beraber yine bu devrede Cartier müessesesi tarafından yaratılan sepetler içindeki çiçekli veya meyveli broşlar da benim favorimdir.
Gene benim gözlemlerime göre üçüncü aşama Bulgari ailesi tarafından yaratılmıştır. Gümüş eşya satan Georgis Bulgaris, Balkan harbinden bunalır ve 1877'de Yunanistan'ın kuzeyinden evvela Corfu'ya oradan da İtalya'ya geçer ve işe Roma'daki küçücük dükkánında gümüş eşya satmakla başlar. Vitrini her türlü gümüş tepsiler, kemerler, kupalar ve takılarla doludur. Derken ufak ufak altın eşyalar da yapmaya başlayan Georgis'in iki oğlu olur, birine kuyumculuğu, ötekine gümüş işini devreder. Ama Bulgari'yi dünyaya asıl tanıtan, torunu Nicola Bulgari'nin yaratısı olan eski ve antik madeni paraları altın çerçeveler içine alıp kalın zincirlerle asılan kolyeleriyle olmuştur. Gemme Nummarie adı verilen bu modeller o kadar tutunur ki, Bulgari dünyaca tanınmaya ve yayılmaya başlar. Nicola Bulgari'nin vaftiz babası, ona her doğum gününde ve her vesileyle kıymetli ve antik çağlara ait madeni paralar hediye etmektedir. Bir gün bu paralarla oynarken bu modeli yaratmak aklına gelir. İlk çıktığı anda tutunan ve dünyaya yayılan bu model artık o kadar çok taklit edilir ki, bazı ukalalara göre Bulgari, Bulgari olmaktan çıkar ve ‘‘vulgari’’ (bayağı) olur. 1960'larda yaratılan bu modelin en önemli tarafı süratlenen dünyada, çalışmaya başlayan ve bu zincirleri takınan kadını hem şık, hem de sade kılmasıdır. İşte bu yüzden Coco Chanel de, Haute Couture'den ‘‘pret-a-porter’’ye geçebildiği ve çalışan kadına göre şık ve zarif kıyafet yaratabildiği için moda dünyasınca çok önemsenmektedir.
Bence bu yukarıda saydığım isimler mücevher sanatının resim sanatındaki empresyonistleri, kübistleri gibi yeni akımlarını yaratan sanatkárlar gibidirler.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2002
Dedikodunun yapılmadığı hiçbir yer tanımıyorum, sadece kendi güzellikleri ile meşgul olan kadınlar hariç. En tatlı dedikodular gazeteciler arasında yapılanlardır. İkinci sırayı siyasi dedikodular alır. En sert dedikoduları üniversite çevrelerinde dinledim. Dedikodunun her türlüsünden hoşlanırım. ‘‘Hayır hoşlanmıyorum’’ diyene, sakın ola ki inanmayın!
Doğrusunu isterseniz, hayatın en tatlı iki unsurundan biri çikolatadır, öbürü ise dedikodu. Ben ikisine de bayılırım ve her ne kadar inkár etseler bile bayılmayan kimseye de rastlamadım.
Sosyetede dedikoduya iki isim verilmiş vaziyettedir. Hangi isim galip gelecektir bilemem ama sosyete bu konuda ikiye ayrılmıştır. Kimisi bu işe ‘‘biyografi’’ diyor, kimisi ise ‘‘karakter analizi’’ adını takmış. Bendeniz ‘‘analiz’’ grubuna dahilimdir.
Dedikodu nedir, ne değildir? Bence dedikodu bir olayı veya bir duyumu yorumlamaktır. Hani televizyonlarda bol bol yapılıyor ya, işte ondandır. Aslında doğru ortamda doğru insanlar arasında bir olayın veya bir duyumun yorumlanmasına ben ‘‘dedikodu’’ diyorum. Bu, hoş bir toplulukta veya hoş bir ortamda iyi bir sohbet imkánı verir. Biyografilerin ortaya serilip olayın veya karakterin analizinin yapılmasına ‘‘dedikodu’’ diyorum ben.
