Serdar Turgut

İtiraf ediyorum

3 Nisan 2002
<B>HAYATIM </B>boyunca hep genel yayın yönetmeni olmak istedim. Bakmayın siz havalar attığıma, <B>‘‘İster misin’’ </B>diye sorulduğunda <B>‘‘Olur mu öyle şey canım, niye rahatımı bozayım, o kadar belayla uğraşayım ki, yazımı yazar keyfime bakarım’’ </B>diye konuşup, her defasında müstehzi bir şekilde gülümsemeye çalıştığıma.
İstiyorum abi genel yayın yönetmenliğini, var mı ötesi!

İstiyorum bunu ve olduğum takdirde yapacağım ilk icraat, benim şu anda kendim için düşünmekte olduğum gibi kendisini gazete açısından katiyen vazgeçilmez gören bir yazarı işten atmak, onun yazmamaya başladıktan sonra takriben üç iş günü içinde tamamen unutulduğunu ibreti álem olsun diye göstermek, sonra da asıl işlere koyulmak olacaktır.

Bir de kendime güzel kıyafetler alacağım gayet tabii ki.

* * *

İtiraf ediyorum ki bir keresinde genel yayın yönetmenine sadece lafta değil ama gerçekten öldürmeye kıl payı kalacak kadar yaklaştım.

Benim eve gelmişti, misafirdi ama buna rağmen bana kötü davranıyordu, sabah vakti birkaç haber yapmamı sert bir şekilde istemişti benden ve Kont Drakula gibi geceleri uyuma ádeti olmadığından o sıralar, öğle vakti televizyonun karşısında uyuyakalmıştı.

Kafası arkaya doğru düşmüştü ve benim evde de sıvı fare zehri vardı.

Ve...

Çok düşündüm çok. Beni nihai adımı atmaktan tek alıkoyan şey yakalanacağım ülkenin ABD olmasıydı.

ABD'de hapishaneye düşünce herkesi dövmeye yetecek kadar fiziksel gücü olmayan insanlar zorunlu seks değişimi geçiriyorlar ve ben o aralar böyle bir değişim yaşamak istemiyordum hiç.

Daha sonraki yıllar birkaç fırsat daha geçti elime o gün yapamadığımı yapmam için ama artık ben ihtiyarlamıştım galiba, çünkü yorucu geliyordu cinayet fikri nedense.

* * *

İtiraf ediyorum ki Amerika'ya ilk gideceğim yıl anne ve babama yalan söyledim. Hem bir değil birkaç yalan birden söyledim.

Onlara orada hiç içki içmeyeceğime söz verdim.

Üçüncü ayın sonunda günde iki büyük votkaya ulaşmıştım.

Babama güzel bir işe girmeme neden olacak bir eğitim alacağıma söz verdim, okutulan en önemli dersin Komünist Manifestosu olduğu bir okuldan mezun oldum.

Onlara hiç esrar içmeyeceğimi de söylemiştim.

Bu sözümü ise teorik anlamda tutmuş sayılırım.

Ağzıma esrar koymadım ancak başka bir ádet geliştirdim. Kitlesel olarak esrar çekilen ortamlarda mutlaka bulunup, ikinci el esrar bağımlısı olmaya çalıştım.

İki şişe votkadan sonra bu tür girişim fantastik sonuçlar doğuruyor, hele bir de Pink Floyd konserindeyseniz, anlatamam size yani.

* * *

26 yıl önce, kaderin son derece garip bir cilvesinin sonucu olarak, bir Hintli kızla çıkmaya başladım.

O aklı başında bir kızdı, aynı yaşlarda olmamıza rağmen benim annem olabilecek kadar olgundu ve bu nedenlerden dolayı beni kısa süre içinde terk etti gayet tabii ki.

Ama bütün bunlar önemli değil, önemli olan benim de bir Hintli kız arkadaşım olmuştu, bu önemli yani. İtiraf ediyorum.

* * *

Bir evde misafirdik. Gece yatmaya kaldık.

Evde beş yaşında bir de çocuk var.

Ben yattıktan bir süre sonra son derece acıkmış bir şekilde uyandım.

Buzdolabına baktım, bir paket çikolata dışında yenilebilecek fazla bir şey yoktu, ben de onu yedim.

Sabah mutfaktan gelen seslerle uyandım. Çocuğun annesi onu azarlıyor ve çikolatayı gizlice yediğini itiraf etmesini istiyordu.

Çocuk var gücüyle reddediyordu suçlamaları.

Anne sonunda ikna olmaya başlamıştı onun suçsuz olduğuna.

