15 Mart 2002
<B>‘‘Akıl Oyunları’’ </B>(A Beautiful Mind) muhteşem bir film. Son derece ağır bir ruh hastalığı geçirmekte olan bir dáhiyi anlatıyor film; bu kadar zor bir işin altından mükemmel kalkıyor.
Filmde anlatılanlar gerçek olaylardan kaynaklandığı için de etkilenme dereceniz katlanarak artıyor şüphesiz.
Mutlaka gidin bu filme ve 2 saatliğine de olsa gerçek yaşamdan koparak beyaz perdenin büyüsüne kaptırın kendinizi.
Büyük sinema eleştirmeni Pauline Kael, filmlerin ancak böylesine büyülere kapılmaya açık insanlar tarafından hakkı verilerek seyredilebileceğine inanırdı; siz de bu işi bilen insanın tavsiyesine uyun.
***
Filmin her anı beni etkiledi, ancak üniversiteyle ilgili bölümü özellikle çarpıcı geldi.
Gözlerimi sulandıran sahne ise filmin sonlarına doğruydu.
Profesör Nash'e Nobel adaylığı önerisi getirilecektir, ancak onun yıllardır süren hastalığından kurtulup kurtulmadığı konusunda şüpheler vardır.
Açıkçası kendisine ödül verildiği takdirde onun yine ‘‘delice’’ davranıp herkesi utandırmasından korkulmaktadır.
Nobel ödül kurulundan bir temsilci, onun durumunu araştırmak üzere üniversiteye gelir.
Profesör Nash hastalığını yenememiştir aslında, ama onunla birlikte yaşamayı öğrenmiştir. Yine hayaller görmektedir ama hayalleriyle gerçekliği beyin gücüyle karıştırmamaktadır artık.
Bir anlamda hayallerinin, paralel bir yaşamda kendi yaşamını fazla bozmadan yaşamalarını sağlamıştır.
Profesör Nash, Nobel kurulunun temsilcisinin gerçek niyetini hemen anlar gayet tabii ki.
Hálá ‘‘deli’’ olduğunu söyler hatta.
İşte o anda da muhteşem olay yaşanır.
Yıllar önce o şimdi profesör olduğu okula öğrenci olarak daha yeni başlamışken, tesadüfen şahit olduğu bir olay aynı mekánda aynen kendisine olur.
Yemek salonunda başka masalarda oturan diğer profesörler, tek tek masalarından kalkıp Nash ve Nobel temsilcisinin oturduğu masaya gelirler.
Ve ceplerinden çıkardıkları kalemlerini onun önüne bırakırlar.
Sevgili okurlar, bu bir insanın bilimsel düzeyine, akademisyenliğine, beynine duyulan büyük saygının ifade edilmesiymiş, bir gelenekmiş.
Düşünsenize, bilim adamları sırayla geliyorlar ve en içten duygularla size kalemlerini bırakarak yaşamınızın en büyük ödülünü veriyorlar.
Gözler nemlenmeden o sahneyi seyredebilmek imkánsızdı.
***
O sahneyi seyrettikten sonra tekrar karar verdim ki bizde maalesef gerçek anlamda üniversite yok.
Çok az sayıda evrensel niteliklere sahip bilim adamı var Türkiye'de.
Onlar da her gün mücadele ederek yaşamak zorundalar.
Güya meslektaşları olanlar onlara bırakınız kalemlerini filan bırakmayı, ilk fırsatta kalemle arkalarından yaralamak için fırsat beklerler.
Kıskançlık, ayak oyunu, dedikodu, üniversite öğretim üyeleri arasında olağanüstü yaygındır.
Aralarında bir tanesi yeni bir fikir denemeye kalksa, yeni bir makale yazsa, yurtdışında makale bastırmak için uğraşsa, hemen bir cephe ayağını kaydırmak için harekete geçer.
Gerçi yeni fikir üretenler, yurtdışında yazı yayınlayanlar pek azdır aralarında ama onlara bile tahammül etmezler.
Kendi aralarında bu durumda olan hocaların, öğrenciye de fazla bir şey verebilmeleri mümkün değildir gayet tabii ki. Bu yüzden de Türkiye'de üniversiteye giden öğrencilerin önemli bir bölümü, neredeyse liseden mezun oldukları düzeyin de altında olarak üniversite diploması alırlar.
Bir yanda meslektaşlarına duydukları saygı nedeniyle ona kalemini bırakan bilim adamları, bir yanda da bizim dedikoducular ve onlardan kaçmak için ne yapacağını şaşırmış olan azınlıktaki gerçek bilim adamlarımızın çaresizliği.
Karşılaştırın iki tabloyu, trajediyi net olarak görün.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2002
<B>ANLADIĞIM </B>kadarıyla KÜRT-TV pek yakında yayına başlayacak. Tüm halkımıza, yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza, yavru vatan Kıbrıs'a ve Amerika'daki Meluncanlara hayırlı ve uğurlu olsun.