Dedikodu yapmayan kişiler egoist ve sadece kendileri ile meşgul olan kimselerdir. Bu kişiler yalnız kendilerinden bahsederler ve bazen de lüzumsuz ve kimsenin ilgisini çekmeyen laflar ederler. Dedikodu her türlü sosyal ortamda vardır. Cahil ve tutucu ortamlarda yapılan dedikodular tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Ama mürekkep yalamış ortamlardaki dedikoduların keyfine doyum olmaz. Bunların içinde gevezelik, çekememezlik, kıskançlık ve nispet yapmanın kokuları olduğundan, analizleri de çok keyifli olmaktadır.
Ben her türlü ortamda bulunduğumdan, dedikodunun yapılmadığı hiçbir yer tanımıyorum, sadece kendi güzellikleri ile meşgul olan kadınlar hariç. En tatlı dedikodular gazeteciler arasında yapılanlardır. İkinci sırayı siyasi dedikodular alır. Hele hele hastane ortamı dedikodularına doyum olmaz. Ama en sert dedikoduları üniversite çevrelerinde dinledim. Antikacıların ve sanat tarihçilerinin dedikodusu beni çok eğlendirir, ekonomik dedikodular ise çok ilgilendirir. Akraba dedikoduları küçük bir ortamda kalmakla birlikte, konuşulan kişi yakınınız olduğu için tatlı veya acıdır. Anlayacağınız, dedikodunun her türlüsünden hoşlanırım. ‘‘Hayır hoşlanmıyorum’’ diyene, sakın ola ki inanmayın!
Bunlar, dedikodunun ‘‘beyaz’’ olanlarıdır ama bir de dedikodunun tehlikeli olan tarafları vardır: Bir kişinin ağzından duyduğunuz bazı yorumları, yorumlanan kişiye taşımak... Bu yorumlar iyi ise gevezeliktir ama kötü ise nifak sokmaktır.
İşin kötü tarafı, birbirlerinin aleyhinde konuşulanları o kişilere taşıdığınızda, bir daha birbirlerinin suratına bakmazlar zannedersiniz ama yanılırsınız ve görürsünüz ki onlar gene birbirleriyle halvet olmuşlar ve arada siz kötü kişi olarak kalmışsınız. Böyle örnekleri çok görmüşümdür. Laf taşıyanları mesaj yollamak için kullananlar da bulunur. Ama çok iyi bildiğim bir şey vardır ki hiçbir sır, yorum veya laf dört duvar arasında kalmamaktadır. Bazen insanlar ufacıcık bir olayı ballandırılarak anlatırlar, bazen de bir bakarsınız, ilginç bir olayı kimse umursamaz, sözünü bile etmezler.
Kulak gazetesi enteresandır. Gençliğimizde, bir keresinde denemek ve işletmek için olmayacak birisi için bir hikáye uydurduk, sonra bu haber dönüp dolaşıp bizlere çok büyük bir sır gibi anlatıldı. Bir haberin nasıl çabuk ve geniş yayılabileceğini böyle tespit etmiştik.
Bazı insanlara dedikodu sormanıza gerek yoktur, makara gibi sıralarlar. Bazıları ise dedikodu olur korkusuyla normal konuşamazlar. Kimileri ilgiyi çekebilmek için devamlı dedikodu yaparlar, kimileri ise ‘‘Şakayla karışık Sadri Alışık’’ diyeceğim ama, en yakın arkadaşlarını bile harcarlar. Bazıları ise orijinallik uğruna marjinal davranırlar. Dedikodu da en çok bunlar için yapılır.
Kocam der ki:
‘‘Devamlı kendinden bahseden boşboğazdır, mütemadiyen başkaları hakkında konuşan gevezedir ama sürekli sizden bahseden insan hoşsohbettir.’’
İkinci bir vecizesi ise, ‘‘Kimseye derdini söyleme, dostunsa vah vah, düşmanınsa oh oh der’’ diye arada sırada bana nasihat eder.
Ama işin en kötü olan tarafı, sizden hiç bahsedilmemesidir; bahsiniz geçiyorsa hálá yaşıyorsunuz demektir.