İçeri odaya yolladı çocuğu. Ben annenin yanına yaklaşıp kulağına eğildim ve gece yarısı çocuğu mutfakta gördüğümü fısıldadım.

Anne sinirden çılgına döndü, çocuğu geri çağırdı ve çikolatayı yediği için değil kendisine yalan söylemiş olduğu için onu döveceğini söyleyerek bir güzel dövdü onu.

Ben de gazete okumak için salona geçtim.

İtiraf ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Krizin faturası rakamlarda görülmez ki

2 Nisan 2002
<B>EKONOMİDE </B>bir yıldan fazla süredir yaşamakta olduğumuz felaketle ilgili rakamlar yayınlandı önceki gün. Bir yılda yüzde 9.4 oranında küçülmüşüz.

Kişi başına milli gelir 2 bin 967 dolardan 2 bin 160 dolara inmiş.

Bu rakamlar kimse için sürpriz değil aslında.

Ancak burada önemli olan bir nokta var. Rakamlar bir yandan yaşanan korkunçluğu anlatıyor bizlere, öte yandan da trajedinin boyutunu gizliyor.

Çünkü Türkiye'de bilgili, birikimli, meslekleri olan bireylerin yemiş olduğu darbenin boyutunu bu rakamlar bile yansıtmıyor sevgili okurlar.

Dolayısıyla neler olduğunu ben yine hatırlatayım da, ‘‘Dibe vurduk, bundan sonra artık kurtulma sürecindeyiz’’ diyenler, aslında yaşanan acıların öyle kolay telafi edilmesinin mümkün olmadığını hatırlayıp, ayaklarını yere sağlam bassınlar.

Uçmasınlar, kendi kendilerini gaza getirerek.

* * *

Üç yıldır geliyorum diye bas bas bağıran, buna rağmen de geldiğinde nedense herkesi şaşırtan büyük kriz, Türkiye'nin gelecekte modern bir ülke olmasını sağlayabilecek insanları tek tek ezdi geçti.

Hayatı boyunca bir meslek sahibi olmak için çalışmış çabalamış, ailesinin fedakárlıklarıyla okumuş, uğraşıp bir yerlere gelmiş bütün meslek sahibi bireylerin üzerinden silindir geçti bir yıldır.

Bireylere vurulan darbenin ekonomik boyutunun yanı sıra psikolojik boyutu da korkunç oldu bu kriz sürecinde.

Anneden babadan miras kalmayan, çalışarak, çabalayarak edinilen yılların birikimiyle gelmiş özgüvenler bir darbeyle silinip atıldı bu krizde.

Herkese tavsiye ediyorum; özellikle de bu konularda sadece rakamlara bakarak yazılar yazan ekonomistlerden rica ediyorum, bir soruştursunlar bakalım etrafı.

Aniden, hiç hak etmedikleri halde işiz kalmış ve aylardır beklemekte olan insanlar ne durumda, bir konuşsunlar, sohbet etsinler onlarla.

Bu insanların psikolojik durumları nedir; herkesin her fırsatta öne sürdüğü ‘‘bizim toplumumuzun sağlam aile yapısı’’ acaba bu işsizlik ve umutsuzluk sarmalında sarsılmakta mı, yıkılmaya mı başladı bunu anlamaya çalışsınlar.

Şans eseri işini korumuş olanlara da baksınlar; onlar nasıl korku içindeler ve bu korku onlardaki yaratıcılığı nasıl yok etmiş, bunu da görmeye çalışsınlar.

Yüzde 9.4 küçülme; bu korkunç rakam bile olayın başka boyutlarını anlatmakta yetersiz kalıyor.

Ve üstelik devamlı haberler de geliyor piyasalardan.

Neymiş, burada işgücü maliyetleri fazlaymış, bu nedenle artık var olan yatırımlar da kapatılıp komşu ülkelerde açılacakmış fabrikalar.

Düşünsenize, artık bıçak kemiğe dayanmış olan, okuyan çocuğuna bile artık para yetiştiremeyen, açlık korkusu çekmeye başlayan meslek sahibi insanlar, beş kuruşa bile çalışmaya razı hale gelen insanlar, bir de böyle şeyleri duymak zorundalar.

Gelecekte belki bir şeyler olur umudunu da sıfırlayınca, nasıl yaşamlarını sürdürecekler ki bu insanlar?

Bunu yazarken bile içim sıkılıyor, içim ürperiyor ama gerçek bu ve ne yazık ki bir ülke göz göre göre en kıymetli çocuklarını yok olmaya iterken, siz bunu durdurmaya yarayacak bir şeyler önermekte aciz kalıyorsunuz.

