GEÇEN gün içinde dolaşmak için orta ölçekli bir metro sistemine ihtiyaç duyacak kadar büyük olan alışveriş merkezinde yürüyordum.
Charlie Parker'ın çalış stiliyle Marlon Brando'nun oyunculuğu arasındaki derin bağlantıları düşünmekteydim yürürken.
Bir tanesi spontane çalıyor, diğeri spontane rol yapıyor, canını sevdiğimin Bebop'ı bu ve işin aslına bakarsanız Jack Kerouac da spontane şiir yazıyor, o da bebop'çı yani.
Bunları düşünürken birden hayatımın ender rastlanılan doruk noktalarından bir tanesine ulaştım.
Baktım ilerde Orhan Boran. O da benim gibi alışveriş yapıyor.
Hayranım ona ya, bilin bunu.
Benimkine paralel yaşamında ve kendi bağımsız coğrafi alanında bir yandan alışveriş yapar gibi izlenim yaratırken bir yandan da bana ne tür problem çıkarabileceği konusunda düşünmeyi de bırakmayan Rana'ya koştum ve ‘‘Bak Orhan Boran’’ dedim.
‘‘Git merhaba de’’ dedi. Çok nadiren bana birileri merhaba dediğinde ne tür bunalımlar yaşadığımı bildiğimden bunun ayıp olacağını söyledim ve bunu söyler söylemez de merhaba demek için gittim yanına.
Korktuğum olmadı, ben onu sonunda tanımış olmaktan son derece mutlu oldum.
O da mutlu oldu mu bilemem, bana öyle göründü ama yanılıyor da olabilirim çünkü paranoyalarım da var benim ve biri çıkıp da onun arkamdan söylendiğini söylerse bana buna da inanırım hemen, çünkü temelde ben antipatik bir insanım, bunu biliyorum ve durup dururken insanların karşısına çıktığımda onlardan sempati görmeyi de beklemem.
* * *
Bu tanışma anı son günlerimin zirve noktasını oluşturuyordu, bunu yaşadıktan sonra aşağıya doğru iniş başladı.
Şu anda depresyondayım ve son günlerde yazımım çıkmama nedeninin fiziksel bir hastalık sonucu olduğunu düşünüyorsanız eğer ben de size diyorum ki çok yanılıyorsunuz be babacığım, durum öyle bildiğiniz gibi değil, aksine katiyen bilemeyeceğiniz gibi.
Aslında Orhan Boran ile tanıştığım anda depresyona tekrar girme eğilimim yüzeye çıkmıştı çünkü o benden daha genç ve zinde durmaktaydı.
Temelde bu çok mantıksız bir şeydi çünkü ben gençliğimde onu radyoda dinliyordum, bu olamazdı ama olmuştu işte, ben onun abisi gibiydim.
Hızlı ve dramatik yaşlanmam nedeniyle direkt olarak Rana'yı suçladım ve o hayatında ilk kez bu suçlamayı reddetmedi çünkü son olarak problem yaratmadaki ustalığını yeniden konuşturarak bu türden şeylerde gerçekten büyük bir dáhi olduğunu bana göstermişti ve aslına bakacak olursanız temelde bu suçlamama verecek bir cevabı da yoktu.
* * *
Rana'nın yarattığı problemleri çözemiyorum. Aslında hayattaki hiçbir problemi çözemiyorum. Örneğin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök New Orleans'da Emeril Lagasse'nin restoranında yemek yedi mi? Hasan Cemal ‘‘Kar’’ romanını neden illa da bir kayak merkezinde tatil yaparken okumak zorundaydı? Mehmet Y. Yılmaz Manhattan adlı kokteyli gerçekten doğru olarak yapmayı biliyor mu?
Bu sorular ve bunların yarattığı problemler de çözümsüz kafamda.
Kronik depresyon ve paranoyalarım nedeniyle takıntılarım da korkunç fazlalaşmış durumda.
Örneğin şu anda içimin biraz olsun rahatlaması için bu yazıyı tam dört kez tekrardan yazmam gerekiyor. Yanlış anlamayın değiştirerek yazmaktan bahsetmiyorum, illa da aynı yazıyı tam dört kez tekrardan yazmak zorundayım.
Her şeyi (seks hariç) tam dört kez aynen tekrarlamadığım takdirde büyük felaketlerin olacağını düşünüyorum uzun süredir. Dört kez sifon çekiyorum örneğin, su içeceksem dört yudum veya bunun katsayıları olan 8, 16, 24 yudum içmek zorundayım.
Havagazını dörder kez kontrol ediyorum, Afet'i dört kez yürümeye çıkarıyorum, gecelik rakı tüketimimi de mecburen dört kadehe çıkardım (aslında uğur bozulmasın diye bunu 2'ye indirmeme de izin var ama bu tavizi katiyen veremem).
Ve bir gün cinayet işlersem eğer şunu da bilin ki kurbanımı (kurbanlarımı) tam dörder kez aynı şekilde öldüreceğim.