Şu yazarlık denilen iş

YEDİ yıl kadar önce gazetede düzenli olarak yazmaya başladığım ilk günleri düşündüm geçenlerde.

Arşivlere giderek eskiden yazmış olduğum yazılara bir baktım, derleme yaptığım kitaplara bir göz attım.

Açıkça söylemek gerekirse eskiden yazmış olduğum yazıların neredeyse tek bir tanesini bile beğenmedim.

Şimdi olsa, o zamanlar ele aldığım bazı konulara belki hiç giremezdim. Konuya girsem bile yazıyı öyle yazmazdım.

Üslubumu da beğenmedim, cümle yapılarımı da, yazıların kurgusunu da açıkçası.

*

Gayet tabii ki her meslekte olduğu gibi yazı işinde de insan yıllar geçtikçe daha bir pişmeye başlıyor.

Dolayısıyla belki de ilk yazıları beğenmememden daha doğal bir şey de yoktur.

Ancak ben o zamanlar da bazı şeylerin tam istediğim gibi gitmediğinin farkındaydım.

Benden yazar olarak beklenenler vardı, benim yapmak istediklerim farklıydı. Üstelik her ikisine de net bir tanım getirilememişti ve yanlış yapa yapa öğrenmekten başka çare de yoktu.

O yüzden kafa göz yara yara başladık işe.

Kafamda tek belirlediğim hedef, sıradan olmamaktı. Ortalamayı yakalamayı hiçbir zaman düşünmedim.

Siyaset yazmak da bana kolay geliyordu açıkçası, kolay geleni yapmakla da işi bitirmek istemiyordum.

Onun için ilk başlarda hep zor konular seçtim kendime.

Yazı yazanı bıçak sırtında yürütecek konulardı bunlar. Kaleminiz iyi olduğunda insanları belki gülümsetmeyi başarabilirdiniz o tür konularda ama bir de yazıda saçmalamaya başlarsanız bir anda uçuruma yuvarlanacağınız da kesindi.

Onun için çoğu sabah gazeteye gelecek tepkileri de endişeyle beklediğim olmuştur.

*

Bir şeyler arıyordum ama bunu bulmam uzun sürecekti, bu kesindi.

Önemli olan, gidilecek yolda yapılan yanlışların doğrulardan çok daha az olmasını sağlamaktı.

Sıkı durmak, eleştirilere dayanmak ve soluğu uzun tutmak gerekiyordu.

Ve bu yoldaki en büyük dopingi, bir gün hiç ummadığım anda bana tamamen yabancı olan bir insandan aldım.

Yaza yaklaştığımız günlerden bir tanesiydi. Pazardı.

Fena halde yağmur yağıyordu. Rana ile Heybeliada'ya gitmeye karar verdik.

İkimizin de çok sevdiği, içimizi huzurla dolduran bir yerdir Ada.

Hava da serinlemişti ama aldırmadık, vapur iskeleye yanaşır yanaşmaz gazetelerimizi aldık ve üstü kapalı bir kahve bahçesine oturup çaylarımızı içmeye başladık. Biraz ötede bir yaşlı bayan oturuyordu. Suratını tamamen net olarak hatırlıyorum.

Keşke gidip de sohbet etseydim diye yıllardır da düşünmüşümdür, pişmanlık duymuşumdur bunu o gün yapmadığımdan dolayı.

Baktım, benim yazının bulunduğu sayfayı açıyor.

İçim buruldu. Kalbim tekledi.

Üstelik o gün de bayağı uçuk bir yazı yazmışım; bıçak sırtında durduğum günlerden bir tanesiydi yani.

Heyecanla onu izlemeye başladım.

Bayan bir yandan sigarasını içiyor, bir yandan çayını yudumluyor, bir yandan da yazıyı okuyordu.

Ve işte bir anda bana bu işe devam etme cesaretini veren şey oldu.

Yaşlı bayan ilk önce bir gülümsedi, sonra kahkahayla güldü, keyifle sigarasından çekti ve okumaya devam etti.

Nihayet olmuştu işte. Artık korkacak bir şey yoktu, olsa bile üstesinden gelebilecektim büyük ihtimalle.

İsmini bilmediğim, yanına yaklaşıp konuşmadığım için de hálá üzüntü duymakta olduğum o okuyucuma çok şey borçluyum.

Hálá yazma işinde öğrenci gibi görüyorum kendimi, ama bana kalıcı olmaya çalışma gücünü, o gün, o anda, o gülücük verdi işte.
Yazarın Tüm Yazıları