* * *

Kemal Derviş gelmeseydi, bürokratik rasyonel tedbirler alınmasaydı daha da kötü batacaktık, bunu kabul ediyorum.

Bugün gelinen nokta, en azından beş ay öncesinden daha iyi; rakamlar bunu gösteriyor, bunu da biliyorum.

Ve piyasanın bazı unsurlarında kötümserlikten iyimserliğe dönülme sinyalleri var; bunu da tespit ettim ve daha önce yazdım.

Ancak ülkenin belkemiğini oluşturması gereken meslek sahibi inanları, itildikleri kara delikten çıkarmak için başka bir dinamizm gerekiyor.

Hem de acilen gerekiyor; çünkü onların beklemeye tahammülleri kalmadı. Hiçbirimizin kalmadı açıkçası.
Yazının Devamını Oku

Olası kábus senaryoları

1 Nisan 2002
<B>SABAHLARA </B>kadar sadece türkü söylenen gece kulüplerinden bir tanesindeyim. Tamamen erkeklerle dolu içerisi.

Hepsi de türküleri ezbere biliyorlar, bütün türkülere büyük bir coşkuyla eşlik ediyorlar.

İçersi loş, sahnede yumurta topuklu iskarpin giymiş adamlar var, onlar saz çalıyor ve büyük bir deha olduğu iddia edilen 11 yaşındaki bir çocuk da ergenliğe yeni girmeye hazırlanan sesiyle türkü çığırıyor.

Aniden sahneye haddinden fazla bıyıklı adamlar çıkıyor, bir leğen atıyorlar yere ve yine haddinden fazla kıllı olan kollarıyla çiğköfte yoğurmaya başlıyorlar.

Salondaki coşku bir anda doruklara çıkıyor. Birden herkes ‘‘Ley, ley, ley, ley, ley, ley’’ diye bağırmaya başlıyor.

Ben de kalabalığa uyayım diye aynı sesi çıkarmaya çalışıyorum ama mümkün değil başaramıyorum.

Çiğköfte yoğurmakta olan adamlar bu arada had safhada terlemeye başlıyorlar çünkü salon Türkiye'de gece eğlencesinin yapıldığı bütün mekánlarda olduğu gibi aşırı derecede sıcak.

Ve terlerini kollarına siliyorlar.

Bu arada sarhoş olmaya başlayan erkekler topluluğundan bazıları dinledikleri yerel türkünün çağrıştırdığı hüzne artık dayanamayarak ağlamaya başlıyorlar.

Bazıları da onları teskin etmek için kafalarını yağlı güreş sahasında olduğu gibi kollarının arasında sıkıştırıp, onları yanaklarından öpüyorlar.

Birden bir anons yapılıyor ve o gecenin türkünün gelecekteki starlarının bulunmasına adanmış olduğu, bu nedenle seyirciler arasından seçilecek talihlilerin sırayla türkü çığırmaları gerektiği söyleniliyor.

Anons sesi salonun içinde tuhaf bir şekilde yankılanıp sona ererken...

Salondaki tüm ışıklar sönüveriyor ve bir spotla sadece benim gövdem aydınlanıyor.

Ve erkekler topluluğu hep bir ağızdan ‘‘Çığır, çığır, çığır’’ diye tempo tutarak beni sahneye davet ediyorlar.

Ve ben hareket etme yeteneğimi de tamamen yitirmiş olduğum için ‘‘Çığır’’ davetlerine anında uyamadığımdan bana hafiften de kızmaya başlıyorlar.

* * *

Hamburgercideyiz.

Penelope Cruz ile ilk birlikte geçirdiğimiz gece bu.

Onun benim çıkma davetimi kabul etmiş olması bana bir şey ifade etmiyor çünkü benden önce Tom Cruise ile beraberdi ve hayatta her şeyi söyleyebilirsiniz ama onun benden daha akıllı olduğunu sanırım söyleyebilmeniz mümkün değildir.

Tamam tamam dişleri daha beyaz ve bu yüzden de her aptal şeye gülümsüyor ama ne yapayım ben part-time Ortadoğuluyum, dişlerim ancak bu kadar beyaz olabiliyor işte.

Siparişlerimiz geliyor ve rüyamın kábus bölümü o anda başlıyor.

Penelope o korkunç ağzıyla hamburgeri ısırıyor ve üstelik ağzı açık biçimde çiğnemeye başlıyor lokmalarını.