Bana göre dedikodunun her türlüsü tatlıdır.
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2002
Bu, Kültür Bakanlığı'nın yaptığı ikinci müdahale ve müsaderedir. Birinci olay, Türk Eğitim Vakfı ve Mehmetçik Vakfı'na ait Zeki Müren'in sahne kostümleriydi. Yine Antik A.Ş.'de teşhire çıktılar, kataloglar basıldı ve yine Kültür Bakanlığı son anda müdahale ve müsadere etti.
Hangi kelimeyi kullansam diye düşünüyorum. Acaba ‘‘gasp’’ mı desem, ‘‘müsadere’’ mi yoksa ‘‘el koymak’’ mı desem, karar veremedim.
Neden bahsettiğimi herhalde anladınız. Son zamanlarda Antik A.Ş.'nin hazırladığı müzayede ile BDDK'ya (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) ait İktisat Bankası koleksiyonu satılmak üzereyken Kültür Bakanlığı'nın ortaya çıkarak müdahale etmesiyle yaşanan ve yaşadığım bir şoktur. Bu müdahalenin ne anlama geldiğine bir türlü anlam veremediğim ve aslında aklım almadığı için biraz soruşturmaya başladım. Bu, esasında Kültür Bakanlığı'nın yaptığı ikinci müdahale ve müsaderedir. Birincisi çok kimseyi ilgilendirmediği için fazla yankı yapmadı ve kamuoyunda dikkat çekmedi.
Birinci olay, TEV'e (Türk Eğitim Vakfı) ve Mehmetçik Vakfı'na ait Zeki Müren'in sahne kostümleriydi. Yine Antik A.Ş.'de teşhire çıktılar, kataloglar basıldı ve yine Kültür Bakanlığı son anda müdahale ve müsadere etti. Bakanlığın Antik A.Ş.'den bir alıp veremediği var galiba. Vakıflara para verildi mi, verilmedi mi bilmiyorum ama parası verilmediyse kaç adet çocuğu eğitimden mahrum ettiler, bunun da hesabını yapmak lazım. Öğrendiğime göre tepkisiz toplum birden tepkili toplum haline dönüştüğü için, güya tepki göstererek Kültür Bakanı'nı etkilediler ve gaza gelen Kültür Bakanlığı derhal müdahale ve müsadere etti. Duyduğuma göre, Zeki Müren'i anma merasimlerinde hiçbir zaman gözükmeyen tipler bu tepkiye ve etkiye sahip olmuşlardı. Şimdi bu kostümler tepki gösterenlerden biri tarafından tamir edilerek Zeki Müren'in Bodrum'daki evinde teşhire sunulmuş. Ben daha görmedim. İlk fırsatta göreceğim ve nasıl teşhir ve muhafaza edildiklerini de merak ediyorum. Zira ben de bir müze sahibiyim ve kostüm teşhirinin ne demek olduğunu bilen bir kişi olarak bu teşhirin bayağı merakındayım. Çünkü kumaş ve kumaştan yapılmış eşyalar teşhiri en zor eser türüne girerler. Kumaş, ışıktan ve tozdan en fazla etkilenen malzemedir. Hele hele Zeki Müren'in boncuklarla işlenmiş olan kostümleri asmaya ve mankenler üzerinde uzun müddet tutmaya gelmez, zira kumaş boncukların ağırlığından aşağı çeker ve akar. İnşallah bu bilgilere haiz uzmanların elinde bulunmaktadır bu kostümler, zira Türkiye'de sahneye şatafatlı kostümlerle ilk çıkan sanatkára ait olmaları bakımından önemlidirler.