Bana sorarsanız aslında bizim Türkçe öğreten bir TV kanalına ihtiyacımız var; çünkü yurdum insanlarının büyük bölümü Türkçe'yi sadece 200 kelimeden ibaret zannederek, hayatını bu şekilde yaşayıp gidiyor.
Onların bildikleri kelime hazinesini 400'e filan yükseltebilirsek o zaman, ancak o zaman belki 40 yıl sonra Avrupa Birliği'ne girme meselesini tartışmaya başlayabiliriz.
Durum böyleyken, Kürtçe TV olağanüstü abuk bir girişim ama olsun; demokrasi böyle olacak diyorsa bu da olsun elbet, ne yapalım!
***
Ben araştırmacı gazetecilik ekolünden geliyorum.
Bir mesele hakkında fikir bildireceksem o konuda mutlaka bilgiye, belgeye dayanırım.
BOŞA KONUŞMAM!..
Bakın yazarken bile sinirleniyorum; çünkü boşa konuşanlardan bunaldım be!
Bugün de içinden fışkırmış olduğum ekolün bana doğru olarak öğrettiği şeyi yapıyorum işte.
Konumuz Kürtçe yayına hazırlanan televizyon kanalı ya, ben de gittim bu kanalın son derece rutin bir gündeki akış programını ele geçirdim.
Türk basınında olay yaratması kuvvetle beklenen bu belge ilk kez burada gün ışığına çıkıyor.
İşte KÜRT-TV yayın akışı:
***
7.00: İstiklal Marşı ve açılış.
7.05: Aerobik saati. Hareketler Kürtçe komutlar eşliğinde yapılacak. Her Kürtçe komutun Türkçe karşılığı alt yazıyla verilerek, Türk kadınlarının da bu faydalı spor saatinden gerektiği gibi yararlanmaları sağlanacaktır.
7.30: Doğum kontrolünün güzelliklerini anlatan dokümanter. Bu programda insanın mutlu olması ve mutlu kalması için katiyen çocuk yapmaması fikri Kürtçe olarak anlatılacak. Programda üç, dört çocuklu bahtsız Türk aileler, 47 yaşından sonra baba olmak gibi abuk durumla karşı karşıya kalan şapşal Türkler ekrana getirilerek, Kürt halkına sakın ha çocuk yapmayın diye seslenecekler.
9.00: Dokümanter: ‘‘Bir Türk Dünyaya Bedeldir’’ adlı güreş sporunun tarihinin ele alındığı belgesel Kürtçe dublajlı olarak sunulacak.
11.00: Haberler ve hava durumu: Program akışının bu bölümünde Kürt-TV ile hemen hemen aynı zamanda yayına başlamış olan Türk Silahlı Kuvvetleri Televizyonu devreye girecek. TSK-TV tarafından KÜRT-TV için özel olarak hazırlanmış olan haberler bu saatte vatandaşa anlatılacak. Bu bölümün en olumlu yanı, hava durumu anlatılırken spikerin Duşanbe, Bişkek, Düşek falan filan gibi abuk adları olan ve ne Kürt ne de Türk hiçbir Türk vatandaşını katiyen ilgilendirmeyen yerlerle ilgili hava raporu verilmesi geleneğine son vermesi olacak. Hava raporu verilirken arka plandaki haritada dünyanın merkezi Diyarbakır'mış gibi hazırlanan bir düzenleme yapılarak Kürt vatandaşların mutlu olması sağlanacak.
13.00: Yiyelim, içelim: Ben eminim ki çok lezzetli Kürt yemekleri de vardır, ancak bu bölümde genelde Fransız mutfağı tanıtılarak, Kürt vatandaşların yerellikten kurtulup globalleşmeleri yolunda sıkı adımlar atılacak. Fransa'dan sırf bu program için getirtilen Kürt şarap uzmanı Kürtçe konuşarak Chateau Margaux tadımını ekranda yapacak ve programın bu bölümü dünyada bir ilki gerçekleştirdiğinden dolayı anında tarihe mal olacak.
15.00: ‘‘Ya İstiklal Ya Ölüm.’’ Kürtçe dublajlı Türk filmi. Sırf ilkelere uygun olsun diye Türkçe çevrilmiş bir film ilk önce Kürtçe dublajla seslendirilecek, ardından da aynı filme Türkçe altyazı yazılacak. Bu operasyonu gerçekleştirecek devlet birimindeki arkadaşlara da film gösterildikten sonra bir ay dinlenme izni verilecek.
17.00: Arkası Yarın: İstanbul'a göç edip köşeyi dönme hayalleriyle yanıp tutuşan bir ailenin dramının işlendiği bu dizi programda başrolü oynayan Kürt oğlan İstanbul'da disjokey, Kürt kız ise televole programının sunucusu olma hayaliyle yaşayacaklar.
19.00: SİNEMATEK: ‘‘Dünyayı Kurtaran Adam-2’’ Vatani görev için sadece bu filmde oynamak şartıyla beyaz perdeye muhteşem bir dönüş yapan Cüneyt Arkın, ilk filmindeki gibi uzaylılara karşı savaşacak ancak bu filmdeki uzaylıların özelliği bölücü uzaylılar olmalarında yatacak. Cüneyt Arkın, bölücü uzaylıları tek tek temizleyecek.