Ağzı bir anda aniden karaya alınmış deniz anası gibi şekil değiştirmeye başlıyor.

Penelope'nin ağzı tek başına bir korku filmi haline dönüşüyor.

Ve ben, Tom Cruise aklıma geldiği için onunla yatmakta hayli zorlanacak olan ben, Penelope hamburgerini bitirdiği an onunla yatma fikrinden ebediyen vazgeçmiş oluyorum.

Ama o bana ‘‘Haydi benim eve gidip birer kahve içelim’’ diyor.

* * *

Genel yayın yönetmeninin odasındayım.

Takım elbise giymişim, ayakkabılarım gıcır parlıyor ve beni onun masasının tam önündeki bir iskemleye bağlamışlar.

Elim kolum hareket edemiyor. Ağzımı da bağlamışlar, konuşmam mümkün değil.

Ve o gelip masasına oturuyor, bana medyada etik ve ahlak üzerine bir söylev vermeye başlıyor.

Daha doğrusu daha önce almış olduğu notlardan gayet monoton bir sesle okuyor ve arada bir de durup uzunca bir süre sessizce bana bakıyor.

Notları yaklaşık 10 bin sayfa filan ve ben daha üçüncü sayfada çılgınlar gibi haykırmaya başlıyorum ama sesimi kimse duymuyor.

Gece oluyor, tüm Medya Towers'da ışıklar sönüyor, bina zifiri karanlığa bürünüyor, sadece tek bir odadan loş bir ışık geliyor.

Ve aynı odadan monoton bir ses duyuluyor.

Kábusum binanın dış çekimiyle bitiyor. Dışardan camdan görünüşte ben bağlı olduğum iskemlede kafamı deli gibi sallarken o okumasını sürdürüyor.

Ve kamera İkitelli'nin muhteşem manzarasını vermek için binadan dışa doğru çekilirken bir rüya için bile son derece abuk olmasına karşın Jaws filminin müziği çalmaya başlıyor.
Yazının Devamını Oku

Eski bir filmi izlerken

31 Mart 2002
<B>GEÇEN </B>gece sabaha karşı uykum kaçtı. Yatakta sonuç alamadan debelenmekten bıktım, kalkıp televizyonun başına kuruldum.

İlk açtığım kanalda Abbott ve Castello ikilisinin bir filmi vardı.

Bu filmde benim belki de onlarca kez seyrettiğim ve her seyredişimde de çok güldüğüm bir sahne yer alıyordu.

Abbott bazı kasabadaki kızların gözüne girmek, beğenilmek için sert bir aslan terbiyecisi olduğunu göstermeye çalışıyor.

Arkadaşı Castello ile bir plan yapıyorlar.

Castello aslan kostümü giyiyor, ormanda dolaşmaya başlıyor.

Plana göre Abbott bunu canlı yakalayacak, kafese koyacak ve kızlar da bu cesur davranışı yüzünden onu çok sevecekler.

Castello aslan kostümünü giyip ormana dalar, ancak tam da bu anda gerçek bir aslan kasabadaki sirkten kaçar.

Ve tabii Abbott bu aslanla karşılaşır, ama onun gerçek olduğunu algılamaz.

Aslan gayet sakin bir şekilde kafese girer, Abbott büyük havalarla onun ardından kafese dalar, kapıyı kilitler, hatta olağanüstü cesur olduğunu göstermek içim kafes kapısına ilave kilitler asar, büyük bir edayla kilitleri de ağaçların arasına fırlatır.

Gider aslanın önüne oturur, kendisini izlemekte olan kızların gözüne daha da girmek için aslanla şakalaşmaya başlar.

Bu arada aslan da yavaştan sinirlenmeye başlamıştır.

Kükremeye, Abbott'a pençeler atmaya başlar.

Abbott bunu arkadaşının kendisiyle şakalaşması olarak algıladığı için çok sakindir.

İşte o anda orman içinde boşu boşuna aslan kostümü giymiş halde dolaşmaktan sıkılmış olan Castello kafesin yanına gelir.

Kolunun altında da aslan kostümünün kafa bölümünü taşımaktadır.

Abbott arkadaşını kafesin dışında görünce ilk anda olayı kavrayamaz.

Ona ‘‘Sen orada ne arıyorsun’’ der. Sonra konuşması biraz abuklaşır, ‘‘Sen orada olamazsın ki, sen burada arkamdasın’’ der.

Sonra katıla katıla gülmeye başlar.

Gülmesi orta yerde katıla katıla ağlamaya dönüşür.

