6 Mart 2002
<B>ODTÜ'</B>lü komünist arkadaşların Habertürk kanalındaki konuşmalarını umarım izlemişsinizdir. Ben programı yarısından itibaren izleyebildim, arkadaşların benimle ilgili fikirlerinin bir bölümünü duyabildim ama daha sonra söylediklerini okudum.
İnsanlar benim bu arkadaşlara kızdığımı düşünüyorlar.
Böyle düşünenlerin beni tanımadıkları kesin.
Kızmak şöyle dursun onları izlemekten müthiş keyif bile alıyorum.
O yaşta ben o gün ODTÜ'de bulunsaydım Kemal Derviş'in konuştuğu toplantı mutlaka ama mutlaka yarıda kesilmek zorunda kalırdı.
Onlara kızmam benim kendi tarihimi reddetmem anlamına gelir ki böyle bir şeye katiyen niyetim yok, geçmişteki fikirlerimle ve davranışlarımla gurur duyuyorum.
Bu arkadaşların da bugün böyle davranmalarını son derece doğal buluyorum.
Hamburgerciyi protesto etmek son derece anlamsız bir kişisel tatmin işiydi, bu son olay ise kendi içinde son derece tutarlı gerekçeler içermektedir.
***
Türkiye kendi sol hareketini radikal sağ ve dinci akımları kullanarak ezmiştir.
Cumhuriyet tarihinin en büyük hatası budur, Türkiye bir zamanlar kendi solunu yok etmenin cezasını hálá daha çekmektedir.
Türkiye'de sol Cumhuriyet'i kuran ideoloji ile aslında en az çelişkisi olan bir ideolojidir ama devletin baskısı nedeniyle kurulabilecek ittifaklar düşmanlıklara dönüşmüş, sosyal bünyede solun yok olmasının yarattığı kara delikten de radikal dinci akımlar fışkırmış, tepkiler sola akamayınca temelde Cumhuriyet fikriyle derin çatışması olan kanallara akmış, bizi yönetenler böylece solu ezerek ülkeye iyilik yerine büyük bir kötülük de yapmışlardır.
Benim umudum 12 Eylül müdahalesini yapan kurumun o dönemde yapılan yanlışların bir hesabını da kendi içinde bir gün çıkarması ve bunu toplumla da paylaşmasıdır.
Şu kadarını söyleyeyim: Ben inanıyorum ki 12 Eylül ve sonrasında solun canı çıkarılmasaydı Türkiye 28 Şubat'ı bu şekilde yaşamak zorunda kalmayacaktı, 28 Şubat bu şekilde yaşandı çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nde radikal dinci siyasi akıma tek sağlam olarak engel olabilecek sol hareket ortada yoktu.
Bugün ‘‘sol’’ ilkeler adına dinci siyasete destek veren insanlar ne kadar büyük bir yanlış yaptıklarının farkında olmadıkları gibi, yaşanan tarihten de katiyen ders almamış durumdalar.
Bazıları ise muhalefet olsun da nasıl olursa olsun anlayışıyla kendi yaşam alanlarını yok ettiklerinin farkında olmadan davranmakta ısrarlılar.
Onlara kızıyorum ama daha da çok onlara üzülüyorum.
***
ODTÜ'lü komünist arkadaşları büyük bir trajedi bekliyor aslında.
O da şu: Marksizm teori düzeyinde hep doğruları söyler ama bunun uygulamasında doğrular maalesef hiç olamamıştır.
Arkadaşlar Derviş'e ‘‘Yağma yok, sosyalizm var’’ diye slogan attılar.
Ne acıdır ki 20'nci yüzyılda toplumların en fazla yağmalandığı, işçi ve köylünün en fazla ezildiği, acıların en fazla çekildiği toplumlar kendilerine sosyalist veya komünist diyen ülkelerde olmuştur.
En büyük yağma sosyalizmde vardır.
Teoride bunun böyle olmaması bir şeyi değiştirmez, sizin bugünkü düzenle ilgili doğru tespitlerinizin de bu gerçek nedeniyle etkilenmesi söz konusu değildir, ancak sosyalizmin en büyük yağmaların yaşandığı bir rejim olduğu gerçeği bu arkadaşların siyasi yaşamlarında onları hep takip edecektir.
Ben ve birçok arkadaşım yıllarımızı bu gerçeği unutmak, unutmak için kılıflar bulmaya çalışmak çabalarıyla geçirdik.
Pek de başarılı olduğumuz söylenemez, çünkü sosyalizmler birbiri ardına yıkıldığında ortada kalan tek net gerçek bu sistemden tiksinircesine nefret etmiş, yıllardır bu nefretini saklayarak yaşamak zorunda kalmış milyonlarca emekçiydi.
Sosyalistlerin suratına vurulan bu tokat teoride söylenen doğruları etkilemedi ama bence artık bugün solda olduğunu söyleyen insanların davranışlarını, sloganlarını ve düşünce sistematiklerini biraz olsun ince ayardan geçirmelerinde büyük fayda olduğu kanısındayım.
