Paylaş
Genel Yayın Yönetmeni pazar yazısında benim Washington'dan dönmek isteyişimi, ‘‘her işten kısa sürede sıkılmama’’ bağlamış.
İş yaparken sıkılmadığımı söylersem yalan olur.
Gerçi dört yıldır aynı şeyi yapmaktayım ama iş değiştirmekten de hoşlanırım aslında, bu tespiti de doğru.
Ancak Washington muhabirliğini bırakıp geri dönmemin bütün bunlarla katiyen alakası yok.
Madem ki Genel Yayın Yönetmeni konuyu gündeme getirdi, bari ben de tarihe açıklık getireyim.
Pandora'nın kutusu bir kez açıldı artık, bakalım içinden neler çıkacak.
*
Washington'dan neden iki yıl bile dolmadan döndüğümü anlatabilmem için başta oraya neden gitmiş olduğumu anlatmam gerekiyor.
1992 yılında gazetenin İstanbul yazı işlerinde çalışmaya başladım.
Bu görevi zevkle kabul etmiştim çünkü bunun mesleki bir ileri adım olduğunu düşünüyordum.
Ancak görevi kabul ederken göremediğim bir şey vardı.
Her mesleki ileri adımda olduğu gibi bunda da muazzam bir iş riski vardı.
O da Genel Yayın Yönetmeni'ni günde ortalama 10 saat kadar filan görmek zorunda oluşunuzdu.
Yani onu uzaktan görmeye fazla bir itirazım yok. Biliyorsunuz ki o daha sonraki yıllarda son 100 yılın en seksi erkekleri listesine 11'inci sıradan hem de Antonio Banderas'tan bile ön sırada girmeyi başarmış kişidir.
Yani sessiz durduğu takdirde fazla bir zararı yoktur.
Ancak yazı işlerindeyken Genel Yayın Yönetmeni size istediği kadar fazla konuşmak hakkına sahip ve daha da kötüsü siz ona gerektiği gibi cevap verme hakkına sahip değilsiniz.
Onu tanımayanlar için söyleyeyim, bu durum sinirleri sağlam bir insanı bile kısa süre içinde şu üç alternatifi ciddi bir şekilde düşünmeye itebilir:
1- Mesleği ve gazete okumayı tamamen bırakmak.
2- Genel Yayın Yönetmeni'ni öldürüp teslim olmak ve hapishanede gazete okumamak.
3- Genel Yayın Yönetmeni'ni öldürmek ve sonra da intihar etmek.
*
İstanbul'daki ilk üç ayımda ben de bu duruma düştüm. İkinci alternatif bana hayli çekici gelmeye başlamıştı.
Görev değişikliği talebinde de bulunamıyorum, çünkü pazar yazısında yazdığı gibi zaten hakkımda önyargılı, hiçbir görevde tutunamayacağımı düşünüyor, bu kez iyice fazla söylenmeye başlayacak.
Düştüm cehennemin içine, çıkış da yok derken...
Washington temsilcisi Sedat Ergin, 7 yıl kaldığı Washington'dan geri döndü.
Genel Yayın Yönetmeni'ni katiyen görmeme ihtimalimin büyük olduğu Hürriyet içi bir görev açılmıştı.
Yalvarma da dahil her türlü tekniği kullanarak görevi aldım.
Bavulumu o kadar hızlı topladım ki, Dalton kardeşlerin geldiğini görüp de kaçmaya çalışan kasaba halkı bile bu hıza katiyen ulaşamazdı.
*
Washington'da ilk üç ayım acayip huzurluydu.
Sonra garip bir şey oldu.
Ve ben bir anda Washington'da Genel Yayın Yönetmeni'ni İstanbul'dan daha fazla görmeye başladım.
Gazetelerde genel yayın yönetmenleri kendi kendilerine görev emri çıkarma yetkisine sahip olduklarından, her fırsatta Washington'a gelmeye başladı.
Üstelik durum İstanbul'dakinden çok daha vahimdi, çünkü en azından İstanbul'da gece yarısı bile olsa eve gidip ondan kurtulma imkánım vardı.
Washington'da ise benim evde kalıyordu ve bir anda Genel Yayın Yönetmeni'ni gün içinde görme sürem 23 buçuk saate çıkmıştı.
*
Bu 23 buçuk saat meselesini açıklamam gerekiyor.
Onu 24 saat değil sadece 23 buçuk saatçik görmek zorunda kalıyordum çünkü arta kalan yarım saat boyunca o günlük uykusunu alıp, gayet zinde bir şekilde yeni bir 23 buçuk saatte hazır olarak ayaklanıyordu.
Yatıncaya kadar beni zorla yanında oturtup televizyon seyrediyor, seyrederken gördüğü her enstantane hakkında yorumlar yapıyor, bu yorumlarına benim de mutlu bir şekilde katılmamı bekliyor, sonra birden saat dörde doğru uyukluyor. 15 dakika sonra ben onu uyandırıp, yatak odasına yolluyorum.
Saat sabaha karşı olsa bile biraz tam kafamı dinleyeceğim, en fazla 15 dakika sonra ilk önce sesi odasından geliyor.
Bu ses bana Türkiye'deki medyanın durumu, Hürriyet Gazetesi'nin güzelliği ve gazetede yapılacak değişiklikler konusunu anlatıyor.
Ben bunlarla en zinde olduğum saat olan ilk içkimi yudumladığım akşam 19.30'da bile ilgilenmiyorum, saat sabaha karşı 4.00'te öldürücü darbeler vuruyordu bu konular bana vallahi billahi. Sonra da seslerin sahibi yarım saatlik uykusundan uyanmış, zinde, konuşmaya istekli ve de acıkmış olarak misafir odasına geliyor.
Galiba o arada benim de çoktan yatıp kalkmış olduğumu düşündüğünden olsa gerek, bir sabaha karşı bile ‘Yahu senin uykun var mı?’ diye sorduğuna da şahit olmadım yemin ediyorum.
Yani öyle bir şey ki bu, öyle az uyuyor ki, gündüz sokaklarda gezdiğini gözlerimle görmesem kendisinin vampir olduğunu bile düşünmeye başlayacaktım.
*
Sonunda bu azap bitsin, yeter bu işkence dedim ve ‘‘Ne görev verirsen ver ben İstanbul'a döneceğim’’ diye tutturdum.
Bu süreçte Potamac Nehri'ne düşme hikáyemiz de var ama onun temelindeki gerçeği de yarın anlatmak zorundayım.
Paylaş