Sonra bir anda susar ve oturduğu yerde koşma hareketleri yapmaya başlar, ama sadece kolları hareket etmektedir; çünkü korkudan geçici felç olmuştur.

*

Son derece basit bir formüle dayanıyordu bu komedi rutini, ama kahkahayla da güldürüyordu insanı.

Onu seyrederken gecenin bir vaktinde, bu tür eski filmlerin Türkiye'de televizyonlarda neden sıkça gösterilmediğini düşündüm.

Örneğin, bir Jerry Lewis'in eski komedi filmleri neredeyse gizemli bir şekilde ortadan yok olmuş durumda.

Bunlar veya bir Laurel-Hardy klasiği ‘‘prime-time’’da gösterilse, eminim ki izleyicisi büyük olur bunların.

Genç kuşaklar bu komedi devlerini tanımıyorlar, onlar neredeyse hepsi de birbirine benzer olan dizilerdeki basit esprileri komedi sanarak yaşıyorlar.

Benim istediğim türde filmlere talep yok deniliyorsa da buna inanmak zor; çünkü bu talebin oluşması için bir çaba gösterilmedi ki, deneme yapılmadı ki.

Veri olanı kabul etmiş yaşıyoruz, veri olanı değiştirmek için bir çabamız yok, evet biliyoruz televizyon dünyasında riskler büyük ama bazen risk alındığında getiri de büyük olabilir.

İşin özeti, ben o eski komedi filmlerini çok özledim ve bunları gece yarısından sonra göstermenin de büyük israf olduğuna inanıyorum.
Yazının Devamını Oku

Dünkü yazım üzerine düşünceler

29 Mart 2002
<B>DÜN </B>yazdığım yazıda Cumhurbaşkanı'nın almış olduğu villayı bu toplumda sorun yapmanın doğru olmadığını, özellikle ilkesizliği ve kokuşmuşluğu hayat tarzı haline getirenlerin bu villaya takmış olmalarını içime sindiremediğimi söylemiştim.<br> Kızgın yazdım o yazıyı.

Onca yıldan sonra hálá, kızgınken yazmaya başlamamayı öğrenemedim.

Kızgınken yazdığımda kendimce doğruları söylesem bile meselelere diğer tarafıyla da bakmayı başaramıyorum.

Yanlış anlamayın, objektif olma çabası değil bu, aksine ben yazarların temeli olan bir şekilde sübjektif olmalarından yanayım.

Ancak Cumhurbaşkanı'nın villası tartışması, sadece o villanın alınış biçimiyle, finansmanıyla alakalı bir olay değil.

O villa Türkiye'de ahlaki meselelerin nasıl tartışıldığıyla ilgili bir sembol aslında ve o nedenle kızgın bir şekilde olaya yaklaşırken dikkatli olunmadığı takdirde olayın ucu da kaçıveriyor.

Tıpkı dünkü yazıda olduğu gibi yani.

* * *

Şöyle ki:

Bu memlekette çok uzun yıllar boyunca ahlaki düzeyde bir istikrarlı aşağıya gidiş yaşandı.

1990'lı yıllarda bu kokuşma haline dönüştü.

Siyaset ahlaken iflas etti.

Bu ortamda Sayın Cumhurbaşkanı, bence son derece yanlış bir kararla Cumhurbaşkanı yapıldı.

Bu bir yanlış karardı; çünkü Sayın Cumhurbaşkanı bir lider değil. Türkiye gibi son derece karmaşık bir ülkenin başında, onu modern geleceklere taşıyacak vizyona da sahip değil.

Her insan lider olamaz. Büyük ihtimalle onun da böyle bir iddiası yoktu zaten, ancak bir gün aniden, Bülent Ecevit'in adam seçmedeki istikrarlı yanlışlarından bir tanesinin daha uygulanması sonucunda o makama oturdu.

Ve daha ilk günden itibaren güçlü liderlik, vizyon, orijinal politikalar yerine sadece tek bir mesaj verdi topluma.

‘‘Ben dürüstüm’’ dedi. Halkın içinden, sade bir vatandaş gibi davrandı, pazarlara gitti, ucuz alışverişler yaptı, delinen ayakkabısının altına kösele koydurdu.

Orta gelirli vatandaş olduğunu gösterdi herkese.

Aslında bu tür bir mesajın tam da zamanıydı; çünkü hükümetin politikaları sonucunda fakirleşen yığınların devlette bu tür bir atıf noktasına ihtiyaçları vardı.

Cumhurbaşkanı onlar için tutunacak bir dal, bir umut ışığı oldu.