Benim umudum bu gençlerde, teoriyi yeniden düşünme işini yapsa yapsa onlar yapar, çünkü eskiler bugünlerde bir zamanlar kendilerini yok etmeye iman etmiş güçlerle ittifak peşinde maalesef yine kendi sonlarını hazırlamakla meşguller.
Bakalım arkadan bıçağı ne zaman yiyip de akılları başlarına gelecek.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2002
<B>1994 </B>yılıydı. <br><br>Güzel bir Washington akşamüstünde, tabiatın genel uyumuyla ve dengesiyle ve huzuruyla uzaktan yakından alakası olmayan bir gelişme yaşandı. Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök şehre geldi.
Uçak yolculuğu ne kadar uzarsa, ne kadar fazla saat farkı oluşursa o, o kadar fazla dinlenmiş oluyor.
Dolayısıyla uçaktan indiğinde son derece neşeliydi, yorgunluğunu atmıştı ve de heyecanlıydı.
Heyecanı New York-Washington arasında okuduğu gazete ve dergilerdeki haberlerden kaynaklanıyordu.
Daha merhaba demeden, bazı haberleri bana anlattı, bunları neden atladığımı sordu ve hemen gazeteyi arayıp bunları haber yapmamı istedi.
Bunları haber yapmadan önce benim de bir kez gazeteyi okumamın daha doğru olup olmayacağını sordum.
Bu meseleyi biraz kafasında tarttıktan sonra, Amerikan topraklarında olmamızdan dolayı olsa gerek, ‘‘Haklısın ilk önce oku, sonra yaz’’ dedi.
Ve bavulların gelmesini beklemeden kafeteryaya gidip kahve ısmarladı ve gazeteleri benim önüme koydu.
Haber yazmak için eve gitmenin daha doğru olup olmayacağını sordum, ‘‘Ama o zaman haberi atlama riski var’’ dedi.
Ben de ona Türkiye'de ve belki de dünyada tek bir gazetecinin bile o anda bu haberlerle ilgilenmediğini, Avrupa'daki gazetecilerin neredeyse tamamının o andaki saat farkı da dikkate alındığında kitle halinde sızmak üzere olduklarını, Amerika'daki gazetecilerin saat 17.00'den sonra ancak Amerika yeni bir savaşa girdiği takdirde haber yazdırmayı düşünebileceklerini, hatta o durumda bile ortada haber yazdıracak fazla muhabir bulunamaması olasılığının büyük olduğunu, çünkü saat 17.00 ile 19.00 arasında Amerika'daki neredeyse tüm muhabirlerin evdekilere işe gidiyorum diyerek evlilik dışı ilişki kurmak üzere ortadan kaybolduklarını, tüm bunlar olmasaydı bile bir Türk gazetecinin Türkiye'de saat sabaha karşı 3.00'e yaklaşırken kolesterolü düşüreceği ihtimali olduğu iddia edilen yeni bir ilaç belki piyasaya çıkacak diye yazı işleri müdürlerini evlerinden aradığı takdirde, onların muhabirin bütün sülalesine dümdüz gideceklerini, bütün bu anlattıklarımdan sonra haberlerin hálá daha yapılmasında ısrarlı ise memlekete ilk telefonu kendisinin açması gerekeceğini, beni orada kesse bunu ilk yapacak kişinin katiyen ben olmayacağımı, bütün bunlara ilave olarak da hava limanı tarihinde yaşanmış en absürd bir tartışmayı artık sona erdirerek eve gitmemiz gerektiğini söyledim.
Çok az düşündükten sonra ilk telefonu o saatte açmayı o da göze alamadı ve biz de oldukça büyük bir sosyal krizin eşiğinden son anda dönmüş olduk.
***
Demek istediğim şu ki Hürriyet Gazetesi'ndeki arkadaşlar eğer huzur içinde yaşam sürdürmek istiyorlarsa Genel Yayın Yönetmeni'nin bazı şeyleri yapmasına mutlaka engel olmak zorundalar.
Bunlar sırasıyla şöyle:
1- Onun yurtdışına çıkmasını engelleyin. İlla da çıkacaksa en azından ABD'ye gitmesini önleyin. ABD'de saat farkı ve cep telefonuyla bazı yerlerde erişilmemesi nedeniyle boş vakti çok fazla oluyor, boş vakti çok olunca düşünüyor, düşününce Hürriyet aklına geliyor, Hürriyet aklına gelince haber düşünüyor ve ABD'de olduğu için haberi buluyor da üstelik.
2- ABD'ye gitmesini engelleyemezseniz bari orada kitap okumasını, gazete görmesini, dergilere bakmasını bir şekilde engelleyin. Orada Türkiye'deki streslerden uzakta olduğu için ve aniden rahatladığından gördüğü her haber onu aşırı heyecanlandırıyor. Bir keresinde sabah 5.00'te beni uyandırıp, Boeing uçak motorlarıyla ilgili bir şeyleri bana heyecanla anlatmıştı, durum o kadar vahim yani. Bu tür heyecanların muhabirlerde değil de genel yayın yönetmenlerinde olması hem dramatiktir, hem de sonuçları itibarıyla anarşi yaratıcıdır.
