25 Mart 2002
<B>OSCAR </B>ödülleri sabaha karşı sahiplerini bulmuş olacak. Pazar sabahı yazı yazmaya oturduğumda hayatımda bir ilki gerçekleştireyim dedim ve bu fırsatı değerlendirerek tahminci gazetecilik yeteneğimin ölüp ölmediğini test etmeye karar verdim.
Biliyorsunuz dünyada iki tip gazetecilik var.
Bunlardan bir tanesi araştırmacı gazetecilik. Gazetecilerin büyük bölümü bu ekolden olduklarını iddia ederler. Onlar araştırırlar ve yazarlar.
Diğer ekol ise tahminci gazeteciliktir.
Bu grupta çok az sayıda gazeteci vardır, onlar da bu şekilde anılmaktan utandıklarından tahminci gazeteci olduklarını itiraf etmezler.
Bende utanma sıkılma olmadığından tahminci gazeteci olduğumu gururla ifade ediyorum.
Ben hayatımda hiçbir haberi fazla araştırmadım. Olay gözümün önünde o anda bile olurken ‘‘Ne oluyor?’’ diye sormadım, kaynaklarla konuşmadım, çünkü araştırma demek insanlarla bağlantı kurmak anlamına gelecekti ve bu benim dünyada yapmak istediğim en son şeydi.
O nedenle de olay gözümün önünde yaşanırken bile ben ne olup bittiği hakkında gerçekleri yazmak yerine tahminlerimi yazdım.
Ve işin acıklı yönü ne biliyor musunuz? Benim tahminlerimin doğru çıkma oranı olay hakkında araştırma yapanların sonuçlarından hemen her durumda daha gerçekçi ve doğruya yakın oldu.
Gazetecilik mesleği ve genelde Türkiye'nin durumu hakkında çok acıklı bir gözlem bu ama ne yapayım ki doğru ve ben doğruları yazmak için yaşamasam da arada bir bunu yapmaktan keyif almadığım da söylenemez.
***
Bakalım muhabirlik günlerimde pek de işime yarayan tahminci gazetecilik yeteneğim bugün de iyi sonuç verecek mi.
Oscar ödül töreni sonuçlarını tahmin edeceğim bugün, sonra bu yazının yer aldığı gazete basılacak, tören başlayacak ve biz sabah uyandığımızda bu ecir köşe yazarının yetenekleri konusunda az çok bir fikir sahibi olacağız.
Haydi bakalım:
En iyi film: ‘‘A Beautiful Mind’’ alacak bu ödülü. Eğer bunun yerine ‘‘Lord of The Rings’’ veya ‘‘Moulin Rouge’’a verirlerse ödülü hem Amerikan medeniyetinin sonunun geldiğini anlamış olacağız, hem de sabah sabah ben sinirleneceğim ve gayet tabii ki bu iki şey de afyonu henüz patlamayan bir insan için çekilir olaylar değil yani.
Direktör: Ron Howard(A Beautiful Mind). Bu kategoride sürpriz olabilir ve David Lynch (Mullohand Drive) malı götürebilir.
En iyi aktör: Akla hemen Russell Crowe geliyor (A Beautiful Mind) ama bana kalsa ben bir sürpriz yapar ve oyumu Denzel Washington'a (Training Day) verirdim. Lord of The Rings'e girebilmek için sıralar oluşturan benim güzel yurdum insanları bu filme ilgi göstermedi ama müthişti film ve Denzel da olağanüstüydü. Ve hayır Denzel'a Denzel diyecek kadar yakın bir arkadaşlığımız yok onunla.
En iyi aktris: Renee Zellweger (Bridget Jones Diary). Genç filmi diye bir sürü insan gitmedi bu filme de ve bence büyük bir performansı izlemekten mahrum kaldılar. İnşallah Oscar jürisi beni mahcup etmez de millete iyi bir ders olur.
En iyi yardımcı aktör: Jon Voight (Ali): O ne o, Howard Cossel ölmedi mi yahu, öldü mü yok ya o Jon Voight mi be helal olsun vallahi 10 üzerinden 10.
En iyi yardımcı aktris: Jennifer Connely (A Beautiful Mind).
And now ladies and germs.