* * *

İşte bu ortamda, bile bile yaratılan, düşünülerek ayrıntılarıyla işlenen bir imaja bu son villa işi 180 derece ters sevgili okurlar.

Cumhurbaşkanı'na saldıranlara ne kadar kızsak da bu gerçeği kendimize itiraf etmek zorundayız.

Ona saldıranlara duyduğumuz kızgınlık, bizleri dürüstlük ve ilkeli davranışla ilgili kriterlerimizi adamına göre ince ayarlamaya iterse, yani belirli tarihsel konjonktür nedeniyle sempati duyduğumuz bir insanın yanlışlarını, kızgınlıklarımız nedeniyle görmezden gelirsek o zaman da bayağı ciddi bir yanlış yapmış oluruz.

Ve benim dün yaptığım gibi bazı çevrelere karşı duymakta olduğum tiksinti, temelde dürüst olduğuna inandığım bir Cumhurbaşkanı'nın yanlışını görmezden gelmeye iterse insanı, o yanlışı sorgulamanın bile yanlış olduğunu söylemeye başlarsa insan, bu da çok sağlıksız sonuçlar doğurabilir.

‘‘Benim inandığım insan hep dürüsttür, siz ne derseniz deyin bu böyledir, hem siz kim oluyorsunuz da onun dürüstlüğünü sorguluyorsunuz’’ lafları, kızgınlığımızı azaltır belki ve bizi rahatlatır.

Ama o zaman da ‘‘sorgulama’’ kriterleri ortadan kalkar, her şey sübjektif olur ve memlekette bir gün belki bazı kuralları koyma umudu da tamamen ortadan kalkar.

Sonuç itibarıyla demek istediğim şu ki, dünkü yazımdaki hissiyata aynen sahip çıkıyorum ama yine aynı hissiyat nedeniyle yanlış yapmasını istemediğim bir insanın da yanlış yaptığında bunu görmezlikten gelmenin yanlış olacağını söylüyorum.
Yazının Devamını Oku

Cumhurbaşkanı'nın villası

28 Mart 2002
<B>ADAMA </B>bakıyorsunuz elini ayağını nasıl kullanacağını bile bilmiyor. Angut beyinli bir şey. Mesleği yok, hayatta tek bildiği şey çapkınlık yapmak ama onu da sadece parasıyla yapabildiğinden bunun bir anlamda fahişelik olduğunu bile algılayamıyor. Konuşmayı gayet tabii ki bilmiyor, hayatta tek okuduğu şey maç eleştirisi, onun da içerikli olanı ağır geliyor, küfürlü olanını anlayabiliyor sadece.

Bir bakıyorsunuz altında bir araba, 100 bin dolar en azından. Yatı var, villası var. Villası da bir buçuk milyon dolar ha, öyle böyle değil yani.

Aslında evi o fiyatın dörtte biri bile etmez ama İstanbul durmadan geçirilmeyi sevenlerin memleketi olduğundan ve bu tür adamlara geçirildiğinde de bunu hissetmediklerinden çünkü kaşarlanmış olduklarından, çünkü parayı hak ederek kazanmadıklarından, nasıl kazandıkları da belli olmadığından düzen böyle işliyor buralarda.

Ve zannetmeyin ki bu tür insanlar azınlıkta buralarda sevgili okurlar. Sayıları oldukça fazla bunların.

Nereden nasıl çıktılar bir anda ortaya bu da meçhul.

Bir hastalık gibi bunlar. Erkeği de böyle kadını da. Varlıklarıyla toplumda acayip bir kirlenmeye yol açıyorlar aslında.

Hastalıklı yapılarıyla sarıyorlar etrafı.

İşin tuhafı düzgün olması gereken, parasını hak ederek kazanan çevrelerden insanların da bu tür insanlardan tuhaf bir şekilde etkilenmeleri. Onlara gıpta duyuyor gibi düzgün olması gereken insanlar da, sanki çürümüşlere bakıp da ‘‘Biz neden bunlar gibi olamadık’’ diye üzülüyorlar gibi geliyor bana.

Bu böyle çünkü basında yer alan haberlere bir bakın Allah aşkına.

Bir aile çıkıyor ortaya, anneler kızlar aynı erkeği paylaşmışlar, babayla kanlı bıçaklılar, suçlamalar havada uçuşuyor, rezillik almış yürümüş başını.

Bir başkası kardeşini dolandırmış. Öbürü arkadaşını satmış.