Özetle bu yazı dünkü Hürriyet'in sürmanşetinde yer alan ‘‘Kolesterolü sekiz haftada yendim’’ yazısı üzerine yazılmıştır.
Bu sürmanşet bir Ertuğrul Özkök klasiğidir, çünkü kitap onun son ABD gezisinde alınmıştır ve daha da önemlisi bu kitap onun karakteristik bir özelliği haline gelmiş olan kolesterol ile ilgilidir.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2002
<B>GEÇEN </B>gün içinde dolaşmak için orta ölçekli bir metro sistemine ihtiyaç duyacak kadar büyük olan alışveriş merkezinde yürüyordum. Charlie Parker'ın çalış stiliyle Marlon Brando'nun oyunculuğu arasındaki derin bağlantıları düşünmekteydim yürürken.
Bir tanesi spontane çalıyor, diğeri spontane rol yapıyor, canını sevdiğimin Bebop'ı bu ve işin aslına bakarsanız Jack Kerouac da spontane şiir yazıyor, o da bebop'çı yani.
Bunları düşünürken birden hayatımın ender rastlanılan doruk noktalarından bir tanesine ulaştım.
Baktım ilerde Orhan Boran. O da benim gibi alışveriş yapıyor.
Hayranım ona ya, bilin bunu.
Benimkine paralel yaşamında ve kendi bağımsız coğrafi alanında bir yandan alışveriş yapar gibi izlenim yaratırken bir yandan da bana ne tür problem çıkarabileceği konusunda düşünmeyi de bırakmayan Rana'ya koştum ve ‘‘Bak Orhan Boran’’ dedim.
‘‘Git merhaba de’’ dedi. Çok nadiren bana birileri merhaba dediğinde ne tür bunalımlar yaşadığımı bildiğimden bunun ayıp olacağını söyledim ve bunu söyler söylemez de merhaba demek için gittim yanına.
Korktuğum olmadı, ben onu sonunda tanımış olmaktan son derece mutlu oldum.
O da mutlu oldu mu bilemem, bana öyle göründü ama yanılıyor da olabilirim çünkü paranoyalarım da var benim ve biri çıkıp da onun arkamdan söylendiğini söylerse bana buna da inanırım hemen, çünkü temelde ben antipatik bir insanım, bunu biliyorum ve durup dururken insanların karşısına çıktığımda onlardan sempati görmeyi de beklemem.
* * *
Bu tanışma anı son günlerimin zirve noktasını oluşturuyordu, bunu yaşadıktan sonra aşağıya doğru iniş başladı.
Şu anda depresyondayım ve son günlerde yazımım çıkmama nedeninin fiziksel bir hastalık sonucu olduğunu düşünüyorsanız eğer ben de size diyorum ki çok yanılıyorsunuz be babacığım, durum öyle bildiğiniz gibi değil, aksine katiyen bilemeyeceğiniz gibi.
Aslında Orhan Boran ile tanıştığım anda depresyona tekrar girme eğilimim yüzeye çıkmıştı çünkü o benden daha genç ve zinde durmaktaydı.
Temelde bu çok mantıksız bir şeydi çünkü ben gençliğimde onu radyoda dinliyordum, bu olamazdı ama olmuştu işte, ben onun abisi gibiydim.
Hızlı ve dramatik yaşlanmam nedeniyle direkt olarak Rana'yı suçladım ve o hayatında ilk kez bu suçlamayı reddetmedi çünkü son olarak problem yaratmadaki ustalığını yeniden konuşturarak bu türden şeylerde gerçekten büyük bir dáhi olduğunu bana göstermişti ve aslına bakacak olursanız temelde bu suçlamama verecek bir cevabı da yoktu.
* * *
Rana'nın yarattığı problemleri çözemiyorum. Aslında hayattaki hiçbir problemi çözemiyorum. Örneğin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök New Orleans'da Emeril Lagasse'nin restoranında yemek yedi mi? Hasan Cemal ‘‘Kar’’ romanını neden illa da bir kayak merkezinde tatil yaparken okumak zorundaydı? Mehmet Y. Yılmaz Manhattan adlı kokteyli gerçekten doğru olarak yapmayı biliyor mu?
Bu sorular ve bunların yarattığı problemler de çözümsüz kafamda.
Kronik depresyon ve paranoyalarım nedeniyle takıntılarım da korkunç fazlalaşmış durumda.
Örneğin şu anda içimin biraz olsun rahatlaması için bu yazıyı tam dört kez tekrardan yazmam gerekiyor. Yanlış anlamayın değiştirerek yazmaktan bahsetmiyorum, illa da aynı yazıyı tam dört kez tekrardan yazmak zorundayım.
Her şeyi (seks hariç) tam dört kez aynen tekrarlamadığım takdirde büyük felaketlerin olacağını düşünüyorum uzun süredir. Dört kez sifon çekiyorum örneğin, su içeceksem dört yudum veya bunun katsayıları olan 8, 16, 24 yudum içmek zorundayım.