İşte Oscar'lar.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2002
<B>BİR </B>yazı konusu: Benim <B>‘‘akıl defterimden’’ </B>notlar kullanarak yazı yazmamın imkansız olduğu üzerine ilerde bir yazı yazılacak. Bu böyle, çünkü konu ben olduğumda ‘‘akıl defterimden’’ lafı bir oxymoron'a (yani yan yana kullanılması imkansız ve kullanıldığında da saçma olan iki kelimeye) dönüşüyor. Bu konu okuyucuya detaylı olarak anlatılacak ve oxymoron meselesini daha da açmak için örnekler çoğaltılacak.
*
Sadece Türk'üm, bunun dışında ne doğru olabildim ne de çalışkan. Bu nedenden dolayı hafta içinde genel yayın yönetmeninden bir randevu istenilecek ve bir ihtimal görüşme talebi kabul edildiği takdirde bu eksikliklerim nedeniyle ondan özür dilenecek.
*
Hayattaki en büyük emelim ne biliyor musunuz? En büyük emelim 2425 sayılı olduğu söylenen ve gizli tutulmakta olduğu belirtilen kanuna muhalefet suçuyla yargılanmak. Evet bunun olmasını çok istiyorum çünkü bu dava açıldığı takdirde her şey hem çok absürd hem çok şık olacak. Daha da komiği eğer gizli tutulmakta olan kanuna muhalefetten yargılandığım davada yapacağım savunma nedeniyle bir de beraat edersem siz o zaman görün olacakları. İşte o zaman kimse benim bileğimi bükemez yemin ediyorum.
*
Atatürk'ün yazdığı, devlet sırrı olarak saklanan bir kitabın var olduğunu ve bunun da din konusu ile ilgili olduğunu açıklayan Kenan Evren ile ilgili haberi okuduktan sonra akıl defterime düştüğüm not: Emekli generallerin konuşmaları mutlaka engellenmeli. Yok eğer illa da demeç vermekte ısrar edeceklerse de o anda emekli olmayan generallere ‘‘Şöyle diyeceğim, ne dersiniz’’ diye sormaları mecbur hale getirilmeli. Ha bu arada Türkiye söz konusu olduğunda ‘‘emekli general’’ lafı da bir oxymoron'dur, bu da bilinsin yani.
*
Artık yaşımı başımı aldım. Hayatta yeni sorumluluklarım da var. Dolayısıyla çocukça yazılar yazmayı bırakıp artık ağır ve derin konular yazmak zorundayım. Hafta içinde Hasan Cemal'e telefon ederek kendimi nasıl ağır ve derin olmaya zorlayabilirim, bu konuda fikirlerini alacağım. Bu konuda o da bana yardımcı olamazsa bilin ki bende hiç ümit yok artık.
*
Dün genel yayın yönetmenini nihayet görme imkánım oldu. Kendisine ‘‘Çok özür dilerim Türk olmayı başardım ama ne yazık ki doğru ve çalışkan olamadım. Kusuruma bakma’’ dedim. Cevap vermedi bana. Bir süre sessizce baktı suratıma. Sonra suratına bir gülümseme yayıldı. Ne yazık ki tüm ısrarlarıma, yalvarmalarıma rağmen hangi sessiz espriye güldüğünü bana anlatmadı. Espriyi paylaşmadı benimle ve ne yazık ki şimdi ben bunun ne olabileceğini öğrenmeye takmış durumdayım kafamı.
Not: Gerekirse tüm yaşamımı bu işe adayacağım bunu da bilin diye mutlaka not koy eğer ilerde bu konuda bir yazı yazmaya karar verirsen.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2002
<B>AMERİKAN </B>yetkililer, Türkiye'yi ziyaret eden Başkan Yardımcısı <B>Cheney'</B>in konuşmalarında kullanması için yazılı not vermişler kendisine.<br> Başkan Yardımcısı'na verilen notta örneğin ‘‘Turkey is a very nice country’’ (Türkiye çok güzel bir ülke) cümlesi yer alıyor.
Bunu hatırlaması için Başkan Yardımcısı'na neden not verilmesi gerektiğini anlayamadım ben.
Acaba Başkan Yardımcısı ziyaret ettiği başka ülkelerde o ülke hakkında konuşurken de ‘‘.....çok güzel bir ülke’’ demiyor mu?
Veya hiç ‘‘This is a very ugly country’’ (Burası çok çirkin bir ülke) dediği oldu mu?
Şimdi diyorum ki bu basitlikteki bir şeyi bile yazılı nota bakmadan hatırlayamayan bir insanın Amerika'yı yöneten ikinci kişi olması son derece fantastik bir olay değil mi Allah aşkına?
