Paylaş
1980 öncesi asistanlık yaptığım fakültede öğretim üyelerine ilginç ek görevler veriyorlardı.
Örneğin bunlardan bir tanesi komşumuz olan Siyasal Bilgiler'de tutulması mecburi olan ‘dayak nöbeti’ydi.
O dönemde sağcılar azınlıktaydı Üniversite'de. Türk insanı gerçek kimliğini henüz bulamamıştı.
Solcular, sağ grup okula her gelmeye çalıştığında onları dövmeye çalışırdı.
Bir doçent ve bir asistan ise ‘kimin kime vurduğunu tespit etmek ve rapor yazmak üzere’ bütün gün orada beklerdi.
Gerçi kavga çıkınca biz fazla bir şey göremezdik, çünkü bilim adamları genelde ürkek olduklarından en küçük olayda bile içerilere kaçardık.
***
İşlerimiz bununla da bitmezdi.
Kendi fakültelerimizde de her gün yine bir doçent, bir asistan kapıda nöbet tutar ve başörtülü bayanları içeriye sokmazdık.
Bu diğer nöbet görevimizden daha da mantıksızdı. Çünkü bu bayan arkadaşlar taş çatlasa beş kişi vardılar.
Bunların derse girmeleriyle cumhuriyetin nasıl çökeceğini o gün de anlamadım, bugün de anlamıyorum.
Bunu o zamanlar söylediğimde ‘Olur mu, bir kere esnek davranırsak o zaman sayıları hemen artar bunların’ deniyordu.
Hiç esnek davranmadılar, sayılar hep arttı. Esnek davranmadıkları için arttı bence ama Türkiye'de böyle rasyonel bir argümanı algılayabilecek insan sayısı da ne yazık ki çok az.
Biz bu beş bayan arkadaşı engellerken bu arada solcu arkadaşlar okulu cephaneliğe çevirme faliyetine devam ediyorlardı.
Öyle ki sıkıyönetimden sonra arama yapıldığında okuldan bir tek Apachi helikopteri çıkmadı.
Öğrenciler sık sık hocalara silah da çekerdi.
Hatta bir defasında son derece nazik bir insan olan bir profesör, heyecan içinde profesörler odasına girmiş ve ‘Aman Tanrım, olacak iş değil bana revolver teşhir ettiler’ diye bağırmıştı.
Solcu arkadaş silahlı eyleminin, eylemin hedefi tarafından ‘Revolver teşhir edilmek’ olarak nitelendirildiğini duysaydı mutlaka utançtan intihar ederdi.
***
Biz onları bıraktık, bayanları içeriye almadık.
Gerçi burada biz demem yanlış çünkü bir keresinde ben kapıda yalnız duruyordum ve gayet tabii ki onları içeriye buyur ettim.
Dekan bunu duyunca hiperaktif hale geldi ve bana bir şeyler anlattı ama onu dinlemedim.
Kıyafeti nedeniyle kimseye yasak getirilmemeli, buna inanırım.
Bu kıyafet neyin sembolü olursa olsun umurumda da değil.
Bu sadece bir vicdan özgürlüğü meselesidir, başka da bir şey değildir.
***
Bırakın Merve Kavakçı pazar günü girsin Meclis'e türbanıyla. Cumhuriyet bu hoşgörüyle zedelenmez, bilakis güçlenir.
Çünkü cumhuriyetimizin böylesine diyaloglara, anlayışlara, açılımlara ihtiyacı var.
Gelsin, girsin içeriye. Yeminini etsin. Sistemin içine girsin. Bakalım neler diyor, onu oraya gönderenler ne istiyor bir öğrenelim.
Hem çok göze batan bir kıyafet de değil ve açıkça söyleyeyim genç bayana yakışıyor bu türban.
Türkiye'de başını örten insanlar bu ülkeden değil gibi davranılması tuhaf.
Ayrıca bırakın Meclis'e isteyen blucinle de girsin. Kendine güvenen mini etek giysin.
***
Bu yazı eski söylediklerimin tekrarı oluyor ama ne yapayım Türkiye hep kendini tekrar ediyor.
Leyla Zana ve arkadaşları Meclis'e ilk girdiklerinde meraktan atlayıp gitmiştim Meclis'e.
Bir köşede ürkek gözlerle etrafa bakarak oturuyorlardı.
Aralarında da fazla konuşmuyorlardı.
O anda bu insanları sistemin içine çekmek için büyük bir fırsat yakalamış olduğumuzu düşündüm.
Onları duyacaktık tabii ki ama onlar da bizi duyacaktı.
Belki biraz daha iyi anlayacaktık ne olup bittiğini. Onlar kısa sürede tecrübeli parlamenter olacaklar, davranışları da değişecekti.
Onlar Meclis'ten polis gücüyle atıldığı gün Türkiye Güneydoğu'daki meselesini çözebilme yolunda köprüleri attı.
Şimdi de HADEP yine boy hedefi.
İyi güzel de, seçilen belediye başkanları ne olacak? Bunlara oy veren onca insan da düşman mı ilan edilecek. O şehirler düşman şehir mi olacak?
Tabii ki hayır da o zaman neden acele kararlar veriliyor bugünlerde yine?
Hiç mi ders almıyoruz, yöneticiler hiç mi strateji taktik bilmiyor anlamıyorum ki.
***
Türkiye'yi yöneten insanların son derece yeteneksiz olduğuna inanmaya başladım.
Eğer yetenekli olsalardı, Türkiye gibi güçlü bir ülke, türban meselesiymiş, kimlik meselesiymiş bu konuları çok daha yumuşak geçişle ve ülkenin birliği içinde çözerdi.
Ama yok, illa da çatışmacı olunacak. Çünkü hoşgörü taviz olarak anlaşılıyor. Bu böyle devam ettikçe de işlerin daha iyiye gideceğine inanmak güç.
İrrasyonalite tepede başlayınca idarenin her alanına da yayılıyor.
Örneğin yakalanan teröristlere tatbikat yaptırmak için neden gece yarısından sonra bir saat seçilmez?
Neden linç ihtimali yaratılır, neden yakınını kaybetmiş insanlar yine tahrik edilir, neden polise o kadar iş çıkarılır anlamak mümkün değil.
Üstelik galiba tatbikatın yapılacağı önceden insanlara da bildiriliyor, çünkü bütün kurban yakınlarının aynı anda aynı yerde toplanmalarını başka türlü açıklamaya da imkán yok.
Her şey bir tuhaf vallahi...
Paylaş