Havagazını dörder kez kontrol ediyorum, Afet'i dört kez yürümeye çıkarıyorum, gecelik rakı tüketimimi de mecburen dört kadehe çıkardım (aslında uğur bozulmasın diye bunu 2'ye indirmeme de izin var ama bu tavizi katiyen veremem).
Ve bir gün cinayet işlersem eğer şunu da bilin ki kurbanımı (kurbanlarımı) tam dörder kez aynı şekilde öldüreceğim.
Başka çare yok, bu böyle.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2002
<B>BATI </B>karşıtı düşünce insanlarının sık sık ortaya attıkları bir kavramdır <B>‘‘oryantalizm’’.</B> Doğulu toplumlara Batı'nın içinden üremiş önyargılarla yaklaşıp, o toplumları gerçekten anlamadan, kendi varsayımları doğrultusunda kategorileştirme çabalarına ‘‘oryantalizm’’ deniliyor.
New York Columbia Üniversitesi Profesörü Edward Said, aynı adlı kitabında ve başkalarında oryantalizmin dünyaya bakış süreçlerini, önyargılarla yoğrulan bu sürecin ürettiği algılama biçimlerini, bu algılama biçimlerinin kendi fikirlerini yaymakta kullandığı iletişim mekanizmalarını çözümlemiştir.
Gerçekten de özellikle Batı toplumlarının sıradan vatandaşlarında oryantalist bakış açısı, onlar farkında olmasa da ‘‘ötekilere’’ bakışlarının tüm içeriğini belirleyici konumdadır.
***
Bu böyledir de meselenin üzerinde durulmayan bir başka yönü de bulunuyor.
‘‘Occidentalism’’ diye bir kavram da var.
‘‘Batı'ya özgü’’ diye bilinen yaşam biçimlerinin, düşüncelerin, tavırların anlaşılmasına, çözümlenmesine yönelik düşünceyi üreten bir yaklaşımı ifade etmesi gereken bu kavram, zaman içinde istisnasız her durumda Batı'dan nefret eden, Batı'ya kin ve nefretle yaklaşan, saldırgan bir ideolojiye dönüşmüştür.
Çünkü aynen oryantalizmde olduğu gibi burada da meselelere Batı dışından baktığını iddia eden insanlar, tüm önyargılarını çalışmalarına taşımışlardır.
Ancak ‘‘oryantalizm’’ ile aradaki fark da burada ortaya çıkar aslında.
‘‘Oryantalizm’’ en azından kendi içinden, kendi önyargılarını, nefretlerini, yanlışlarını sorgulayacak, Doğu'yu gerçekten seven, onun dillerini, kültürlerini öğrenmekten mutluluk duyan, İslamiyet'i çözümlemeye ve onu gerçekten anlamaya çalışan insanları da çıkarmayı başarmıştır.
Occidentalism'de ise bu yoktur; orada genel eğilim, Batı'ya gözü kapalı bir kin ve nefret duygusunun tatmin edilmesi yönündedir.
(Bu yazı için kaynak ‘‘Occidentalism’’ Avishai Margalit, Ian Buruma, ‘‘The New York Review of Books’’, İnternet edisyonu January 17, 2002.)
***
Occidentalism, sadece Doğu toplumlarına ait olan bir kavram da değildir.
Örneğin Nazi Almanya'sında, bu sistemin teorisyenlerinin ortaya çıktığı 1930'larda occidentalism'in en önemli atılımları yapılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı'nda Japon occidentalistleri, Batı nefreti üzerine çok kapsamlı teoriler üretmişlerdir.
Usame bin Ladin'le sembolleştirilen nefrete yönelik radikal dinci saldırganlık ile Alman Nazileri ve Japon occidentalistleri arasında son derece ciddi teorik bağlantılar vardır; tarihsel süreçte bunlar birbirleriyle kardeş olan eylemcilerdir.
***
İnceleyin bakın, anlattığım tüm bu akımlarda düşmanlar aynıdır.
Kadının özgürlüğünden, cinsel tercihlerde serbestlikten, liberalizmden, modern dünyadan, kapitalizmin büyük şehirlerinden, büyük şehirlerin hazza dayalı yaşam biçiminden korku ve nefret, hem Japon occidentalistlerinin, hem Nazi teorisyenlerinin, hem de radikal İslami teröristlerin ortak özellikleridir.
Bu yaklaşımlar, korktukları yaşam biçimlerini anlamaya çalışmak yerine onu tahrip etmeyi tercih ederler.
Hemen hepsinde Babil'in Kuleleri sembolü vardır, bunun yıkılması gerekir.
Bu nedenle de Japonlar, Pearl Harbor'a saldırmıştır; Naziler New York'u bombalamayı son derece ciddi olarak düşünmüşlerdir. Sonunda onların düşündüğünü modern occidentalistler olan radikal İslami teröristler, Dünya Ticaret Merkezi'ni yani modern Babil'in Kuleleri'ni yıkarak gerçekleştirmişlerdir.