21.00: İstiklal Marşı ve kapanış.
21.05: Hustler TV: Soft pornonun ne Türk ne de Kürt tek bir vatandaşı bile artık tatmin etmekten uzak olduğunu düşünen KÜRT-TV yöneticileri, bu saatten sabah 7.00'ye kadar gerçek hard pornoyu üstelik şifresiz yayınlayarak cumhuriyet tarihinde bir devrimi gerçekleştireceklerdir. Bütün porno filmler Kürtçe dublajlı olacaktır ve sırf bu nedenle Türk vatandaşlar da bunları ilgiyle izleyeceklerdir. Çünkü şunu biliniz ki sarışın bir bayanın ‘‘daha hızlı’’ ve ‘‘aman Tanrım geliyorum’’ diye orgazmik çığlıkları Kürtçe atması gerçekten de komik olmaktadır.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2002
<B>ZAMANINDA </B>o diyarlarda görev yapmış olan dedesi nedeniyle Afganistan'ın bugünkü duruma düşmesinde ailevi sorumluluğu olan <B>Hasan Cemal,</B> vicdan azabını dindirmek için olsa gerek oralara gitti. Hasan Cemal bir milletvekili olsaydı, hakkında gensoru önergesi verilir ve milletvekilliği düşürülürdü; çünkü yılın neredeyse 360 günü yurtdışında oluyor.
Milliyet üst yönetimine sordum; acaba onu gazeteden uzak tutmak için mi durmadan yolluyorsunuz bir yerlere diye, bana kimsenin ona görev filan vermediğini, görevlerini kendi kendine verdiğini söylediler.
Ben onun yerinde olsaydım, tüm görevlerimin Batı dünyasında olmasına dikkat ederdim, ama o bu konuda pek seçici değil; nereye olsa gidiyor.
* * *
Size bir şey söyleyeyim mi sevgili okurlar; bu Babıáli'de kimse kimsenin hayrını bilmez.
İyi niyetle iyi işler yapmaya çalışanları da arkalarından bıçaklayıverirler.
Bunlara benim gibi davranacaksın ki hizaya gelsinler. Bakın ben Ankara'nın doğusuna prensip olarak seyahat etmem.
Bir keresinde Çetin Emeç beni Irak gibi tuhaf bir ülkeye göndermek istemişti, ben estetik gerekçelerle bunu reddetmiştim. Bunun üzerine Çetin Emeç benim 2 yıl boyunca New York'a gitmemi yasaklamıştı.
İnanmazsanız bu dediğime Ertuğrul Özkök'e sorun, o teyit edecektir bu olayı.
Hasan Cemal de bir aralar benim genel yayın yönetmenim oldu (bu konuda ben bir rekora doğru gidiyorum. Sonunda herkes bir aralar benim genel yayın yönetmenliğimi yapmış olacak; sayıları o kadar fazla bunların yani).
Ne yazık ki onunla böyle bir yurtdışı görev muhabbetimiz olamadı. Onun vermeye çalışacağı bir görevi reddetmek şansını yakalayamadım; çünkü o asil olduğu için muhabirlerle direkt muhatap olmazdı.
Konudan sapmayayım, ne diyordum; ha evet bu Babıáli'de herkes kinci, yemin ediyorum.
Hasan Cemal gibi iyi niyetli köşe yazarları da bu yüzden sömürülüyor ve arkadan bıçaklanıyor işte.
Afganistan'da bile peşini bırakmıyorlar onun. Büyük ihtimalle Genel Yayın Yönetmeni (alın işte bir tane daha; ne yapacağımı şaşırmış durumdayım vallahi billahi) Mehmet Yılmaz ona bir komplo hazırladı bu konuda; yani gerçek illa da budur demiyorum ama kuşkularım var işin böyle olduğuna.
* * *
Komplo 11 Mart 2002 tarihli Milliyet Gazetesi'nde ön sayfada net olarak görülüyor. Fotoğrafta Hasan Cemal, dramatik etkisi fazla olsun diye Afgan çocuklarla görülüyor. ‘‘Savaşın masum kurbanları’’ diye acıklı başlıklar da atmış. Çocukların savaş, açlık ve yoksullukla mücadele ettiklerini belirterek biz okuyucularını hüzünlendirmeye çalışıyor.
Ama nafile. Çünkü fotoğrafa dikkatli bakarsanız, büyük ihtimalle Mehmet Yılmaz'ın ajanı olan çocuklardan bir tanesi, çiğnemekte olduğu çikleti tam da o anda balon yaparak şişirivermiş.
Olayın tüm dramatik kurgusu da bir anda o velet nedeniyle bitmiş.