Gelelim ikinci olaya, yani müsadere mi, gasp mı yoksa el koymak mı, ne diyeceğimi bilemediğim İktisat Bankası'nın resim koleksiyonuna... Resim konusu herkesi ilgilendirdiği için bu iş çok ses getirdi. Kimin malı kimin cebine girdi, bir kere bunu çözemedim. BDDK'dan hiç ses çıkmaması da beni şaşırttı. Bankanın borcunu gene bizim vergilerimizle kapatacak olan BDDK nasıl olur da ses çıkaramaz, anlamadım. Bu iş, bana kanuna ve insan haklarına da aykırı gibi geldi. Ben ölünce evimdeki resimleri mirasçılarım satışa çıkarırlarsa Kültür Bakanlığı onlara da mı el koyacak acaba? Artık vasiyatnamemi bu gibi tehlikeleri gözönünde bulundurarak düzenlemem gerekecek. Bu müzayededen almayı düşündüğüm tek bir resim yoktu. Ama gene de müzayedeye gidip kimlerin resim alacağını, fiyatların nerelere kadar uzanacağını görmek istiyordum. Kulağıma gelen dedikodulara göre galeri sahipleri resimlerin ucuza gideceğini hesapladıkları için yeni yeni aşka gelip tepkili bir millet olarak Kültür Bakanı'nı etkileyerek müzayedenin durdurulmasını istemişler. Ben bu dedikoduya çok kulak asmadım, zira bence resimlerin müzayedeye çıkış fiyatları zaten yüksekti. ‘‘Bu müzayede yapılacak diye galeri sahipleri son zamanlarda hiç resim satamadıkları için birleşmişler’’ dendi ama ben bunu da makul bir sebep olarak görmüyorum ve geri planda nelerin döndüğünü bilmiyorum.
Şimdi gelelim koleksiyonun kendisine... İçerisinde birkaç yabancı ressamın dışında enternasyonal kataloglara geçmiş tek isim Osman Hamdi Bey'dir. Bence Osman Hamdi Bey'in en güzel tablolarından biridir. ‘‘Kaplumbağa Terbiyecisi.’’ Dostlarım bilirler, benim kaplumbağalara da ayrı bir merakım vardır. Onun için bu resmi çok seviyordum. Diğer resimler arasında enternasyonal olarak Burhan Doğançay imzalı hakikaten güzel bir örnek vardı. Fahrelnisa Zeyd'ler de, Nurullah Berk'in iki tablosu da çok hoştu. Sabri Berkel imzalı birkaç tablo da gözüme çarptı. Daha imzalarını şimdi sayamayacağım diğer tablolar da bizde olmayan modern resim müzesine girecek değerdeydiler. Esasında buradaki ressamlarımızın pek çoğu halen hayatta bulunuyorlar. Kültür Bakanlığı doğru dürüst bir resim müzesi kursa, yaşayan ressamlarımız bayıla bayıla bu müzenin zenginleşmesine katkıda bulunurlar. Ama gelgelelim İstanbul'da Kültür Bakanlığı'na ait doğru dürüst bir resim müzesinin olmayışı ne kadar acı. Bakanlık madem ki böyle bir güce sahip bulunuyor, o halde ne diye Feshane'yi alıp da bir resim müzesi kurmuyor ve Feshane'nin kurtulmasına yardımcı olmuyor, anlayamıyorum. Bu işin doğrusu, müzayedenin yapılmasıdır. Kültür Bakanlığı müzayedeye katılır ama artırmaz ve ilgilendiği resimlere en sonunda Turgay Artam'ın ‘‘Sattım’’ dediği fiyattan elini kaldırarak, parasını ödeyerek sahip olur. Buna, bütün dünyada olduğu gibi Kültür Bakanlığı'nın hakkı vardır. Neyse, yakında Avrupa Topluluğu'na gireceğiz ve Kültür Bakanlığı artık yukarıda sözünü ettiğim ‘‘gasp’’, ‘‘müsadere’’ ve ‘‘el koyma’’ yetkilerinden hiçbirine sahip olamayacak.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2002
Benim çocukluğumda boşanmış bir hanım cemiyette kabul görmezdi. Bu Avrupa cemiyetlerinde de böyleydi. İngiltere Kralı Sekizinci Edward boşanmış bir hanıma aşık olduğu için tahtından feragat etmek mecburiyetinde bırakılmıştı. İngiltere kraliyet ailesinde yakın tarihte büyük bir mücadele neticesinde ilk boşanan kişi de, Prenses Margareth'tir. Boşanmak, gerek Batı'da gerekse ülkemizde böyle bir tabuyken bu devirde çocuk oyuncağı oldu.