Günümüzde tüm dünyadaki occidentalist nefret ordusunun ortak hedefi, ABD haline dönüşmüştür.
Avrupa bu nefretin hedefi olmamak için her türlü cambazlığı yaparak tarihin her döneminde, zor durumda kaldığında yanında olmuş olan ABD'yi arkasından vurmaktadır.
Çünkü bu occidentalistlerden, Fransa ve özellikle de Almanya'da bol miktarda vardır.
Amerika'dan nefret, modern dünyanın en büyük sorunlarından bir tanesidir; çünkü nefretin bulandırdığı zihinler insana özgü güzelliklerin ve her toplumda iyi yaşam yaratma potansiyeline giden yolun aslında nefret ettikleri o toplumun özünde yattığını hiçbir zaman göremeyeceklerdir.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2002
<B>AMERİKALILAR </B>bazı insanları <B>‘‘Poor White Trash’’ </B>diye adlandırırlar. ‘‘Fakir Beyaz Süprüntü’’ olarak tanımlanan bu insanlar, genellikle sürekli park edilmiş olarak duran eskimiş karavanlarda yaşarlar, belirli bir işleri yoktur, saldırgandırlar, pislik içinde yaşarlar, kavgacıdırlar ve alkoliklerdir.
‘‘Fakir Beyaz Süprüntü’’ler aynı zamanda ırkçıdırlar, sık sık kavgalara karışırlar.
* * *
Bu ‘‘Fakir Beyaz Süprüntü’’leri düşünürken aklıma Avrupa'ya özgü başka bir kavram geldi.
Aslında aklıma gelen yeni tanımın Amerika'dakilerle uzaktan yakından alakası yok.
Ben bunlara ‘‘Rich White Euro Trash’’ adını taktım.
Yani ‘‘Zengin Beyaz Avrupalı Süprüntü’’.
Bunlar son derece düzgün insanlar ilk bakışta.
Güzel kıyafetler giyiyorlar.
2 veya 3 lisanı güzel konuşuyorlar.
Yemek ve içki zevkleri gelişmiş, iyi eğitim de almışlar.
Yani ‘‘Zengin Beyaz Avrupalı’’lar da, peki ama ‘‘süprüntü’’ tanımını neden hak ediyorlar, bunu soracaksınız şimdi.
Müsaade edin onu da anlatayım.
Onların süprüntülükleri davranışlarından kaynaklanıyor.
‘‘Zengin Beyaz Avrupalı Süprüntü’’ sol-liberal gözlüklerle bakar dünyaya. Onun için soyut kavramlar vardır; bu soyut kavramları arkadaşlarıyla uzun saatler boyunca oturup tartıştığı kafelerde düşünmüştür. Kendisine bu soyut kavramlar doğrultusunda misyonlar oluşturmuştur. Eh geçinme sorunu fazla yoktur, zaten işsiz kalacağı da pek yoktur; çünkü resmi bir kurumda görevlidir büyük ihtimalle.
Bu Avrupalı süprüntüler, dünyadaki her ülkeyi kendi ülkeleriyle karşılaştırarak değerlendirirler.
Örneğin, Türkiye'de ordunun, polisin, devletin diğer kurumlarının tavırları, ne bileyim ben bir Belçika'daki gibi olmadığı sürece Türkiye onlar için kaybedilmiş bir ülke olmakta devam edecektir.
Türkiye'yi bölmek için savaşmaya hazır bir terörist sürüsünün var olması, radikal dincilerin hazırda beklemeleri, komşularımızın Türkiye'den nefret eder durumda olmaları, radikal dincilere kucak açmaya hazır bir partinin fakirlik ve işsizlik nedeniyle en fazla oy almaya aday halde olması, Avrupalı süprüntüyü hiç alakadar etmez.
Soyut fikirler ve kavramlara inananlar böyle detay meseleleri sevmez, bu detay meseleler teorinin güzelliğini bozduğu için onları düşünmek bile istemezler.
Gerçekliği öne sürenleri de anında antidemokrat olarak tanımlarlar, kategorileştirirler.
Gerçekliği reddederek başka ülkelerden taleplerde bulunan bu insanlara Türkiye içinden de destek çok bol.
Gazetelerde de yazıyor bu destekçilerin bir bölümü.
Bunlar zannediyorlar ki, tam demokratikleşme ve Avrupa standartları tavizsiz kısa zamanda uygulandığında, kendi reddetmiş oldukları gerçeklikteki sorunlar da bir anda ortadan kalkacak.
Kafalarını kuma sokunca meselelerin, tehlikelerin ortadan kalkacağını sanan devekuşları gibi davranıyorlar anlayacağınız.
Avrupalı süprüntüler, bizim acı çekmekte olan entelektüellerimizi de kurtaracaklar teorik müdahaleleri sonunda.
Bunu umuyorlar, bunu bekliyorlar.