Düzgün olması gerekenler de yaşam biçimlerini, davranışlarını doğuştan çarpılmışlara uydurmaya çalışıyorlar, sanki bu büyük marifetmiş gibi.

Geceleri hep aynı yerlerde buluşup eğleniyorlar, ilk fırsatta birbirlerine kazıklar atan, kötülükler yapanlar içkili ortamda vur patlasın çal oynasın oluyorlar, sonra ertesi gün yine aynı dalavere tekrar başlıyor.

* * *

Hayatta çok masum olduğumu, hep düzgün olduğumu, hep doğru davrandığımı söylemedim hiç.

Böyle insan da pek yoktur bence ve hep düzgün olduğunu söyleyenler de biraz yalan söylüyorlardır genelde.

Ancak ben ve benim gibi insanlar ne kadar kafayı yersek yiyelim benim İstanbul'da varlıklarını bildiğim bazı çevreler gibi insan komedisi haline gelmemiz çok zordur sevgili okuyucular.

Bazı insanlar isteseler de gayret etseler de bu anlattıklarım kadar çirkefleşemezler.

Kendimin böyle olduğunu biliyorum, Türkiye'de çalışıp didinen milyonlarca insanın da böyle olduğunu bilmekteyim.

Ve çalışarak kazananlar bilir ki öyle villaları, 100 bin dolarlık arabaları sadece çalışarak alabilmek, çok istisna bazı insanların hakkıdır.

Ve bizler onlara helal olsun demeyi de biliriz, bunu gönül rahatlığıyla yaparız, nasıl ki öbürlerine Allah belanızı versin derken gönlümüz nasıl rahatsa hep rahat kalırız.

Diyeceğim şu ki böyle bir ortamda, Allah belanızı versin denilmesi gereken insanların toplumun sosyal kültürünü belirleyebildiği bir ortamda Cumhurbaşkanı'nın hesabını verdiği villasının tartışılmasını ben içime sindiremiyorum.

Başka bir Türkiye'de bu tartışılırdı ama şimdi kim kime hesap soracak be, bırakın Allah aşkına sersemliği!

* * *

Benim sorunum başka.

Rana kafayı çeşitli meselelere takıyor son günlerde. Bu villa meselesine de ele attı ve ‘‘Acaba Cumhurbaşkanı emekli olduktan sonra orada nasıl oturacak ki, emekli maaşı o evin aylık ısıtma giderini bile karşılamaya yetmez’’ dedi.

Ki haklıdır Sayın Cumhurbaşkanı, arz ederim.
Yazının Devamını Oku

Her şey aynı olacak

27 Mart 2002
<B>DÜN </B>sabah kahvaltı yaparken, bir yandan da o kanal sizin bu kanal benim ekranda zıplayıp duruyordum. Gün içinde izlenecek haberleri aktaran bir kanalda, Türkiye'de 2023 yılına ilişkin beklentilerin tartışılacağı bir toplantı yapılacağını duydum.

Bu toplantıda söylenecek lafları, ortaya konacak fevkalade parlak fikirleri eminim bugün gazetelerde okuyacaksınızdır.

Ancak dün ben bu haberi duyar duymaz yüksek sesle ‘‘İşte tamamen lüzumsuz, sadece zaman ve enerji israfına yarayacak bir toplantı daha’’ diye söylendim.

Rana yine sosyal demokratlarla ilgili söylendiğimi zannetti bunu duyunca, ama mesele bu kez başkaydı.

Çeşitli kesimlerden gelen, farklı görüşlerden olan insanlar, Türkiye projeksiyonlarını tartışacaklarmış bu toplantıda.

* * *

İlk başta 2023 yılının seçilmiş olmasının nedenini anlayamadım ve bunu yeni bir reklamcı cinliği olarak yorumladım.

Öyle ya, projeksiyon yapılacaksa örneğin neden 2050 seçilmemiş değil mi ama, ilk başta böyle düşündüm.

Sonra jeton düştü; Cumhuriyet'in ilanının 100'üncü yılı ya, o nedenle 2023 seçilmiş.

Güzel tamam, no problem, devam edelim.

Şunu samimi olarak söylüyorum: Gerçek inancım odur ki, ister 2023 yılını, ister 2050'yi, isterseniz de 3000 yılını seçin hiçbir şey fark etmez.

Türkiye'de her şey aynı kalacak kardeşim, bunu bilin.

Ben 35 yıldır Türkiye'de çok şeyin değişeceğini bekleyerek yaşıyorum.

Ve değişim oldu aslında, ama kötüye doğru oldu.

