Serdar Turgut: Kimsenin istemediği arabulucu

Serdar TURGUT
Haberin Devamı

WOODY Allen'ın ‘‘Bananas’’ adlı filminde muhteşem bir sahne vardı. Sözde devrimci olan Allen, uçaktan iner. (Bu arada bu ‘‘sözde’’ lafından da gına geldi, bunu da bilin istiyorum.)

Aşağıda bir tercüman ve onu karşılamaya gelen devrimci ülkenin lideri beklemektedir.

Allen uçağın merdiveninden aşağıya iner, karşılamaya gelen liderle el sıkışır ve tercüman aracılığıyla konuşmaya başlar.

Üçü de İngilizce konuşmaktadırlar aslında, ama fark etmez. Direkt olarak konuşmak yerine aynı lisanı konuşan tercüman aracılığıyla anlaşmaya başlarlar.

* * *

Geçen hafta Ankara'nın İsrail-Filistin olaylarındaki tutumunu izlemek zorunda kalırken, ister istemez filmdeki bu sahneyi hatırladım.

Ecevit, ısrarla hem İsrail'in, hem de Filistin'in Türkiye'den, olayları bastırabilmek için arabuluculuk yapmasını istediklerini söylüyordu.

Hatta bu iddiasını barış için zirve toplandığı gün de sürdürdü.

Düşünsenize, Clinton gitmiş oralara kadar.

Mısır Cumhurbaşkanı yanında. Barak, Arafat masa başında.

Ve Türkiye Başbakanı Ankara'da, ‘‘Türkiye'nin arabuluculuk yaptığını’’ söylüyor.

Ne yapıyorlar anlayamadım?

Acaba liderler masa başında konuşurken, bir öneri masaya getirildiğinde önce Arafat, sonra da Barak odadan çıkıp, Türkiye'ye telefon açarak Ecevit'in veya nazik, kırılgan ve duyarlı Dışişleri Bakanı'mızın görüşünü mü alıyorlardı?

Veya Clinton bir adım atmadan önce, illa da illa Türklerin fikrini mi soralım diye tutturuyordu?

Oralarda olaylar çok yönlü bir savaşa giderken Ankara'nın hali tamamıyla acıklıydı.

Allen'ın filmindeki tercüman gibi olmak istiyordu aslında Türkiye. Birbirleriyle direkt konuşabilecek insanların arasına neredeyse omuz atarak girip, aynı lisanı konuşabilecek insanlara tercüman olmak gibi bir şey işte.

O komedi filmiydi, bu da gerçek yaşamda yaşanan komediydi.

* * *

‘‘Türk'ün Türk'e propagandası.’’

Bu muhteşem lafı Çetin Altan söylemişti. Tüm cumhuriyet tarihimizi bu cümleyle anlatmak mümkündür bence.

Tarihimizdeki en başarısız olimpiyatta bile bir altın kazandığımızda, ‘‘dünya milli marşımızı dinledi’’ abukluğudur bu özetle.

Bizim tarihimiz, sürekli olarak demokrasiden uzaklaşma, korkma güdüsünün tarihidir aslında.

Demokrasiden, özgürlüklerden korku olduğu için Türkiye hiçbir zaman uluslararası platformda aslında hak edebileceği saygın yere bir türlü oturamamış, uluslararası diplomaside de etkinliğini gün geçtikçe hep kaybetmiştir.

Bakın işte Yunan Dışişleri Bakanı ile Türk meslektaşı, bilmem kaçıncı Türkiş kafelerini (haydi ben de uyayım dostluk rüzgárına, Grek kafe tamam mı!) içerken, işte orada İsrail ile Filistin için toplantı yapıldı ve bizimkilere göre bölgenin en büyük gücü biziz ama masada adımız bile geçmiyor.

Bu arada Ankara'da karşısında gazeteci gören yetkili de ‘‘Biz arabulucuyuz’’ diyebiliyor; daha da acısı bu laf haber diye bazı gazetelerde yer alıyor.

İşte alın size ‘‘Türk'ün Türk'e propagandası’’. Bir lüzumsuz iş, bir büyük vakit kaybı daha.

* * *

Ne kadar gayret ederlerse boş.

Bazı gazeteler bu gayrete çanak da tutuyor; Türk'ün Türk'e propagandasının en muhteşemi oralarda yapılıyor, ama bu da boş.

Şu son olayı alalım: Okuma yazmayı ancak söken bir vatandaşımız bile, Ankara'da yetkililerin biz arabulucuyuz diye çocuklar gibi tepinmelerinin aslında sahte ve komik olduğunu görebilir.

Neden böyle yapıyorlar, neden gerçekleri konuşmak yerine hayatlarını göz boyamak ve belki de kendilerini kandırmakla geçiriyorlar, anlamak mümkün değil.

Korkak ve aslında anlamsız gösterişlerden ibaret olan bir dış politika, demokrasiden ve özgürlüklerden korkan, kapalı kapılar ardında iş yapmaya alışık sistemlerde oluşur.

Türkiye maalesef bu durumda ve daha da enterasanı, demokrasi ve özgürlüğü sadece ‘‘ilkesiz yaşama serbestliği’’ olarak anlayan halk da bu durumdan hiç üzgün filan değil.

Bizimkiler de bunu bildiğinden, yalan söylemeyi sürdürüyorlar.

Bitmiş her şey de biz uzatmaları oynuyoruz. Bunun farkındayım ama işte çaktırmayarak kendimi kandırıyorum. Bilmem anlatabiliyor muyum?

Yazarın Tüm Yazıları