Hayat böyle onların düşündüğü gibi kolay olsa, keşke Türkiye'de yukarda saydığımız sorunlar olmasa; keşke demokratikleşme sağlandığında ortadan kalkmayacak, aksine daha da azacak olan gruplar Türkiye'de olmasa; keşke bize demokrasiyi getirmek için çalışmakta olan yeni misyonerlerin kendi ülkelerinde demokrasi adına bu gruplar desteklenmese, palazlanmasa; keşke bizim de komşularımız Irak veya İran yerine örneğin Hollanda veya Fransa olsa, keşke...
Keşke, keşke.
* * *
Ben Avrupalıya kızmıyorum; o en azından kendi dışındaki bir ülkeyle ilgili laf söylüyor, işini yapıyor, maaşını hak ediyor.
Ancak bu ülkede düşünen insan olarak ortaya çıkan insanlar yıllardır, hiç yorulmadan kendi yaşam biçimlerini koruma altın almış olan kurumları yıpratıp durdular.
Soyut fikirler uğruna, düzeni zor bela koruyan kurumlara vurdular da vurdular ve hálá vurmaya devam ediyorlar.
Ve hiç düşünmüyorlar ki, soyut fikirler uğruna, kendi aktif katkılarıyla bu kurumlar çökerse ilk zarar görecekler de kendileri; çünkü ilk saldırı kendi yaşam biçimlerine gelecek.
İşte ben Avrupalı süprüntüye değil de bu bizimkilere kızmaya başladım son zamanlarda.
Ve eğer bazı şeyleri korumak için Avrupa Birliği'ne üye olunmaktan vazgeçilecekse geçilecek.
Ne yani, demokratlar üzülecek diye Türkiye'yi mi riske atalım?
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2002
<B>DÜNYA </B>tarihinde yepyeni bir sayfa açılacak yakında.<br><br>Son derece önemli bir dönüm noktasına doğru hızla gidiyoruz. 11 Eylül'deki saldırıyla başlayan süreç, dünyada birçok dinamikleri ateşledi, saflar belirginleşti ve oldukça uzun sürecek bir hesaplaşma dönemi de başlamış durumda artık.
Bu süreçten geri dönüş yok ve her insan safını açıkça belli etmek, tavır almak zorunda bu süreçte.
Çünkü istese de istemese de olaylar böyle bir tavır alma durumunu her insana sonunda empoze edecek, bu belli artık.
* * *
Amerika'nın başkenti Washington'da, İngiltere hariç Avrupa'yla ilgili ciddi bir hayal kırıklığı yaşanıyor.
ABD, teröre karşı açtığı savaşta, demokratik söylem dışına çıkabileceğini hem açıkladı, hem de bu yönde adımlar attı.
Avrupa ülkeleri ise demokratik söylemlerden hiçbir taviz vermeden bu işin halledilebileceğini düşünüyorlar.
Fikir, ifade, vicdan özgürlüğü ne kadar yaygınlaşır ve gelişirse terörün de o oranda azalacağı söylemine inanmış durumda Avrupa.
Bunun defalarca yanlışlanmış bir düşünce olduğunu bilmelerine rağmen bu konuda ısrarlılar.
Yeni düşmanın, yani uluslararası terörün, bu tür özgürlüklerle alakası olmadığını, aksine Avrupa'nın bu tür ilkelere uygun davranacağız diye yıllardır sergilemiş olduğu hoşgörülü tavır nedeniyle vicdanları kötülükle dolu insanların sürekli olarak güçlenmiş olduğunu da göremiyorlar.
* * *
Tarihin dönüm noktalarında bazen teoride doğru olanın bildiğimiz anlamda medeniyetin çöküşüne yol açabileceği, teoride ters gelenin ise medeniyetin kurtulması için son şans olduğunu görmemiz gerekiyor.
ABD, birçok yanlışlar yaparak girmiş olduğu bu savaşta haklıdır.
Avrupa, bu savaşa tam desteğini vermemekle modern tarihin en büyük hatasını yapmaktadır. Bu hatanın sonuçları olacaktır ve elbette bu sonuçların bedelinin onlar açısından daha da ağır olmasını yine ABD ilerde sağlamak zorunda kalacaktır.
Avrupa'nın demokratik ilkeler perdesi altındaki ikiyüzlülüğünün ve korkaklığının faturasını ilerde yine ABD yüklenecektir.
Türkiye'nin yapması gereken, yanlış yaptığına inandığı durumlarda bunu açıkça söyleyerek girilen savaşta net olarak ABD'nin yanında yer alması ve bunu sadece bazı ekonomik çıkarlar için yaptığı fikrini kafasından silmesidir.
Çünkü yeni başlayan dönemde dünya öylesine kritik bir şekilde yeniden yapılanacak ki, birçok dengeler öylesine yeniden sağlanacak ki, o süreçte ülkelerin nerede durdukları çok uzun dönemde son derece önemli olacak, sadece kısa vadeli çıkarlar ise bir anlam ifade etmemeye başlayacaktır.
* * *
Bana göre Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik hayali 11 Eylül günü bitmiş durumdadır.
Avrupa ülkeleri, teorik doğrular adına Türkiye'den, bizim kendi meselelerimizi, dengelerimizi, karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeleri hiç göz önüne almadan bazı taleplerde bulunmaktadırlar.