Son günlerde hangi dost meclisine girersem gireyim, kulağıma mütemadiyen ayrılma ve boşanma haberleri fısıldanıyor. Boşanma üzerine ahkám kesmeye başlamadan önce, kendimce evliliğin tarifini yapmam gerekir diye düşünüyorum, ki buna hak kazandığımı da zannediyorum, zira evlilikte kırk seneyi büyük bir muvaffakiyetle bitirip kırk birinci seneye girmiş bulunuyorum.
Esasında evlilik, insan hayatında kurulmuş olan en zor ortaklıklardan biridir. İnsan ailesiyle bile zaman zaman sürtüşürken değişik dünyalardan gelen iki değişik cinsiyetin bir araya gelerek hayatlarının en mahrem noktalarını paylaşmalarının yanında, el ele vererek hayat merdivenlerinde beraberce yukarıya tırmanmaları bu ortaklığın bir yönüdür. Öbür yönü ve bence en önemlisi ise birlikte ortaya getirdikleri bir varlığı mücevher gibi işleyip cemiyete yararlı, kendi ayakları üzerinde duran bir insan yaratmaktır.
Hatırlıyorum, benim çocukluğumda boşanmış bir hanım cemiyette kabul görmezdi. Bu sadece Türkiye'de değil, Avrupa cemiyetlerinde de böyleydi.
Unutmayalım ki İngiltere Kralı Sekizinci Edward boşanmış bir hanıma aşık olduğu için tahtından feragat etmek mecburiyetinde bırakılmıştı. İngiltere kraliyet aliesinde yakın tarihimizde büyük bir mücadele neticesinde ilk boşanan kişi de, Prenses Margareth'tir. Boşanmak, gerek Batı'da gerekse ülkemizde böyle bir tabu iken bu devirde çocuk oyuncağı gibi bir şey oldu.
Bunun sebeplerini araştırdığımda, karşıma genç kadınların ve erkeklerin ekonomik özgürlüğü, sorumsuzluğu, fedakárlıktan kaçınmaları ve şımarıklıkları çıkıyor.
Çabuk verilen evlilik kararları hüsranla neticelenerek çabuk boşanmalara sebebiyet veriyor. Bir kere, insan mutlaka kendi görgü seviyesindeki bir insanla evlenmelidir. Unutmayalım ki evlilikler her ne kadar iki kişinin arasında olurlarsa olsunlar, aileler de birbiriyle evlenmektedir. Her iki tarafın aile düzenlerinin ve görgü seviyelerinin birbirine uyması şarttır. Aksi takdirde evlenen çiftler arasında da huzursuzluklar çıkar.
Bizim yaşıtlarımız arasında artık bu tür sorunlar geride kaldı, ama bizden sonraki nesillere baktığımızda epey kopmalar sözkonusu oluyor.
Yakınlarımın kızlarına veya oğullarına niye boşanmak istediklerini sorduğumda çok sudan sebeplerle karşıma çıkıyorlar. ‘‘Peki, çocuklarınız ne olacak?’’ diye sorulan bir suali ise ‘‘Çocuklar gayet sakin karşıladılar’’ şeklinde sanki herhangi bir konudan bahsediliyormuş gibi cevaplıyorlar.
Bir kere evlilik, fedakárlığı önceden kabullenmektir. Bir sevgi alışverişini dengeli kurmaktır. Aşk ve seks geçicidir. Beraber gülebilmek ve paylaşabilmek, evliliğin en sağlam güvencesidir.
İki çift birbirinden hoşlandı, aileler münasip buldu ve evlendiler diyelim. Bu birlikteliklerde bir müddet sonra aşk bitiyor, seks monotonlaşıyor, çocuk sahibi olmak heyecanı da geçiyor ve düzen yerinde ise hiçbir merakı da olmayan kadınlar ve adamlar başka heyecanların peşine düşüyorlar. Hele hele kadının eli yüzü biraz düzgünse bu heyecanlar başka yerlerde de aranmaya başlıyor.
