Paylaş
LİSEYE kadar babamla her hafta maç seyretmeye gittik. Tek bir maçı bile kaçırmazdık. Ankara 19 Mayıs'taki bütün satıcılar o zamanlar beni tanırdı. Kapalı tribündeki bütün müdavimler bir anlamda aile dostumuz haline gelmişti.
Eniştem Ziya Türkdoğan da çok iyi hakemlerden bir tanesiydi. O, kuralları öğrenmemde büyük yardım etmiştir bana.
Gittiğim ilk maçta gördüğüm ilk sahneyi sanki dünmüş gibi hatırlıyorum.
Bir PTT-Galatasaray maçıydı ve benim bir futbol tribününe çıkarken merdivenin başında ilk gördüğüm olay Turgay Şeren'in havada uçuşuydu.
Sırf o ilk izlenim nedeniyle koyu Galatasaraylı oldum. Öyle ki bir defasında Ankara'ya geldiklerinde Galatasaray'ın kaldığı otele babamla giderek Metin Oktay'ın elini sıktım, ona top imzalattım. Bunu arkadaşlarıma yıllar boyu anlattım.
* * *
O koyu taraftarlık, sonra nasıl olup da söndü bilemiyorum.
İlgim öyle kayboldu ki, son bir yıla kadar televizyonda bile doğru dürüst maç seyretmedim.
Galatasaray'ın şampiyonluğuna giden yolda maçları seyretmeye başlayınca, yıllardır unutmuş olduğum heyecanları tekrar yaşamaya başladım.
Bu aralar futbolcuları tanıma sürecindeyim, maçlara yine bakıyorum.
Birkaç gözlemimi, bu süreç içinde tutmuş olduğum birkaç notu sizinle paylaşmak istiyorum.
Spor basınını tekrar okumaya başladım.
Onlarda bir adet var; konuyla ilgili olmayan bir insan spor yazısı yazınca bayağı hiddetleniyorlar.
Basında yeteri kadar sevmeyenim var, bir de spor yazarlarıyla bozuşmak istemem. Bilinsin ki, bu yazı sadece bir futbol izleyicisinin amatörce gözlemleridir.
* * *
1- Ben bugüne kadar Türk takımlarının yaptığı tek bir maçtan bile, yabancı takımların maçlarından almış olduğum keyfi alamadım. Skordan bahsetmiyorum sadece. Biliyorum, taraftar için sadece skor önemli olabilir, ama en azından kendim için söyleyebilirim ki, ben sıfır sıfır biten bir maçta bile oyunda bir estetik, pas netliği, strateji, taktik varsa büyük keyif alıyorum.
Yabancı takımların maçlarında estetik unsur ön planda. Paslar düşünülerek veriliyor, bu nedenle de maç stratejik çarpışma halinde geçiyor.
Bizim takımların maçlarında ise -istisnalar var tabii ki ama genelde- bir topa vurdum, gerisi Allah kerim havası var.
Oyunun genelinde bir estetik keyif göremiyorum katiyen. Bireysel olarak bazı futbolcular büyük hareketler yapıyorlar tabii ki, ama yukarıda bahsettiğim şekilde yabancı takımlarda gördüğüm ‘‘akıllı futbol oynama’’ bence yok.
2- Durum böyle olunca stratejiden, taktik anlayıştan ve kültürden yoksun, azgelişmiş ülkelere ve en çok da Türkiye'ye özgü pratik kurnazlık ön plana çıkıyor. Bu özelliklere sahip futbolcular el üstünde tutuluyor. Onlar el üstünde tutuldukça belki skora ulaşma daha kolaylaşıyor, ama oyun kalitesi de devamlı geriliyor.
* * *
3- Takımlarımızın hepsinin yabancı antrenör ve oyuncuya bu kadar önem vermek zorunda olmaları, Türkiye'de futbolun geleceğinin çok da parlak olmadığını gösteriyor.
Bu durum, futbolda beyin adamlarının yetişmediğinin bir kanıtı. Sadece yetenekli gençlerle bu işi götürmek imkánsız.
Ayrıca yetenekli gençlerin sayısı da çok az. Örneğin, kısa süre içinde büyük bir kaliteli oyuncu krizi yaşayabilir Türk futbolu.
Topa vurma yeteneğiyle beyin gücünü, gol fırsatı yakalama kurnazlığıyla strateji ve taktik bilgisini, topa vurma gücüyle estetiği bir arada götürebilecek bize özgü bir futbol ekolü oluşturamazsak -ki bugünkü veri durum bu sorunun bir sorun haline bile getirilmediğini göstermekte; çünkü herkes 24 saatlik heyecanlarla yaşayıp ölüyor- o zaman bugün bize büyük ümitler vermekte olan Türk futbolunun kısa süre içinde, daha zirvelerin keyfini tam yaşayamadan inişe geçmeye başlayacağını korkarım göreceğiz.
* * *
(Not: Emin Çölaşan'ın ‘‘Tarihe Düşülen Notlar’’ kitabı, bana son yıllarda artık iyice unutulmaya başlanan ‘‘Söyleşi’’ sanatının inceliklerini tekrardan hatırlattı. ‘‘Söyleşi’’nin bilgili ve birikimli gazeteciler tarafından yapılması durumunda nasıl da etkileyici olabileceğini gösteren bu son derece öğretici ve keyifle okunan kitabı herkese tavsiye ediyorum.)
Paylaş