Yoksa işin başka bir yönü mü var? Yoksa Başkan Yardımcısı Cheney gittiği ülkelerde kafasına geldiği gibi konuşuyor da Türkiye'ye geldiğinde öyle yapmaması için uyarmak, aman gerçek fikrin ne olursa olsun illa da Nice Country de de şunlara sevinsinler, diye akıl vermek ihtiyacını mı hissettiler?
Örneğin diyelim ki Cheney Japonya'ya gitti.
Oradaki elçilik görevlileri kendisine ‘‘Japan is a very nice country’’ yazılı bir hatırlatma notu vermedikleri takdirde acaba Cheney şöyle mi konuşuyor ki:
‘‘Bakın kardeşim ben öyle sizin gibi durmadan hacıyatmaz gibi eğilip bükülemem. Suratıma bakıp salak salak da gülmeyin artık. Unutmayın ki biz sizi İkinci Dünya Savaşı'nda dümdüz ettik. Üzerinizden geçtik, şimdi de istersek aynısını yaparız. İki tane televizyon ürettiniz diye kendinizi adamdan saymayın, sizi gidi sarı cüceler sizi.’’
Veya diyelim ki Cheney Hindistan'a gitti ve orada da eline ‘‘Hindistan is a very nice country’’ diye yazan bir not tutuşturulmadı.
Ve Cheney yine konuşmaya başladı.
‘‘Sizin milletin en iyi başardığı iş taksi şoförü olmaktır. Dilinizi şaklatıp durarak da İngilizce filan konuşmaya çalışmayın ve sinirimi bozmayın. Açıkça söylemek gerekirse havalimanına indiğim andan itibaren duymakta olduğum kokulardan içim bunaldı. Dolayısıyla bir an önce ne diyeceksiniz deyin de kendimi medeni bir ülkeye bir an önce atayım. Ve aman tekrar edeyim lütfen o komik İngilizcenizle değil de her ne lisan konuşuyorsanız ondan konuşun bana.’’
Herhalde bu ve buna benzer çok olay olmuş olmalı ki Cheney'in gezilerinde burada da açıp ağzını bildiği gibi konuşmasın diye uyardılar onu.
***
Başkan Yardımcısı Cheney'e Türkiye'nin çok güzel bir ülke olduğunu hatırlatan yetkililerin verdiği notlar bizim gazetede eksik yayınlandı.
Ben notların geri kalan bölümünü de ele geçirdim.
İşte ABD Başkan Yardımcısı Cheney'e verilen notta Türkiye hakkkında mutlaka söylemesi gerektiği hatırlatılan diğer şeyler:
‘‘One Turk equals the whole world.’’ (Bir Türk dünyaya bedeldir.)
‘‘Turkish lokum? mmmmm, I almost ate my fingers’’ (Türk lokumu mu, mmmmm, neredeyse parmaklarımı yiyordum.)
‘‘All American women agree on this point: Turkish men are really very sexy.’’ (Tüm Amerikan kadınları şu nokta üzerinde hemfikirdirler: Türk erkekleri gerçekten çok seksiler.)
‘‘The Sun, the sea, döner kebap what else one can ask for from life.’’ (Güneş, deniz, döner kebap. Bir insan hayattan başka ne isteyebilir ki?)
‘‘I definetely will come back next year. As a matter of fact I will come very year from then on.’’ (Gelecek sene de mutlaka geleceğim. Aslına bakarsanız bundan sonra her yıl geleceğim.)
‘‘I Love SİKİDİM SİKİDİM I love Tarkan, and also Mahir, a Turkish citizen is very famous and a role model in USA’’ (Şıkıdım Şıkıdım'ı Tarkan'ı çok seviyorum ve ayrıca bir Türk vatandaşı olan Mahir bizim ülkemizde hem çok meşhurdur, hem de vatandaşlarımız için bir rol modelidir.)
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2002
<B>LAF </B>söylerken abartma huyu tüm toplumu salgın hastalık gibi pençesine almış durumda. Örneğin, dün bir gazetede birinci sayfada şöyle bir spot yer alıyordu:
‘‘Milyonlar, Avrupa Aslanı'nı yine bağrına bastı. Çünkü Galatasaray bu yıl da Devler Ligi'nde gururumuz oldu. Son maça kadar yenilgi yüzü görmedi. Türk insanının başını önüne eğdirmedi. Teşekkürler Galatasaray, mutlu geceler yaşattığın için.’’