Bunu unutmayacağım; bir basın emekçisine yapılmış olan bu kötülüğün, bu basın emekçisi Hasan Cemal de olsa hesabını soracağım.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2002
<B>İRAN,</B> Türkiye'nin gündemine hep yanlış anlamlar yüklenerek sokuluyor. 28 Şubat sürecinde, Türkiye içindeki bazı irticai terör eylemlerinin sorumlusu olarak lanse edilmişti bu ülke.
Geçen hafta da Avrupa Birliği'ne olası bir blok alternatifin müttefiklerinden birisi olarak adı atıldı ortaya İran'ın.
Bu iki yaklaşımın da ciddiye alınacak bir yanı yok gayet tabii ki.
28 Şubat'ın bazı yanlışlarının yapıldığı günlerde İran'ı terör sorumlusu olarak gösteren yaklaşıma aklı başında insanlar itibar etmemişti.
Şimdi İran'ın Avrupa Birliği'ne alternatif olarak kurulabilecek bir blokta Türkiye'nin ortağı olabileceğine de aklı başında insanlar gülüp geçiyor yine.
Ancak İran meselesini hep böyle yanlış kavramlarla tartışıp, konjonktür değişince de bu çok önemli komşuyu unuttuğumuz takdirde Türkiye açısından hayati önemde bir büyük yanlış yapmış olacağımızı düşünüyorum.
Çünkü Türkiye'nin geleceği açısından en büyük tehlike, gerçekten de İran'dan geliyor ve biz bunun üzerinde düşünmezsek, gerekli tedbirleri almazsak, ileride kendimizi hiç ummadığımız şekilde ellerimizden bütün uluslararası kozlar alınmış olarak bulabiliriz.
***
Neden böyle düşündüğümü açmaya çalışayım.
Anlaşılıyor ki 21'inci yüzyıl, İslam'da reformasyonun yaşandığı yüzyıl olacaktır.
Kötü niyetli insanlar bunu dinden vazgeçilmesi olarak lanse etseler de Hıristiyan reformasyonu sonrasında yaşananlar bunun böyle olmayacağını, aksine dinin modern yaşamla daha uyumlu bir arada yaşamayı kurabilmesi durumunda, dindarlığın çok daha derinden yaşanmasının mümkün olduğunu göstermektedir.
İçinde bulunduğumuz yüzyılın en önemli olayı, aslında İslam'da yaşanacak bu muazzam dönüşüm olacaktır ve dünya tarihi bu dönüşümle birlikte çok daha farklı bir şekilde oluşmaya başlayacaktır.
Çünkü dinini modern yaşamın gerçekleriyle, bireyin modern yaşamda var oluş koşullarıyla uyumlu hale getirmiş olan İslam ülkeleri, tekrar büyük ve modern devletler olarak dünyaya damgalarını vurma ve İslamiyet'in ilk dönemlerinde olduğu gibi belki de dünyayı yönlendirme şansına sahip olacaklardır.
***
Türkiye, uzun yıllardan bu yana İslam'da modernleşmenin kendisi tarafından gerçekleştirildiği iddiasıyla dünya platformlarındadır. Cumhuriyetin birçok başarılarını, yeniliklerini, ilerlemelerini görmezlikten gelme gibi bir niyetim gayet tabii ki yok, ancak bizim dünya platformlarında ileri sürdüğümüz bu iddianın hayli problemli olduğu da bir gerçektir.
Cumhuriyete inananlar, radikal dinci akımlardan korkmaktadırlar ve haklıdırlar da. Öte yandan dini inanışlarını kendisine öğretildiği gibi yaşayamayanlar da bunu kendilerine yapılan bir baskı olarak görmektedirler ki, onlar da haklıdırlar.
Türkiye maalesef bu iki haklı arasında kendisini kilitlemiş kalmıştır.
Bu kısırdöngüden çıkmamıza imkán sağlayacak tek gelişme, İslam álimlerinin Türkiye'de düşünce düzeyinde ciddi bir reformasyon hareketini başlatmak için adım atmaları olabilirdi.
Ancak kalbi temiz inananların kendilerine sürekli yaşam hakkı tanınmadığına inandıkları bir ortamda, düşünce düzeyinde reformasyonu başlatma girişiminin olabilmesi de çok zordur.
***
Öte yanda ise İran var. Bu ülke Humeyni ile birlikte İslam devletinin en radikal yorumlarından bir tanesini kurdu yıllarca önce.
Ancak Arap kültüründen uzak, kültürü, birikimi, eğitimli insan sayısı hayli yüksek olan bu ülke, yıllardır kendi yaşamına yön verdiğini söylediği dinini yeniden yorumluyor, modern yaşamla uyumlu hale getiriyor, aşırılıkları temizliyor, toplumunu daha inanan liberal bir ülke haline getirme yönünde yavaş da olsa kararlı adımlarla ilerliyor.
İslam'da reformasyonu aslında İran her gün yaşayıp öğrenerek, acı çekerek, iç kavgalar vererek yapıyor.
Bu işler zaten böyle olur, kanun hükmünde kararname yayınlayarak reformasyon yapılamaz.
