Paylaş
Orta yaşlar tuhaf, hem de pek tuhaf.
Daha henüz yaşlanma kavramı çok uzakta gibi hissediyorsunuz.
Çocukluklar var daha içinizde. ‘Koskoca adama’ yakışmayan çocukluklar ama olsun işte varlar yine de.
Size ‘amca’ diyen çocukları da onun için şakadan azarlıyorsunuz zaten.
Ama ‘abi’ lafını da duymayalı o kadar fazla zaman olmuş ki, hayret.
Vücut yavaştan beynin gerisinde de kalmaya başlıyor, hissediyorsunuz da çaktırmamaya çalışıyorsunuz. Yarışı kaybetmeye başlıyor vücut ufaktan ufaktan.
İnsanın kendine sürekli yalan söylediği yıllar bunlar galiba.
Korkular, endişeler de artıyor ama küçük yalanlarla bunları örtbas ediyorsunuz.
Kendinizi sürekli dolduruşa getiriyorsunuz aslında.
***
Gardınızı iyi aldığınız, kendi yalanlarınıza, dolduruşlarınıza inandığınız sürece aslında fazla mesele yok. Hayat gidiyor işte.
Ama hayat tabii sizin yalanlarınıza da aman vermiyor. Rahat bırakmıyor bir türlü yakanızı.
Bazen düşünüyorum da insanın artık çocuk, genç olmadığının en büyük işareti gelen ölüm haberlerinin artmasında mıdır acaba?
Yoksa bu haberler hep vardı da, benim mi duyarlılığım arttı.
Yoksa bu haberlere değil de onların canlandırdığı, baskı altında tutulmaya çalıştığım kendi korkularıma mı daha sık yenilmeye başladım, bilemiyorum.
Aradaki ince ayrım çizgisi galiba bende yok olmuş. Neye üzüldüğümü pek bilemiyorum.
***
1992 yılı berbattı benim için.
Özel yaşamım darmadağın olmaktaydı. Üstelik hastaydım da. İşte de çok baskı vardı üstümde.
En kötüsü de annem hastaydı. Parkinson olmuştu.
Biraz nefes alayım dedim. New York'a kısa süre için kaçtım.
Havalimanına indim. Bavulları açtım, tam uyuyacağım, telefon çaldı.
Babam ağlıyordu. ‘Annen öldü oğlum’ dedi.
Şimdi farkına varıyorum ki aslında ben tam o gün o saat yaşlanmaya başlamışım.
Komik gelecek size ama bunu bana fark ettiren de Marcel Proust oldu.
Ona hayatı düşündüren bir kekti aslında. Çaya batırdığı o kek hayallerini canlandırmıştı.
Bir baktım ki ben de annemin, bir tek onun yapabildiği olağanüstü ay çöreklerini çok özlemişim be!
Hem de ne özlemek, burnumda tütüyormuş da farkında değilmişim.
Küçük parmak kadardı yemin ediyorum, harikuladeydi tadı.
Dünyada hiçbir yerde yapılamıyor onun gibisi buna da inanın.
***
Şimdi diyeceksiniz ki: ‘‘Hoppala ne oluyor bu adama da durup dururken içimizi karartmaya başladı?’’
Aslında yazıp yazmamayı da çok düşündüm. Rana'ya sordum bunları yazayayım mı diye, ‘‘Yaz için rahatlar, baksana şu haline’’ dedi.
Yani kusura bakmayın, biraz, biraz da değil bayağı kullanıyorum bugün sizi.
İçimi rahatlatmak için yazıyorum. Gardımı tekrar alabilmek için.
***
Pazar günü dostların evinden geldik.
Rana bir fuara gittiği için evde yalnızdım.
Keyfim de yerindeydi.
Bir viski koydum kendime, maç da tam başlayacak.
O gün dışarda olduğum için gazetelere detaylı bakmamıştım.
Oğuz Abi'nin yazısını okumaya başladım.
‘En Yakın Arkadaşım’dı başlığı.
Korkarak okumaya başlamıştım aslında. Gardımı zor aldığım, yalanlarıma kendimi zorlayarak inandığım için kurmuş olduğum iç dengeleri bozacak şeylerden kaçınıyorum hep.
Ne hakkında olduğunu hissediyordum da yazının, Oğuz Abi de başlarda hiç çaktırmıyordu neye geldiğini işin.
Yazı bitti, ben ağlamaya başlamışım.
Yahu tutamıyorum kendimi.
Bir viski, bir viski daha, sonra bir daha. Hem sarhoş oldum, hem de ağladım.
Korktuğum başıma gelmişti, kardeşi Tekin Abi için yazılmış bir destandı aslında bu.
Ancak bir abinin acı dolu yüreğinden çıkabilecek bir ‘hoşçakal’dı.
***
Tekin Aral'ın ölüm haberi geldiğinde ağlamamıştım.
Bir ay kadar önce ben bir öğle vakti, onun yatmakta olduğu hastaneye gitim.
Yoğun bakım bölümüne çıktım.
Özel izin aldım ve kıyafetleri giyip odasına girdim.
Komadaydı. Bir hemşire hanım elini tutuyordu.
Ona baktım, baktım.
Konuştum, duymadı tabii ki. Yine de konuştum.
Çıktım, abisini aradım, biraz konuştuk. Sonradan düşündüm de sanki onun bana üzülme demesini bekler gibi konuştum.
Ben onu yalan söyleyerek rahatlatacağıma onun bana yalan söylemesini bekler gibiydim.
Yanlış yaptım diye bayağı da utandım.
Eve geldim, ağladım. Sarhoş olduğum pazar akşamı gibi delicesine değil de öylesine işte.
Onunla çok yakın da değildik aslında. Ama işte yine gardım düşmüştü o gün hayata karşı ne yapayım yani.
***
İşte böyle. Aslında yazıyı kısa kessem iyi de olacak.
Yazarsam içim rahatlar dedim, yazdıkça daha da kötü hissetmeye başladım kendimi.
Bir boka yaramadı bu kadar laf, lanet olsun.
İnternet üzerinden radyo kanalına bağlandım.
Rythm and Blues çalıyor. Pek de neşeli bir kanal.
İstanbul'da galiba güneş de açacak.
Kötü olaylar yokmuş gibi davranmama bunlar yardımcı olacaktır mutlaka.
Buna eminim.
Paylaş