Yahu, yanlış hatırlıyorsam lütfen düzeltin beni; biz önceki akşam yenilmedik mi babacığım?
Yani ben de anlarım taraftarlık ruhunu, her durumda takımın yanında yer alma çabasını da, sorun burada başka.
Yenilgi alındığı geceyi bu şekilde tanımlamaya alışırsak, o zaman yendiğimiz akşamlar için ne diyeceğiz ki? Abartı yapıldığında sözün anlamı bir noktada bitiyor ve insanın nutku tutuluveriyor işte.
Yendiğimizde mutlu olmamızın, bununla yetinmemizin imkánı kalmıyor bu durumda. Yenildiğinde mutlu olan insanların yendiklerinde hislerini ifade edecek başka kelimeler bulmaları gerekiyor ama bu da oldukça zor.
Benim önerim, taraftarın bir zafer akşamında coşkusunu tam anlamıyla gösterebilmesi için toplu halde intihar etmesidir.
Çünkü spor yazarlarının laflarıyla kurmuş oldukları korkunç tuzaktan kurtulma imkánı ancak bu şekilde vardır.
***
Hayatımızın her yanına yayıldı bu lafta abartma huyu.
Örneğin, şarkıcı bayan kocasını alıp bir haftalığına Londra'ya gitmiş.
Bu bence haber değil ama olsun, bunu haber olarak yazıyorlar. Olabilir, buna karşı değilim de haberin veriliş şekli tuhaf.
‘‘Seksi şarkıcının aşk kaçamağı’’ diyorlar bu son derece rutin olaya.
Neden kaçamak, bunun cevabını bulmak imkánsız. Ve de yine aynı sorun ortaya çıkıyor burada da. Diyelim ki seksi şarkıcı bir gün kocasını aldatmaya karar verdi.
Sevgilisini yanına aldı ve gizlice yurtdışına çıktı.
Kaçamak lafını kadının kocasıyla yaptığı seyahatte bitirip tüketirsek, daha sonraki esas olayı tanımlayacak lafı bulmak hayli zor olacak kanısındayım.
Gayet tabii biz gazeteciler bu konuda hayli başarılıyızdır; her durum için söyleyecek bir lafımız yan cebimizde mutlaka bulunur ve buna itiraz edecek olan varsa onlarla da hesaplaşacak cümlelerimiz bulunmaktadır; bunun da hatırlanmasında yarar var.
***
Roma maçından sonra sahada kavga çıktı.
Yumruklar bayağı bir konuştu.
Ancak ertesi gün bu olayı ‘‘VAHŞET’’ şeklinde yorumlayarak verirseniz, bir başka maçta iki takımın birbirine girdiği, 15 kişinin öldüğü, taraftarlardan bir tanesinin kafasının kesildiği ve bunun top yerine kullanılarak sahada futbol maçı yapıldığı, daha sonra da sırf bu maç nedeniyle şehirde zincirleme cinayet olaylarının yaşandığı bir maçı gazetede nasıl tarif edeceksiniz ki?
Bu durumda yapılacak tek şey kalıyor, o da ikinci olayı VAHŞET-2 diye Hollywood filmleri dizisi gibi vermektir.
O anda birileri ‘‘Acep birinci olay neydi ki’’ diye soracak olursa, o zaman da açıklamayı yapma işi bence ilk VAHŞET başlığını atan kişiye verilmeli.
Ben eminim ki o açıklaması da abartılı olacak ve bizi daha da kızdıracaktır ama olsun, bu riski almak zorundayız. Bunun kaçışı yok anladığım kadarıyla.
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2002
<B>GAZETE </B>binasında sürekli bulunmak zorunda oluşumu fırsat bilen yazı işleri benim sabrımı denemek, sınırlarımın nereye kadar olduğunu test etmek için büyük bir komplo kurmuş durumda. Nerede patlayacağımı, patladığım anda neler yapacağımı merak ediyor olmalılar.
Bu meraklarını çok ama çok kısa sürede giderecekler çünkü kurmuş oldukları tuzak başarılı oldu, şu anda kopmuş durumdayım sevgili okurlar.
Gözleriniz ekranda olsun.
Her an FLAŞ... FLAŞ... FLAŞ anonsuyla İkitelli'de VAHŞET, veya HÜRRİYET MEDYA TOWERS'DA KAN SELİ gibi bir başlıkla karşınıza çıkabilirler.
Bakın neden böyle dediğimi anlatayım.