Böyle giderse, biz bu kilitli halimizde kalırsak çok değil en fazla 10 yıl sonra İran, bugün Türkiye'nin kendisini dünya platformunda görmek istediği konumdaki yerine sağlam bir şekilde yerleşmiş ve bizi de bu açıdan önemsiz hale getirmiş olacaktır.
Hem onlar uç noktadan başlayıp bu noktaya geldiklerinden dünya ülkeleri nezdinde prestijleri daha da fazla olabilecektir; çünkü o anda gidebilecekleri tek yön daha önce yaşadıklarına değil farklı bir geleceğe doğru olacaktır.
Türkiye bugün elinde tuttuğu, modern, Batılı ama Müslüman olan tek ülke kozunu kaybederse, İran bu konuma oturursa, ki buna hazırlanmaktadır, o zaman çok ama çok zayıflarız, bunu unutmayalım.
Ne yapılabilir diye sorup memleket için askeriyle, din adamıyla, toplumun her kesiminden insanlarla ortak çalışmak gerekiyor. O nedenle generalin İran konusunu yanlış bir biçimde de olsa gündeme getirmiş olmasını biz avantaja çevirip tartışmayı belki buradan başlatabiliriz.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2002
<B>MEMLEKETTE </B>Avrupa Birliği meselesi tartışılıyor. Tartışmaya taraf olan insanlar Avrupa Birliği'ne üye olma kararının Türkiye'nin özgür tercihi sonucunda alınabilmesi sanki mümkünmüş gibi, sanki yaşlı kıta ile aramızdaki tek sorun ‘‘demokrasi’’ meselesini nasıl yorumladığımız konusundaki farklılıklardan kaynaklanıyormuş gibi bir hava yaratıyorlar.
Bu bir yalan sevgili okurlar.
Sizleri kandırıyorlar, çünkü Türkiye'nin demokrasi kavramını yorumlayışındaki farklar Avrupa yolundaki engellerimiz listesinin en sonlarında bir yerlerde yatıyor.
Ben Türkiye'nin bu haliyle Avrupa Birliği'ne üye olamayacağını, bu haliyle kalmakta ısrarlı olduğu sürece de olmaması gerektiğini çünkü birliğe bu halimizle üye olduğumuz takdirde Avrupa'daki standartların aşağıya çekilmesine neden olacağını, bunu da kabul etmenin imkánsız olduğunu düşünüyorum.
Nedenini de geçen hafta yaşanan bir olaydan yola çıkarak anlatmaya çalışacağım.
***
Geçen hafta İstanbul'un göbeğinde bir semtte, aynı şehirde doğdukları niçin kendilerini ‘‘hemşeri’’ diye tanımlayan iki farklı grup, birbirleriyle savaşmaya başladı.
Semt adı, şehir adı vermek gereksiz çünkü bu yaptıkları onlara, geldikleri şehre veya semtlerine özgü bir şey değil, her an, her farklı semtte, benzer olaylar yaşanabilir.
Yaşananlar hakkında birçok analiz yapıldı ama benim en çok dikkatimi çeken satır aralarında sıkışıp kalan noktalardı.
İki detay önemliydi. Birbirleriyle aniden ölümüne savaşmaya başlayan vatandaşlardan bir bölümünün tepkisi karşı taraftakilerin ‘‘Pis’’ olmalarından kaynaklanıyormuş.
Yazılanlara göre bu vatandaşlarımızın evlerinin altında ahırları varmış, atlarını orada tutuyorlarmış ve ahırları fazla temizlemedikleri için de etraf kokuyormuş.
Onlardan hoşlanmayan karşı grubun iddiasına göre ahır kokusu at sahiplerini fazla rahatsız etmiyormuş çünkü kendileri de fazla yıkanmadıklarından pis kokuları fazla sorun yapmıyorlarmış.
Ne semti tanırım ne de anlatılan grupla ilgili bilgim var, ben burada sadece konu hakkında yazanların verdiği bilgileri aktarıyorum.
Olaylar hakkında bana ilginç gelen ikinci nokta ise bölgede sokağa çıkma yasağı ilan edilmesiyle birlikte ortaya çıktı.
Elektrik şirketinin memurları sokağa çıkma yasağını fırsat bilerek semtteki kaçak elektrik kullanan konutları tespit edebilmişler.
Bunu daha önceden yapamıyorlarmış çünkü semte girmeleri engelleniyormuş.
***
Sevgili okurlar.
Bir ülke düşünün, en modern şehrinin göbeğinde evlerinin altındaki ahırlarda hayvan besleyen insanlar olabilsin.
Semtte komşu olanlar birbirlerine kanlı bıçaklı düşman durumda olsun ve en önemlisi de elektrik sayımı yapmak isteyenlerin bile semte girebilmeleri ancak bölgede sokağa çıkma yasağı ilan edildikten sonra gerçekleşebilsin.
Bütün bunlar olabilsin ve sonra da birileri çıkıp Türkiye Avrupa Birliği'ne üye olsun mu olmasın mı, demokrasimiz ne olacak falan filan diye tartışsın.
Haydi canım sizde, kimi kandırıyorsunuz siz!