Bunlar gerçekçi değildir ve içine girilen yeni dönemde Türkiye illa da Avrupalı olmanın teorik önkoşulları karşılansın diye bunları kabul ettiği takdirde, ülkemiz aniden büyük tehlikelerle karşı karşıya kalabilir.
Bugün yapılacak şey, önümüzdeki sorunun aslında entelektüel söylemlerde sunulmak istenildiği gibi çok da karmaşık olmadığını göstermek, teorik doğrular konuşacağız diye lafı evirip çevirmemek ve net olarak safımızı tutmak olmalıdır.
Pratikte atmış olduğu birçok yanlış adıma rağmen ABD'nin terörle savaştaki ana hedefleri doğrudur ve uzun dönemde medeniyetin var olabilmesi için de tek yoldur.
Atatürk'ün tek bir medeniyet olduğu fikrini cumhuriyetin temel direği yapmış olan ülkemizin, bu savaşta tutacağı safla ilgili nasıl tavır alması gerektiği konusunda uzun boylu düşünmesine gerek bile yoktur.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2002
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>hafta Mısır'da büyük bir felaket yaşandı, mutlaka okumuşsunuzdur. Bir yolcu treninde yangın çıktı 400 insan öldü.
Acımamak, üzülmemek mümkün değil böylesine büyük bir faciaya, can kaybına.
Olayın detaylarına bakınca da sinirlenmemek mümkün değil.
Düşünsenize, kapasitesi sadece 150 olan vagona 450-500'e yakın insan doldurmuşlar.
Anlamadığım bir nedenden dolayı vagonların pencerelerinde ise demir parmaklıklar varmış.
Ve gayet tabii ki o tıkış tıkış dolu olan vagonun içinde yemek pişirmek için, çay içmek için tüp yakmışlar.
Duramazlar tüp yakmadan, mümkün değil beklemeleri.
Yangın çıkmış, bunun görülmesine rağmen treni durdurmamışlar bir süre.
Yedi kilometre gidildikten sonra ancak durmuşlar, demir parmaklıklar nedeniyle insanlar içerde kalmışlar ve yanmışlar.
*
Şimdi arkadaşlar bakın, dünyada medeniyetler diye bir kavram katiyen yoktur.
Çünkü medeniyet dediğin şey insanının birey olarak gündelik yaşamına değer veren ülkelerin sahiplenmesi gereken bir kavramdır.
İnsanına değer vermeyen, onu her an gözden çıkarılacak bir yaratık olarak gören sistemlerin medeniyetle uzaktan yakından alakası yoktur.
Mısır'da yaşanan olay Arap ülkeleri arasında en gelişmişlerden olan Mısır'ın bile onca haşmetli geçmişine rağmen medeniyeti yakalamayı başaramadığını net olarak göstermektedir.
Evet tabii ki kaza her ülkede olur ama medeni hiçbir ülkede kapasitesinin dört misli insan doldurulmuş vagonda demir parmaklıklı vagonda tüp yakılmasına izin verilmez.
Medeni ülkede bireyler öyle bir vagonda ateş yakmaya cesaret etmez, bunu akıl dışı bulur, akıl dışı davranmaya yeltenenleri de uyarır, uyarıyı dinlemeyeni de polise şikáyet eder.
Medeni olmayan ülkelerde bu tür olaylar ertesi gün unutulur çünkü insan yaşamının oralarda pek de değeri yoktur.
*
Gelin şu son olay bağlamında İbrahim Tatlıses'in son yaptığını bir daha düşünelim.
Gitti Almanya'da, bir otel odasında mangal yaktı.
Ya kaza çıksaydı, ya yansaydı otel, ya insanlar ölseydi.
Araplara özgü davranışlar Türk insanına yakışmaz. Bizde Arap gibi davranmaya yeltenen çok insan var, dini kardeşlik adına bunu yapıyorlar ama Arapların dinden anladığı Türklere uyar mı uymaz mı onu sormuyorlar.
Türk insanı kendisini bulunduğu coğrafyaya özgü davranışlardan, düşünce biçimlerinden uzaklaştırma savaşı vermişti bir zamanlar, şimdi o savaşta kazanılmış olan medeniyet çizgisi birtakım insanlar tarafından aşağıya çekilmek elimizden alınmak isteniyor.
‘‘Amerika karşıtı olmak’’, ‘‘dini hakları savunmak’’ gibi yalanlarla bizi lanet olası komşularımız gibi yapmak isteyenler var bu toplumda.
Bilmiyorlar ki Türk insanı Atatürk devrimleriyle kazanmış olduğu haklara, yaşam biçimlerine alışmıştır, inancıyla bu yaşam biçimleri arasındaki dengeleri sıradan insanlar güzel bir içgüdüyle bulmuştur ve içimizdeki hainlerin bu dengeleri bozmak için yaptıkları bütün cambazlıklar sonunda bu güzel içgüdüye toslayıp kalacaktır.