* * *
Benim binada olduğumu haber alır almaz sabrımı zorlaması amacıyla peşime bir ajan provokatör taktılar.
Adı Reha Erdoğan.
Gazete künyesinde vazifesi Görsel Yönetmen olarak geçiyor ancak ben bu konuda fazla bir bilgisi olduğundan şüpheliyim çünkü gerçekten de bir görsel yönetmen olsaydı ilk başta kendi görünümünü yönetmeyi başarmış olması gerekirdi.
Kendisi Mazhar-Fuat-Özkan grubunun üyelerinden bir tanesinin korku filminde rol almaya karar vermesi durumunda, korkunç görünmesi gerektiği sahnelerde onun yerine oynayacak fiziksel özelliklere sahip.
İşte bu adam beni gazetede sürekli takip ediyor.
Ve bakın sırasıyla bana neler yaptı:
1- Arşivde çalışıyorum. Gözüm zaten dönmüş durumda. Bir ara arşivdeki arkadaşlardan bir tanesi ‘‘Serdar Bey pencereye bakar mısınız’’ dedi. Baktım. Koridora bakan pencereye bu adam bütün vücuduyla yapışmıştı. Suratını yan biçimde cama dayamıştı ve de inliyordu sevgili okurlar. Yerimden kalkacak gibi oldum aniden ortadan kayboldu.
2- Biraz sonra aynı kişi çalışmakta olduğum salona girdi. Bana doğru yaklaştı ve ‘‘Ne o yahu, pek değişmişsin, pek bir yurdum insanına benzemişsin’’ diye konuştu. Sevgili okurlar, ben bu dönemde hayli değişmiş durumdayım, tüm sinirsel sistemimi bazı detay olaylara konsantre ettim diğer olaylara ayıracak sinirim de kalmadı. Dolayısıyla normal bir dönemde birçok insanı zincirleme öldürmeme neden olacak bir konuşmaya bile o gün sadece gülmeye çalışarak karşılık verdim.
3- Ertesi gün bir kola almak için büfeye gittim. Tam paramı vereceğim, arkamda bir ses ‘‘Aynısından bana da’’ dedi. Döndüm yine oydu. Bana bakmayarak konuştu, ‘‘Noel Baba'ya dönmüşsün, saçların bembeyaz olmuş’’ dedi.
4- Onu duymamaya çalışarak asansöre doğru yürüdüm, yazı işlerinin bulunduğu kata çıkacağız, ben de mecburen oraya gidiyorum çünkü arşiv de aynı katta. Asansöre başka insanlar da bindi. Tam kapı kapandı, bana döndü ve ‘‘Evladım sen arşive yeni alınan çocuksun değil mi. Bak şimdi yere tüküreceğim daha o kurumadan koşup bana Zeki Müren'in eski resimlerini getireceksin, tamam mı, haydi bakalım’’ dedi.
5- Sevgili okurlar. Hürriyet üst yönetimi bina içinde dolaşmamı engellemek için bana kapı açmaya yarayan kartlardan vermiyor. Bu nedenle neredeyse tuvalete gidecekken bile bir hayırseverin bana kapı açmasını beklemek zorundayım. Durum böyle olduğu için yazı işleri salonuna açılan kapıdan da geçemiyorum. Asansörden indik, yanımdaki ajan provokatör kartıyla kapıyı açtı, ben de geçtikten sonra bana döndü ve ‘‘Bak Serdar bana şükret, şu dünyada ben de olmasam yazı işleri salonunu görmen bile mümkün olmayacaktı’’ diye konuştu.
* * *
Sevgili okurlar, işte o anda gözüm döndü.
Diğer provokasyonları tutmamış, yazı işleri provokasyonu tutmuştu işe.
Ona saldırdım. Boğmaya niyetliydim onu.
Merdivenlerden yukarı çıktı.
Arkasından koştum ama gazete binasını benden daha iyi bildiği ve de onun kapı açmaya yarayan kartı olduğundan onu bulamadım.
Aramalarım sürüyor. Eliniz kulağınızda gözünüz ekranda olsun.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2002
<B>SEVGİLİ Serdar,<br><br></B>Sakın ha!<br><br>Sakın ha yapma bunu. Eşinin eve yeni bir canlı getirmesine izin verme.
Mektuplarından ve telefondaki uzun konuşmamızdan anladığım üzere evde halihazırda var olan canlı miktarı bile senin dayanma gücünü çoktan aşmış durumda.