Sanki biz istediğimiz takdirde, bu halimiz sürdüğü müddetçe Avrupalı olmamız mümkünmüş gibi!
Gerçekleri bilmesek yiyeceğiz bu yalanları da ama artık sıktılar bu boş lafları edenler.
Size bir şey söyleyeyim mi, bir ülkenin en modern, iddialı şehrinde elektrik sayım memurları bile bir semte ancak sokağa çıkma yasağı ilan edildiğinde girebiliyorlarsa o ülkede demokrasi olabilmesi mümkün değildir.
Ayrıca bu durumda Türkiye'nin Avrupa üyesi olup olamayacağını tartışmak da tam bir komedi örneğidir.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2002
Bir medeniyet düşünün ki bunun içinde hem 150 minimum kiloya sahip olan insanlar olağanüstü sayılara ulaşsınlar hem de yine bu medeniyet içinde insanın kolesterolünün 130' u aşması durumunda büyük felaketler yaşanacağı rutin bir haber olarak algılansın. BÖYLE ŞEY OLMAZ.
BU BİR SAÇMALIKTIR.
Ama ne yazık ki Amerika böyledir işte.
Sinemaya gidersiniz mısır istersiniz.
Tezgahtar 'yağı nasıl olsun az mı çok mu' diye sorar.
Az olsun derseniz sivilceleri henüz patlamamış olan oğlancağız spor salonlarında ağırlık çalışmasında bile pekala kullanılabilecek büyüklükte olan mısır kutusunu bir aletin içine sokar ve üstteki musluğu açar.
Oradan saf eritilmiş tereyağı akıyor sevgili okurlar.
Ben bir keresinde, bunu yaşadıktan sonra 'Bol yağlı mısır'da neler olabileceğini görmek için bir köşede bekledim.
Bir yiğit geldi gayet tabii ki biraz sonra.
Yiğidin karısı da vardı.
Bunların sevişme sahnesini videoya çekseler rahatlıkla belgesel diye seyredebilirsiniz, yani toplamları 450- 500 kilo civarında olmalı.
Bol yağlı talep ettiler ve tezgahtar yine aynı işlemi yaptı.
Az yağlı mısır ile bol yağlı mısır arasındaki tek fark birincisinde hacim olarak mısırların daha fazla olması, ikincisinde ise hacim olarak yağın daha fazla olmasından ibaret.
Bu size küçük bir detay olarak gelebilir ama bana inanın değil ve o noktada önemli olan şey sinemada bu tür insanların, yani bol yağlı mısır alıp kilolarıyla birlikte içeriye girenlerin yanındaki bir koltuğa düşmemektir.
Bunu neden söyledin derseniz onu da anlatayım. Ben bir keresinde tamamen mecburen böyle bir adamın yanına oturmak zorunda kaldım sinemada.
Etleri ve yağları kendi koltuğuna sığmadığı için benim koltuğuma da taşıyordu.
Dikkat etmesem bir insan bataklığının içinde boğulup gitmem kaçınılmazdı.
Adam bu arada avucuyla ağzına attığı mısırları öğütürken arada bir de gülüyordu ve gülünce de etrafa bol yağlanmış mısır fışkırıyordu.
Bu fırlayan mısırlardan bazıları onun şort giymekte ısrarlı olan bacaklarına da düşüyordu ama oradan yere düşmüyordu çünkü bacağın içinde bir yerlerde yağlı mısırlar, bacak yağının içinde kayboluyorlardı.
Şimdi düşünüyorum da medeniyetler çatışmasında o adamın bile benim medeni diye tanımladığım tarafta olması hem bana hem de medeniyet kavramına bir hakarettir.
Bunu da bilin yani.
*
Bütün bunları anlatmaktan maksadım şu ki:
Ertuğrul Özkök'ün neden olduğu bir dizi zincirleme olay nedeniyle bizim gazetede geçen hafta yayınlanan kolesterol dizisinde verilen rakamlar katiyen moralinizi bozmasın.
Amerikalılar son zamanlarda işi iyice azıttılar. Örneğin tansiyonda normalin büyükte 11 küçükte yedi olmasında ısrarlılar.
Amerika'da bile bu oranın sürekli tutturulması mümkün değil çünkü bir adet az yağlı mısır yediğiniz takdirde bile sadece küçük tansiyonunuzun miktarı Amerikalılar’ın büyük ve küçükte normal olarak tanımladığı miktarların toplamına eşit oluyor.
Orada öyleyken burada durumu düşünüz siz.
Biz Akdenizli’yiz kardeşim, daha ana rahmindeyken kolesterolümüz helalinden bir 150'nin altına düşemez, biz kötü kolesterolü biliriz iyi kolesterol kullanmayız ve bütün bu gerçekleri genel yayın yönetmeninin bile değiştirmesi mümkün değil.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2002
<B>GENEL </B>Yayın Yönetmeni <B>Ertuğrul Özkök, </B>bir süre önce yazdığı yazıda tüm köşe yazarlarına <B>‘‘Bu köşeler bizim babamızın malı mı?’’ </B>sorusunu sormuştu. O yazıya medyada birçok yanıt verildi.
