Paylaş
‘‘45 dakika’’ kavramının ne kadar uzun bir zaman dilimini tanımladığının bilmem farkında mısınız?
Bana inanmıyorsanız hemen şimdi saati kurun ve bekleyin.
45 dakikanın geçtiğini haber veren zili duyunca ‘‘Allah Allah, gerçekten çok uzunmuş bu süre’’ diye söyleneceksiniz, bundan eminim.
Şimdi durum zaten böyleyken yeryüzünde metrekareye düşen insan sayısının en yoğun olduğu, 90 kilometre giden, müşteri almak için manevra yapacakken de bu hızı düşüreceği yerde 95 kilometreye çıkaran bir minibüs içinde, tamamen yabancı olan insanlar size neredeyse hasretle sarılmış vaziyetteyken bu 45 dakikanın bitmesi imkánsız hale dönüşüyor.
Bu gibi durumlarda insanın, minimum 4 dakikada bir nefes alıp vermesinin ona gerçek bir yaşamsal avantaj sağlayacağını anladım.
Bu yüzden minibüsteyken, oradan sağ kurtulduğum takdirde hemen yoga dersi almaya başlayacağıma karar verdim.
Tembel olduğum için yoga dersine gitmem de zordu, ancak minibüste giderken bu tür kararları daha sonra kendimi yalanlamaktan korkmadan rahatlıkla verebiliyordum, çünkü minibüsten canlı kurtulmama nasıl olsa imkán yoktu.
***
Minibüs içindeki tecrübeli vatandaşlar en arka sırada duruyor olsalar bile bir şekilde istedikleri yerde hızla inmeyi başardıklarından, minibüs içinde duruş durumları ister istemez zaman zaman değişiyordu.
Ben o kalabalıkta inmeyi başarabilen insanları büyük bir hayret ve takdir içinde seyrederken, kendimi de mahşeri kalabalığın insafına bırakmıştım.
Dalgalanma beni minibüsün neresine atarsa, büyük bir boyun eğiş içinde o noktada dikilmeye devam ediyordum.
İşte bu pozisyon değiştirmelerden birinde büyük bir dehşet içinde fark ettim ki, tam önümdeki koltukta babasının kucağında etrafa bakmakta olan bir bebek var.
Nedense ben onlara katiyen karşılık vermediğim halde bütün bebekler bana sevgi gösteriyorlar.
Bunun nedenini bugüne kadar anlayabilmiş değilim.
Benden öç almak için bebekler arası bir komplo olabileceğini bile bir ara düşündüm. ‘‘Madem bu herif bizi sevmiyor, ona gülelim de görsün gününü’’ filan diye düşünüyor olmalılar.
***
Tabii bu bebek de bana gülücükler atmaya başladı.
Ben ona bakmamak için minibüsün tavanına bakmaya başladım; çünkü diğer koltuklarda oturan insanlara bakmak da istemiyordum.
Bakarsam çekmekte olduğumuz çile nedeniyle elimizde olmadan gelişmekte olan dostluk hisleri sohbete dönüşür diye korkmuştum.
Uzun süre boyunca insan görmeden evde oturmanın yarattığı psikosomatik bir durum bu, bunun farkındayım ama minibüs içindeyken bunu dert edecek halim de yoktu doğal olarak.
***
Birden parmağımın kavrandığını hissettim. Panik içinde elime baktığımda açıkça söyleyeyim, ilk tepki olarak rahatladım; çünkü elimi bebek dışında başka birinin tutmuş olması durumunda her şey çok daha vahim bir noktaya gelmiş olacaktı.
Bebek birden işaret parmağımı sallamaya başladı. Bebeklerin istedikleri zaman kuvvetli olabildiklerini anladım.
Etrafta oturanlar, içimden geçenleri suratımdan okuyamıyorlardı.
Panik ifadesi vardı suratımda gayet tabii, ama bu minibüse bindiğim andan itibaren benim yeni imajımın bir parçası haline gelmişti.
Dolayıyla bebeğin yarattığı ilave panik suratımdan okunmuyordu.
Minibüste herkes sanki başka, örneğin sağ salim dışarıya çıkmak gibi, öncelikli sorunları yokmuş gibi bebekle iradesi dışında oynayan adama bakmaya başlamışlardı.
Bebeğe bir şeyler söylemem yolunda bir toplumsal uzlaşma vardı minibüsün içinde.
Türkler hayatta hiçbir olumlu konuda uzlaşmazlar, başkalarına kötülük etmeye gelince ise alelacele harika dayanışma içine girerler.
Üzerimdeki baskı gittikçe artmaktaydı. Bebeği nasıl da sevimli bulduğumu ifade etmem, vatandaşlar tarafından bekleniyordu.
Genelde ben böyle baskılara boyun eğmem, hatta baskı olunca beklenenin tersini yaparım. Ancak burada bilmediğim, tanımadığım, alışık olmadığım, büyük ihtimalle de sevilmediğim bir ortamdaydım ve korku nedeniyle hayatımda belki de ilk kez toplumsal baskıya boyun eğmek üzereydim.
Ancak o noktada olanlar oldu işte. Aklıma tek bir sevgi sözcüğü bile gelmiyordu. En fazla ‘‘Parmağımı geri versene lan’’ cümlesini düşünebiliyordum. Bunu gülerek söylersem bile çocuğun babasının beni evire çevire döveceği kesindi.
Birden aklıma bir şey geldi. Cebimde naneli şeker vardı, onu çıkardım bebeğe uzattım; o şekeri almak için elimi bırakınca şekeri tekrar cebime koyup öbür elimi de cebime gizledim.
Bebek ağlamaya başladı. Ben babasına ‘‘Aşırı sıcaktan bunalmış olmalı yavrucak’’ diyerek kendimi sağlama aldım.
***
İnanılması güç ama sağ salim indik Sarıyer'e.
İner inmez Türkiye'de gizli sosyalizmin var olduğu konusunda bir delil daha yakaladım.
Sarıyer'de kirazın kilosu 500 bin liraydı.
Yani ben her gün Taksim'den Sarıyer'e minibüs ile gelsem, iki kilo kiraz satın alsam, yine minibüsle eve dönsem, yarım kilosunu biz tüketsek, birbuçuk kiloyu da Taksim fiyatlarıyla satsam cebime üste para kalıyor.
Bu muammayı IMF'nin bile çözebilmesi mümkün değil, bilmem anlatabiliyor muyum?
Paylaş