Bunca yıldır tedavi etmeye uğraşıyorum, ilk kez seni bu kadar vahim durumda gördüm.
Eşin kafasına koyduğunu yapar ve eve Afet'e arkadaş olacak diye yeni bir köpek daha alırsa, o zaman sen de o geri dönüşü olmayan sınırı aşacaksın, benim alacakaranlık kuşağı olarak tanımladığım meçhul bölgeye gireceksin ve bir daha da dönüşün olmayacak.
Evde yeni bir ses, yeni bir gürültü senin tamamen delirmene neden olur. Bunu söylemeliyim, doktor olarak uyarımı yapmalıyım.
Bundan sonrası senin bileceğin bir şey.
Sevgi ve kaygıyla.
New York'taki psikiyatrın.
***
Serdar,
Nedense benimle bu kez mektup yoluyla komünikasyon kurmaya çalışmış ve bir dizi soru sormuşsun.
Bu sorulara verdiğim cevaplar sırasıyla şöyledir:
Hayır.
Hayır.
Hayır ve de hayır.
Umarım bütün cevaplarım senin açından yeteri derecede nettir.
Ve yine umarım ki, bundan sonra gerek sözlü gerek de yazılı komünikasyon kurma girişimin senin için çok daha başarılı geçer.
Bunu gerçekten, gönülden istiyorum.
Ertuğrul Özkök
Genel Yayın Yönetmeni
Üst düzey yöneticilerin en üst düzeyi.
***
Sayın Serdar Turgut,
Kurulumuz sizin talebinizi görüşmek için önceki gün toplanmıştır.
Kurulumuzun tarihindeki en uzun toplantı bu olmuştur.
Tam 14 saat görüştük bu talebinizi.
Bugüne kadar karşı karşıya kalmış olduğumuz en garip talepti bu ve herhalde talebinizin olağanüstü ve sıradışı olduğunu siz de kabul edersiniz.
Toplantıda hararetli tartışmalar yaşandı.
Üyelerimizin hemen tamamı sizin talebinizi kabul etmemiz için tüm objektif şartların yerinde olduğu fikrindeydi.
Sizin durumunuzun vahim olduğunu...
Hayatınızdaki bazı gelişmeler nedeniyle tamamen bitip tükenme yolunda hızla ilerlediğinizi..
Hayatınızda tam sessizlik ihtiyacının had safhada olduğu bir dönemde kaderin garip bir tecellisi nedeniyle mutlak sese doğru ilerlemekte olduğunuzu...
Bütün bunları biz de kabul ediyoruz ve sizin için üzülüyoruz.
Ancak tüm bu objektif gerçeklere rağmen kurulumuz sizin kendinizi bundan böyle ‘‘insan’’ olarak değil de ‘‘süne zararlısı’’ olarak takdim etme ve bunu resmileştirme girişiminizi maalesef onaylayamamaktadır.
Kategori değiştirmek için yeterli nedeniniz bizce de var; ancak açıkça söylemek gerekirse süne zararlıları bilinenin aksine son derece huzurludurlar ve sizi onların kategorisine dahil ederek tabiatın ritmini de bozmak istemeyiz.
Sevgiler, saygılar.
Allah yardımcınız olsun.
TSE üst yönetimi.
***
Serdar Turgut,
İcra Kurulumuz, sizin köşenizdeki Serdar Turgut imzasının yerine ‘‘Daha önce Serdar Turgut adıyla anılan insan birimi’’ imzasının atılması talebinizi uygun görmemiştir.
‘‘Adı daha önce Prince diye bilinen sanatçının’’ artık dünyada hep böyle çağrılıyor olması bizi alakadar etmez; hem bunun konuyla ne ilgisi olduğunu da anlamadık.
Size iyi günler diliyoruz.
Hürriyet İcra Kurulu.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2002
<B>ÜSTLENMİŞ</B> olduğum bir projeyi yürütebilmem için çok çeşitli metotlar önerdiler bana. Herkesten daha akıllı olduğumu göstermek için bütün bunların hepsini reddettim.
‘‘Peki sen ne öneriyorsun’’ diye sordular.
Benim araştırma metodumun herkesinkinden çok daha kapsamlı, detaylı, içerik olarak zengin olması gerekiyordu.
Öyle bir şey icat etmeliydim ki, araştırma yaptığımız konuda hem tek bir şey bile atlanmasın hem de insanlar beni takdir etsin.
Sonunda aradığım metodolojiyi buldum da.