Kimse ortaya çıkıp da ‘‘Babamızın malıdır’’ demedi gayet tabii ki ama ‘‘Köşemiz ne benim malım, ne de başkasının malıdır. Bu köşe tüm okuyucularındır, halkındır’’ diye ilk bakışta çok güzel bir şey söylüyormuş gibi gözüküp de yine temelde sıfır anlamı olan laflar edenler de oldu her zamanki gibi.
Ben bu meseleye bir süredir girmek istiyordum, ama ne diyeceğimi bildiğim halde meseleyi nasıl formüle edeceğim konusunda üslubu bir türlü yakalayamıyorum.
Ancak birkaç gün önce ünlü editör Tina Brown hakkında okuduğum bir olay, meseleyi istediğim biçimde ele alma imkánını tanıdı bana.
Gecikmeli olarak katıldığım bu tartışmaya umarım bir katkıda bulunmuş olacağım.
***
Tina Brown, Amerikan yayıncılık dünyasında çok önemli yeri olan bir kadındır.
Çok genç yaşta İngiltere'den Amerika'ya kocası ünlü gazeteci Harold Evans ile birlikte göç etmiş ve Newhouse yayıncılık imparatorluğunun içindeki çok önemli iki dergi olan Vanity Fair ve New Yorker dergilerinin editörlüğünü uzun yıllar boyunca yapmıştır.
Newhouse yayıncılık imparatorluğu son derece ilginç ve incelenmesi gereken bir medya şirketidir.
S.I. Newhouse veya New York medya çevrelerinde yaygın bilinen adıyla Si, Conde Nast magazin imparatorluğunun sahibidir.
Kardeşi David Newhouse ise imparatorluğun gazeteler bölümünün başındadır.
Newhouse ailesinin gazeteleri küçük gazetelerdir. Onların yayılma stratejisi, Amerika'nın her küçük şehrinde genelde tekel konumunda olan yerel gazeteyi satın alarak büyümektir.
Bu şekilde yürüttükleri büyüme stratejisi sonucunda Newhouse ailesi, hem Amerika genelinde büyük güç, hem de olağanüstü paralar kazanmıştır.
Kardeşler arasında bu konuda da ilginç bir işbölümü vardır. David'in yerel gazeteleri neredeyse banknot matbaasında para basarcasına gelir getirmekte, buna karşılık Si'ın Conde Nast imparatorluğu da bu paraları yemekle meşgul olmaktadır.
Bir anlamda gazeteler finansmanı sağlamakta, dergiler ise Newhouse kardeşlere büyük ün ve prestij sağlama rolü oynamaktadır.
Bu nedenle de çoğunluğu zarar eden dergilere akıttıkları milyonlarca dolar onları rahatsız etmemektedir.
***
Newhouse imparatorluğu içinde editörlük işi kapmış olan insanlar bu nedenle çok şanslıdırlar; çünkü patronlar editörlerine neredeyse sınırsız para harcama yetkisi vermişlerdir.
İlk önce Vanity Fair, daha sonra da New Yorker dergilerini yöneten Tina Brown da bu sınırsız para kaynağını sürekli kullanarak kendisine büyük isim ve prestij sağlamış, patronları da ona katiyen tek bir gün bile laf etmemişlerdir.
Ancak bu ilişki bir gün Tina Brown tarafından bozulmuş. New Yorker Dergisi'nden ayrılan Tina Brown, başka bir patronla Talk adlı dergiyi çıkarma işine soyunmuştur.
Bununla da kalmayıp dünyada hemen her gazetecinin yaptığını yapmaya kalkışmış ve eski patronu Si hakkında ileri geri konuşmaya, onu kötülemeye başlamıştır.
Eski patronuna elveda diyeceği gün odasına gittiğinde, Si Newhouse ona bir ayrılık hediyesi vereceğini söylemiş ve Vanity Fair'in ilk baskısını hediye etmiştir.
Ancak bu Vanity Fair, onun Conde Nast'ta ilk çalıştığı dergi olan Vanity Fair değil, büyük İngiliz romancısı William Thackeray'ın romanı Vanity Fair'in ilk baskısıdır.
Bu romanda Thackeray, Becky Sharp adını verdiği kadın anti-kahramanının, başka insanların parasını ve gücünü kullanarak, insanları baştan çıkararak toplum içinde nasıl da yükseldiğini anlatmaktadır.
Yani anlayacağınız Si, elveda günü kendi para gücünü kullanıp sonra kendisini arkadan vuran Tina'ya son derece şık ve olağanüstü de sert bir tokat atarak yanından göndermiştir, verdiği o hediye kitap sayesinde.
Demek istediğim şu ki; biz gazeteciler bazen gaza geliriz, çalışmakta olduğumuz kurumun gücünü kendi gücümüz, bize sağlanan hakları da doğal ve geri alınamayacak haklar olarak görürüz ve köşeler kimin malı sorusuna da bir türlü dürüst cevap veremeyiz nedense.