Boşanma sebepleri genelde ya üçüncü bir kişinin varlığıdır veyahut ekonomiktir. Bu sebeplerin arasına içkiyi ve dolayısıyla dayağı da koyabiliriz. Dayak yüzünden boşanan kadın çok azdır, zira dayağı ve küfürü yiyen kadınların çoğu bundan muhakkak hoşlanıyorlardır, aksi takdirde o dayağı yememek için dikkat ederler. Ama boşanmalara sebep daha ziyade üçüncü kişilerin varlığıdır. Ekonomik sebepler, bence ikinci planda kalır. Boşanma, genellikle hırslı ve her şeye sahip olmak isteyen veya ailesinin ekonomik gücüne güvenen kadınların mazeretidir.
Gelelim üçüncü bir kişinin varlığına... Bu daha ziyade ve normal olarak yakın arkadaşlıklardan ortaya çıkan bir sorundur. Kimsenin sokakta üçüncü bir insan arayacak hali yok ya! Erkekler ise genellikle sekreterleriyle işi pişiriyorlar. Şöyle etrafınıza bir baksanız, pek çok kişinin sekreteriyle evlendiğini tespit edersiniz.
Erkeklerin pek çoğu sert kadınlardan hoşlanmazlar, dolayısıyla etrafa bakmaya başlarlar ve en yakında sekreterlerini veya arkadaşlarının karılarını bulurlar.
Genç bir çift olarak hiçbir arkadaşınızla içli dışlı yaşamayın. Hele hele devamlı kavga eden çiftlerle hiç görüşmeyin, zira ister istemez etki altında kalırsınız.
Kocanızın başka bir kadına áşık olduğunu anlarsanız katiyen bunu gurur meselesi yapıp boşanmaya kalkarak öbür kadının ekmeğine yağ sürmeyin. Etrafınızda ‘‘Kocanı boşa, boynuz yeme’’ diye nasihat eden arkadaşlarınıza da sakın ha kanmayın. Şayet boşanacaksanız bile başka bir adamı garanti altına almadan kendi kocanızı terk etmeyin, ortalıkta kalırsınız, üstelik bir kadın için yalnızlık son derece zordur.
Bence alışmış kudurmuştan beterdir. Zannediyorsanız ki yeni gelecek adam veya kadın daha iyidir, yanılırsınız. Zira hiç kimse mükemmel değildir, alışmış olduğunuz kocanızın veya karınızın iyi taraflarını görmediğiniz için kötü tarafları gözünüze batar, halbuki bu sefer yeni adamda veya kadında kocanızda veya karınızda fark etmediğiniz iyi taraflar kötü olarak ortaya çıkar. Siz, en iyisi alıştığınızdan şaşmayın.
Uzun müddet bekár olan bir adamı evliliğe sürüklemeye kalkmayın, zira bekár kalmış erkekler kendi özgürlüklerine son derece düşkündürler, ama evlenmiş ve boşanmış bir adamı evliliğe sürüklemek daha kolaydır. Çünkü o zaten cefaya alışmıştır. Evli bir adama sakın ha, kanmayın. Evli bir erkeğin sizin için boşanacağını zannetmeyin, zira erkekler maceraya meraklı olur ve kolay kolay karılarını boşamazlar. Şayet erkeğin evliliğinde bir kusur varsa, o zaten üçüncü bir kişiyi aramadan boşanır.
Hele hele çocuğunuz varsa hiç boşanmayın, zira o çocuk için kavgalı bir ortamda dahi olsa vazgeçemediği bir annesi, bir babası ve bir yuvası vardır. Cici hanımlar, nazik beyler; marifet kapıyı vurup çekip gitmek değildir, o kapının arkasındaki zorluklarla mücadele edip, bu birlikteliği sürdürmektir. Gelin boşanmayı bu kadar hafife almayın şayet ortada çok büyük bir kusur yoksa...
Yazının Devamını Oku