Bana bazı şeylerin elenerek gelmesini kabul etmem imkánsızdı, Hürriyet Gazetesi'nin arşivinde bulunan bütün, evet bütün resimlere tek tek bakmam gerekiyordu.
İşte benim yöntemim buydu.
Bunu yüksek sesle söyledikten sonra etrafımı incelediğimde bana takdirle bakan, entelektüel yeteneklerime saygı duyan insanlar görmek yerine büyük çoğunluğunun beni acıyarak süzdüğü, geri kalanların da aralarında ‘‘Delirmiş olmalı bu’’ diye konuştuğu bir kitle ile karşı karşıya olduğumu anladım.
***
Bir ay içinde bitirmem gerekiyormuş projeyi.
Olsun,ben hızlı çalışırım, dedim.
Kaç dosya var ki arşivde, dedim, 360 bin, dediler.
Her birinde kaç resim var ki, dedim. En az 20 en fazla 50 civarında olduğunu söylediler.
Tamam ben henüz daha John Nash değilim, ama olsun o kadar da matematiğimiz var yani, beş altı dakika sonra çarpım işlemini tamamlamayı başardığımda, ortaya çıkan sayıyı okumakta zorlandım.
Türkiye'nin genel bütçe rakamı kadar uzun bir rakam çıkmıştı ortaya.
Net sayı veremiyorum size çünkü galiba rakamı ilk gördüğümde minik bir baygınlık geçirmişim, arşivde bekleyen fotoğraflar denilince beynimde büyük bir kara delik oluşuveriyor anında.
***
Yiğitlik bende kalmalıydı, lafımdan geri adım atmama imkán yoktu, beni hançerlemek için bekleyen düşmanlarımın eline koz veremezdim.
Dolayısıyla başladım zarfları tek tek açmaya.
Sevgili okurlar, baştan hemen şunu söyleyeyim.
Bu proje tamamlandıktan sonra kör olacağım kesin, umarım Hürriyet üst yönetimi bir beyaz baston almam için bana mali destek verir. Emin değilim vereceklerinden ama olsun ben yine isteyeyim, ne olur ne olmaz belki bu kez tavırlarında bir yumuşama olur.
Resimlere bakarken zaten bildiğim bir şeyi kendi kendime tekrar teyit ettim. Bizim memlekette bol miktarda bela yaşanıyor sevgili okurlar.
Birbirini dövenler, öldürenler, gösteriler, çatışmalar, mahkemeler, tecavüzler, hırsızlıklar, adliye kavgaları, binlerce yüz binlerce dosya var böyle.
Bunları baştan eleyince iş biraz hafifliyor ama katiyen kolaylaşmıyor.
İyi fotoğrafın nereden çıkacağı belli olmuyor ki.
Örneğin karne alan öğrencilerle ilgili neredeyse bin adet fotoğraf vardı ve bunlardan bence bir tanesi olağanüstüydü ama bunu buluncaya kadar diğer 999'una da bakmak zorundaydım, bu hemen her konu başlığında böyleydi ve bütün bu işlemler sürerken başınıza bir adam dikilirse ve bu adam ‘‘Ne yapıyorsun?’’ diye sorarsa ve üstelik bu adam İsa peygambere olağanüstü bir fiziksel benzerlik de göstermekteyse eh şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve bana söyleyin sevgili okurlar, ben onu öldürsem hangi mahkeme bana ceza verir ki değil mi ama?
Kanat Atkaya, sen şimdi hakikaten bir di'li geçmişsin.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2002
<B>AFET </B>depresyonda<br><br>Saatte 70 kilometre koşmaya alıştığı taşradan şehre göç etti, şu anda hayatının varoş aylarını yaşıyor; çünkü değil koşmaya bence nefes almaya yetecek kadar yer bile yok evde. Ha bu arada bunu herkes bilmek zorunda değil tabii ki, o nedenle hemen hatırlatmalıyım ki Afet bir köpek.
30 kilodan fazla. 70 metrekare alanda o gövdedeki bir köpek, iki kedi, Rana ve ben var olma savaşı veriyoruz.
Evde Rana'nın dergileri var. Bunlar 40 küsur ton kadar ediyorlardır; o nedenle de ev 70 değil fiilen taş çatlasa 10 metrekare etmez.
O kadar dar alanda Afet ile Bilican sürekli oyun oynamaya çalışıyorlar.
Bilican dişi bir kedi ve aynı zamanda had safhada şizofren.