Bu tür meseleleri düşünürken, kendi patronundan Tina'ya verilen mesajı da hep hatırlamakta büyük yarar var bence.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2002
<B>SON </B>günlerde Hürriyet üst düzey yönetiminden darbe üstüne darbe yemeye başladım. Bir süredir İcra Kurulu'nda benim yazı yazmama bir süre daha izin verilmesi ancak bunun karşılığında üst yöneticilere sesli veya görüntülü olarak varlığımı belli etmemem yolunda bir karar çıktığı yolunda şüphelerim vardı.
Bu korkunç şüphe beni içten içe yiyip bitiriyordu, sonunda artık böyle yaşamanın imkánsız olduğuna karar verip bunun doğruluğunu araştırmak üzere Hürriyet'e gittim.
Onların sıkça görüldüğü yolunda ihbarların geldiği koridorlarda dolaşmaya başladım.
Büyük bir sessizlik hüküm sürüyordu koridorlarda. Bütün üst düzey yöneticilerinin kapıları sıkıca kapalıydı, kimse dışarıya çıkmıyordu , hiçbirisiyle tesadüfen karşılaşmama imkán yoktu.
İhbar gelmişti benim dolaştığım konusunda etrafta, böyle olmalıydı çünkü onca sessizlik içinde ben ellerimi havaya kaldırıp ‘‘Yüce Tanrım, tüm üst düzey yöneticilerimizi kolla, onları bizden ayırma, onları bize bahşettiğin için teşekkürler ederim’’ diye haykırmama rağmen, bu çığlığım soğuk koridorlarda yankılanmasına ve eski Türk filmlerinde sevgilisini zengin kocaya kaptıran fakir ama namuslu gencin haykıran sesi gibi bir efekt çıkarmasına rağmen kimse dışarılara fırlamadı.
Ben de çaresiz, İcra Kurulu'nun aldığı gizli karara boyun eğmekten başka çare kalmadığı gerçeğini artık kalbimin ta derinliklerinde hissederek eve döndüm.
Evde görünmemin de insanlarda fazla coşku yarattığını söyleyemem ama tabii o tamamen farklı ve belki de çok daha acıklı bir başka yazının konusu olacak kadar zengin içerikte bir meseledir.
* * *
Bana karşı olan bu tavrı benim açımdan daha netleştiren bir başka olay daha var, eminim bu sizin de dikkatinizi çekmiştir.
Hafta başından bu yana sabah gazeteyi açtığımda kendi yazımı bulmam katiyen mümkün olmuyor.
İlk gün bu olduğunda, yazımı 7'inci sayfada her zamanki yerinde göremediğimde sonunda atıldığımı, bunu bana kimin söyleyeceğine karar veremedikleri için meseleyi oluruna bıraktıklarını, yazımı gazetede göremeyince mesajı alacağımı umduklarını düşündüm.
Yazının 17'nci sayfada olduğu daha sonra ortaya çıktı ancak ben panikten o sayfaya da uzun süre baktığım halde yine de görememiştim yazıyı ve ancak Rana'nın ‘‘Yeter artık kendine gel!’’ demesiyle yazıyı görebildim sonunda.
Hemen her gün aynı şey oldu tüm hafta boyunca ve ben her gün hiç istisnasız olarak aynı paranoyayı yaşadım, panik ataklar oldu, bir süre manasız bedbahtlıklar yaşandı.
Bir de işin içinde ince bir komplo da var gayet tabii ki. Tamam ilan var, yazı uçacak sayfadan da her gün yazıyı farklı yerlere koyuyorlar ki beni şaşırtıp, panikletsinler, bunu da planlamışlar yani.
* * *
Sevgili okurlar.
Büyük manevi baskı altındayım.
Hafta boyunca büyük acılar çektim, toplum önünde prestijim sıfırlandı.
Kendimi aşağılanmış hissediyorum, artık beni kimse sevmiyor, gazete içinde itibarım eksi düzeylerde geziyor.
Bütün bunların bir bedeli olmalı, bir şekilde çektiğim manevi acıların karşılığı bana verilmeli.
Fazla bir şey istemiyorum.
Sadece yazılarımın her gün başka sayfalara gitmesine neden olan ilanda sözü edilen BMW'den bir adet rica edeceğim.
Fırsatçılık yaptığımı lütfen düşünmeyiniz, oraya ne ilan alınacağına ben karar vermedim ya, süt ilanı verilseydi bir adet süt, çikolata ilanı verilseydi bir adet çikolata alarak tatmin olacaktım ama bunu yapmamışlar BMW ilanı koymuşlar, bu nedenle de bana yapacak bir şey kalmamış durumda artık.
Burada ilkeler söz konusu, lütfen bu ilkeli tavrımı bozmayın, gerekeni yapın.
Şimdiden teşekkür ediyorum ve şunu bilin ki manevi acılarımın daha şimdiden azalmaya başladığını hisseder gibiyim.
Yazının Devamını Oku