Ben buna inanıyorum.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2002
<B>BEN </B>bir süre önce gündelik yaşamımda sinirlenme oranımda düşüş gerçekleştirmeye karar verdim. Bu kararı almadan önce, gündelik yaşamdaki sıradan ilişkilerin hemen hepsinin sadece beni deli etmek için düşünülmüş birer komplo olduğunu bile düşünmeye başlamıştım.
Sağlıklı bir durum değildi bu, kızdıklarımın değişmesine imkán yoktu. Sinirden gebermemek için yapabileceğim tek şey ise, sinir olaylara bakış açımda felsefi bir dönüşüm yaratmamdı.
Kendimi zorlayarak bunu yaptım.
Dün yaşanan ve biraz sonra anlatacağım olaya kadar sakin yaşamaya başladım.
Dün ise geçmişim beni yakaladı ve bir daha bırakacağı da çok şüpheli.
***
Oysa her şey son derece sakin başlamıştı. Rana ile birlikte sinemaya gitmeye karar vermiştik.
Sinemanın bulunduğu yere çok yakın bir market var. İlk önce orada alışveriş yaptık, sonra arabayı park edip biletlerimizi alarak 16.30 matinesini beklemeye başladık.
Büfede ne var ne yok bir bakayım dedim. Döndüğümde Rana'nın gözü ufukta bir yerlere sabitlenmişti.
Son derece ürkütücü bir bakıştı bu, böyle bir ifadeyi ben en son olarak Kuzuların Sessizliği filminde Anthony Hopkins'in suratında görmüştüm.
‘‘Ne oldu’’ dedim, biraz zaman geçip de transtan kurtulduktan sonra ‘‘O kadının yemekte olduğu sandviçten ben de yemeliyim, hem de mutlaka’’ dedi.
Ve evet, gayet tabii ki o sandviçin biraz önce terk etmiş olduğumuz marketten başka yerde satılmadığını da bana aktardı.
***
Saat 16.20'ydi bunu söylediği anda. Dedim ya sinirlenmemem lazım, ‘‘Peki haydi gidelim oraya’’ dedim.
Arabayı almamıza gerek olmadığını söyledi. Ona da olur dedim.
Yürümeye başladık. Rana dükkán seyretme hızıyla yürümekte ısrarlı ve filmin başlamasına 7 dakika kalmış. Biz hálá yoldayız ve benim içimde bazı hisler şahlanmaya başlıyor, ama görünüm olarak hálá çok sakinim.
Markete girdik, bana ‘‘Sen kola al, ben sandviçler bölümüne gidiyorum’’ dedi. Kolayı aldım ve koşarak yanına gittim; çünkü yalnız başına bıraksam oradaki tüm sandviçler üzerine soru sorar ve aralarında yanlış olanlar varsa onların da düzeltilmesini ister.
Yanına varınca tahmin ettiğim gibi sohbetteydi. Ben tezgáhtar kıza şunu ver dedim. Bana hangisinden istediğimi sordular, ben fark etmez dedim. Kız, bizde fark etmez adında bir sandviç yok, diye espri yaptı ve ben sustum.
Aldık paketleri, ben koşarak Rana yavaş yürüyerek kasaların bölümüne geldik. Aman tanrım, sanki banka önünde emekli maaşı kuyruğu vardı orada.
O kuyrukta sıra bana geldiğinde filmde de The End yazardı mutlaka ve bu arada Rana bu endişelerden tamamen uzak sandviçlerden bir tanesini yiyordu.
Sonra aniden bir mucize oldu ve anons yapılarak 2 numaralı kasada sadece kredi kartıyla ödeme yapılabileceği duyuruldu.
Benim önüme geçebilecekleri öldürme kararı alarak oraya koştum. 2 milyon 800 bin lira tuttu hesap. Kredi kartımı verdim ve gayet tabii ki makinede bir arıza oldu. Kart bir türlü geçmiyor.
3 milyon bulup verdim. 200 bin lirası bile olmadığını, onun için sadece kredi kartı alan kasa olduğunu söyledi. ‘‘Olsun, üstü kalsın’’ dedim ama ‘‘Olmaz, kartı geçtim bir kez, cevap beklemem lazım’’ dedi.
Film başladı. Rana bu arada kolasını da açtı.
Bir süre uğraştıktan sonra kasadaki kızın makineye fiş takmayı unuttuğu ortaya çıktı. Bana baktı ve gülümsedi, ben de gülümsemeye çalıştım ama ağzıma kramp girdi. Rana bana sandviçlerin çok lezzetli olduğunu, bir tane daha almak için vaktimiz olup olmadığını sordu ve o anda krampım galiba felce dönüştü. Tezgáhtar kız bu arada kalem bulamadı, kalem bulabilmek için başka kasaları dolaşmaya gitti.
En sonunda çıktık oradan. Tanrım, Rana neden yavaş yürüyor ki ve film o anda 10 dakikadır oynuyor ve.....
İşte o anda elimdeki paketleri bıraktım ve yerde dört kez zıplayarak hepsinde de LANET OLSUN diye haykırdım.
Yazının Devamını Oku