Ben onu üç yıldır bir tek kez bile sakin yürürken görmedim.
Sürekli bir şeylerden kaçıyor.
Onu devamlı etrafına anormal kuşkulu bakışlar atıp kaçarken gördüm ben.
Ev tamamen boş olsa bile kaçıyor o. Hayalinde düşmanlar var muhakkak. Birkaç kez Xanax vererek sakinleştireyim dedim ama yakalayamadım ki zorla tıkayım ağzına ilacı.
O hayalindeki düşmanlardan kaçtıkça Afet de onu kovalamaya çalışıyor.
O kovaladıkça da kavga çıkıyor ve kavga çıktıkça da Afet bir güzel dayak yiyip oturuyor aşağıya.
Size bir şey söyleyeyim mi, köpeklerin kedilerden daha güçlü olduğunu söyleyen bütün tezler yanlış, bunu bilmenizi istiyorum.
Ruh hastası bir kedi ile 30 küsur kiloluk bir köpeğin en fazla 10 metrekare boş alanı olan kapalı bir alanda oyun oynamayı hálá başarabilmeleri bir mucize.
Ama daha da büyük mucize, onların bugüne kadar tek bir şeyi bile kırmadan bu işi başarmış olmaları.
Gece dışarıya her çıktığımızda, geri dönerken evi bıraktığımız gibi bulmayacağımız sonucuna kendimizi hazırlamış olarak kapıdan içeriye adımımızı attık.
Ne büyük bir mucizedir ki bu ev bugüne kadar hep aynı kaldı.
Bir de tabii Silvester var evde.
Ona kimse dokunmuyor; çünkü o ölmüş taklidi yapıyor.
Köpeğin onunla da bir sorunu yok; çünkü o bile, aptal olmasına rağmen ölü kedilerin eğlenceli olmadıklarını fark etmiş durumda.
Silvester ile Afet arasında tek sorun Afet'in onu bacağıyla arada bir ‘‘acaba bu şey yaşıyor mu’’ diye dürtükleyip kontrol etmeye çalıştığı zaman yaşanıyor.
Afet aslında hálá bilimsel anlamda bebek olarak tanımlanıyor. Kendi vücudunun ve gücünün farkında değil. Bu yüzden de ayağıyla 5 kilodan fazla olmayan bir kediye yüklenmesinin yaratabileceği acıyı da hesaplayamıyor gayet tabii ki.
Silvester sadece o anlarda yaşama geri dönüyor, birkaç dakika Afet'i pataklıyor ve sonra yeniden ölü taklidi yapmayı sürdürüyor.
*
Evde sürekli bir Tom ve Jerry sendromu yaşanmakta anlayacağınız.
Gece yataktan su içmek için kalktığımda, istisnasız her zaman bir hayvana basıyorum, onlara basmadan yürüyebilmem mümkün değil.
Minik çığlıklar atıyorlar ama bugüne kadar hiçbirisinde kalıcı maddi hasar olmadı.
Manevi hasarlarının ise hayli fazla olması gerekiyor ama bununla da ben ilgilenmiyorum; çünkü hatırı sayılır derecede manevi hasar bende de var ve onlarda da aynı derecede manevi hasarın bulunmasında en azından benim açımdan hiçbir sakınca yok.
İşte durum böyle, aileden son haberler aktardığım gibi.
Kimseyi katiyen ilgilendirmeyen şeyler bunlar biliyorum ama ne yapayım, acele yazı konusu bulmam lazımdı ve ne yazık ki bir konu aklıma gelmedi.
Ha unutmadan söyleyeyim, bir gelişme daha var.
Rana dar alanda olsa dahi ailedeki sayının artmasının iyi olacağını düşünüyor nedense.
Benim için felaket olabilecek bu tür bir gelişme, onun için mutluluk kaynağı olabiliyor.
Şimdi de tutturmuş, illa da bir lap-dog alacağım diye.
Hani şu sürekli kucakta oturup ses çıkarmayan köpekler var ya onlardan istiyormuş bu sefer de.
Çare yok, alacağız bunu da.
Bunun tek avantajı, yakında Hürriyet'ten atıldığım takdirde aç kalmayacak oluşumdur; çünkü evin kapısına ‘‘part-time Hayvanat Bahçesi’’ yazarsam gezmeye gelenlere acayip bir şov çekeceğimizi de garanti ediyorum.
O zaman iyi de para kazanırız muhakkak.
Yazının Devamını Oku