Paylaş
Viyana'daki dostlar şaşırıyormuş bana. Geldi, üç gün kaldı sanki her şey ondan sorulurmuş gibi yazıyor diyorlarmış. Evet doğrudur, sadece üç günde her şeyi anladım Viyana hakkında çünkü ben bir dehayım.
Viyana'ya indiğimizin üçüncü saatinde Hasan Cemal'e kafam attı.
Rana, çok uzun aramalardan sonra insanlarda postmodern bir stres ve belki de travma yaratacak kadar karışık olan çantasının içinden bir kâğıt çıkardı.
Bu kâğıdın üzerinde bizim ‘Mutlaka ama mutlaka gitmemiz gereken’ kafelerin listesi vardı.
Bu listeyi Rana'ya Hasan Cemal vermişti.
Liste Hasan Cemal'in yazıları gibiydi.
Onun yazılarında ele alınan konu en ince detayına kadar irdelenir, nüanslar vurgulanır, ele alınan konu aynen kayaya vurularak öldürülen ahtapot gibi pestili çıkıncaya kadar yazıda yumurulur.
Dolayısıyla Hasan Cemal'in yazıları ‘Yaşamın o muhteşem keyfini doya doya tatmak için’ okunacak türden yazılar değildir.
Hatta bana gelen istihbarat doğruysa Hasan Cemal bir keresinde genel trende uyup pazar gününe uygun bir aşk yazısı yazmaya soyunmuş.
Yazmış da.
Ancak bu yazıyı kimse göremedi, çünkü yine gelen bilgilere göre ilk değerlendirme yapması için yazıyı okuttuğu Ayşe Sözeri Cemal, yazıyı okurken yarısında sıkıntıdan şak diye düşüp bayılmış.
Bunun üzerine Hasan Cemal de aşk konusunu bırakıp, iki turlu seçim konusunda bir pazar yazısı yazmış.
Evet, Rana'nın elindeki liste de Hasan Cemal'in ciddi yazılarına benziyordu, çünkü Viyana'da olabilecek en güzel kafeler bir bir, tek bir detay bile unutulmadan sayılmıştı listede.
Hem de ezberden yapmıştı bunu.
Rana, bunlara mutlaka gitmemiz gerektiğine inanıyordu.
Yani anlayacağınız mümkün olduğunca az hareket etmeyi hayat felsefesi haline getirmiş olan ben, Hasan Cemal yüzünden Viyana'da sürekli mobil halde olmak zorundaydım.
* * *
Liste öylesine detaylıydı ki tabii bazı kafelere gitmeye vakit kalmadı.
Ve tabii ki aniden onlar Rana'nın ‘En çok görmek isteyip de Serdar yüzünden göremediği’ mekânlar haline geldi.
Aradan 15 güne yakın zaman geçmesine rağmen bu konuda evde hâlâ konuşuluyor, bunu da bilin.
Tabii bazılarına gittik, buralarda da benim üzerimde bir uğursuzluk bulutu dolaşıyordu.
Şöyle ki:
İlk gün ‘Cafe Sperl’ diye bir yere gittik.
Fena değil içersi. Yani öyle ölüp bayılacak yer değil ama hoş işte.
İnsanlar gayet düzgün. Fazla yüksek ses filan çıkarmıyorlar.
Ben de şehirde ilk günüm olduğundan mümkün olduğunca lokal adetleri anlamaya çalışıyorum. Yanlış yapmamaya dikkat ediyorum.
Bu gibi durumlarda en çok korktuğum şey yanlış bir şey yaparak yabancı ortamda dikkatlerin üzerime çekilmesidir.
Neyse büyük bir olay olmadan kahvelerimizi içtik.
İç kapıyı açıp tam dışarı çıkıyorduk ki...
Benim dirsek darbem sonucunda iç kapıdaki cam inanılmayacak derecede büyük bir sesle yere düştü.
Kırılmadı çünkü yer halıydı ancak bu arada kafede bütün herkes konuşmayı durdurmuş bana bakıyordu.
Aynı o reklam filmindeki gibi hissettim kendimi. İki arkadaş çok kalabalık ve gürültülü bir ortamda sohbet ediyorlar. Adamlardan bir tanesi ben yatırımlarımı şöyle yapıyorum deyince de bütün lokanta bir anda susup ona bakıyor. İşte o filmdeki gibi oldu.
Topluluğa karşı bir açıklama getirmem gerekiyordu. Ancak o kriz anında Almanca'dan hatırladığım tek şey ‘Deutchland Deutchland Uberalles’ marşıydı. Bir de ‘Ich gehe nach der Schule’ yani ‘Okula gidiyorum’ cümlesiydi.
İkisi de o anda anlamsız olacaktı.
Sustum.
Paralize olmuştum çünkü böyle bir hatanın Viyana'da acı bir cezası mutlak olmalıydı.
Rana kolumdan tuttu, ‘‘Arkana bakmadan yürü ve gülümse’’ dedi.
Tutuklanmadan atlattık bu badireyi.
* * *
İkinci olay da her biri orta boy bir uçan daire büyüklüğünde şinitzelin masaya getirildiği Figlmüller'de başıma geldi.
Bu lokantada tuvaletler dışarıda.
Çok sıkıştığımdan gitmem gerekiyordu. İlk önce sistemi dikkatlice inceledim yanlış yapmamak için.
Salona girişte kapının yanında iki anahtar var.
Bunlardan erkeklere ait olanını alacaksınız, dışarı çıkıp sola döneceksiniz tekrar sol yaptıktan sonra kilidi açıp içeriye gireceksiniz. Çıkınca tekrar kilitleyeceksiniz ve aynı yoldan geri dönüp anahtarı yerine asacaksınız.
Oldukça basitti bu. Bu iş basit görünüyordu. Benim bile yanlış yapmamın mümkün olmadığına inanıp yerimden kalktım.
Anahtarı aldım. Birden yanımda saç modeli Yul Brayner'inkine benzeyen bir garson belirdi.
Anahtarı elimden almaya çalışıyordu.
Daha sıkıca yapıştım. Biraz itiştik. Sağ elim anahtarı tutmuyor olsaydı belki de çakacaktım ona.
Bu arada adam durmadan söylenip, öbür anahtarı işaret ediyordu.
İngilizce ‘‘But I am a MAN’’ (Ama ben bir erkeğim) diye bağırdım.
Ve o anda da yaptığım yanlışı fark ettim.
Kafam sadece İngilizce'ye bastığından anahtarın üzerindeki (DAMEN) yazısının sadece MEN bölümünü görüp bunun erkekler tuvaletine ait olduğunu zannetmiştim.
Özür diledim.
Adam bana bakarken mutlaka faşizmin benim gibi zavallıları dünyadan elimine ettiği o güzel günlerin tek bir gün için bile bir daha geri gelmesine dua ediyordu.
Büyük bir eziklik içinde tuvalete yöneldim.
Masanın yanından geçerken Rana'nın duruma katıla katıla güldüğünü gördüm. Viyana'da kadın öldürmek serbest olsaydı işler yolunda gidecekti ama olmadı işte ne yapayım?
Paylaş