İnsanlar arası ilişkiler, aile ilişkileri, insan kalitesi, eğitim kalitesi, siyasetin kalitesi, hep kötüye doğru gitti.

Sorunlarımız hep aynı kaldı. Çözümsüzlüklerimiz de hep aynı kaldı. Yıllardır hep aynı konularda, aynı noktalarda tıkanıp kaldık, tıkanma noktalarına gelinceye kadar belirli sınırlar içinde demokrasicilik oyunu oynadık, iş kritik meselelere gelince yine kasılıp kaldık, yine geriye doğru hareket ettik.

Bitip tükenmek bilmeyen, insanı da bitirip tüketen bir kısırdöngü içinde debelenip durduk.

Ve bugün dikkat edin bakın, sosyal göstergeler açısından gelmiş olduğumuz nokta, 1970 yılındaki noktamızdan çok daha geridedir.

Üstelik 1970 yılında Türk insanının geleceğe yönelik umudu daha fazlaydı; bugün ise geleceği bile düşünemeyen, artık önündeki 24 saati bile zor gören insanlar çoğunlukta ülkede.

Dolayısıyla 2023 yılında ne olacağı hakkında projeksiyonlar yapmak, zihinsel mastürbasyondan başka bir şey değildir.

Gidişat bellidir. Türkiye o verilen tarihe gelindiğinde de aynı sorunlarla boğuşuyor olacaktır; çünkü Türkiye'nin kendisine sorun olarak tespit ettiği konular tarih dışıdır, koşullardan, siyasetten bağımsızdır ve bu yüzden de kalıcıdır.

* * *

Demek istediğime basit bir örnek vereyim.

PKK ismini değiştirmiş, PAG olmuş. Bu, Halkların Özgürlüğü Partisi demekmiş, af çıkarılırsa silah bırakacaklarını da açıklamışlar.

Buna resmi tepki daha isim değişikliğinin mürekkebi kurumadan geldi, ‘‘Bu bir oyun, kanmayız’’ denildi.

Evet bence de oyun; isim değiştirenler de oynuyor, değişikliğe tepki verenler de oynuyorlar. Üstelik bu oyunun kuralları da hiç değişmedi ve hiç değişmeyecek; dolayısıyla en temel iki kalıcı sorundan bir tanesi olan bu olayda bile neyin nasıl değişeceği hiç bilinemeyecek ve hayat aynen akıp gidecek.

Aslında dün yapılan türde toplantıların hiçbir yararı olmadığını söylemek de doğru değil. En azından kahve, çay servisi yapanlara iş imkánı doğuyor, en azından onlar bir günü de olsa kurtarıyorlar ya bu bile önemli bizim memlekette.
Yazının Devamını Oku

Gülümseyin... Türkiye'desiniz

26 Mart 2002
<B>TAHMİNCİ </B>gazetecilik ekolü dün bir büyük zafer daha kazandı sevgili okurlar. Oscar ödüllerine ilişkin altı tahminden dördünü tutturdum.

Jokerim Denzel Washington'du, onu bile tutturdum yemin ediyorum.

Rene Zellweger'in hakkını yediler, ırk politikalarına kurban edildi, rakibi siyah bir bayan olmasaydı hakkı olan ödülü o alacak ve tahmin oranım altıda beşe yükselecekti.

Ne yapayım, kader utansın.

Ve yaşasın tahminci gazeteciliğin gücü.

***

Türkiye'deki her sorunu slogan atarak çözebileceğimiz yolunda hayli yaygın olan bir inanç var ortalarda.

Turizm Bakanı Mustafa Taşar, bu yıl turist çekmek için sloganını hazırlamış bile. ‘‘Türkiye'nin ritmini yakala’’ diye söylenecekmişiz turistlere.

Bu ritmin ne olduğu konusunda umarım Bakan Bey'in net bir fikri vardır çünkü onun ne olduğu konusunda benim tek bir fikrim bile yok.

Yani turistik bölgeleri az çok bilirim ama oralarda da çok fazla sayıda farklı ritimler vardır ve yakalama işini turiste bırakırsak onlar hangi ritmi seçeceklerini anlayamaz ve şaşırıp kalıverirler ortada.

Yılın 10 ayı ‘‘Mısır Çocukları-17’’ filminin çekildiği stüdyodaki havaya benzer turistik bölgeler.

İnsanlar zombiler gibi gezer o 10 ay boyunca. Hatta ekim ayı sonu itibarıyla kahveye oturup, oradan mayıs ayı sonuna doğru çıkanlar bile olmuştur.

Bu ayrı bir ritimdir ve benim sevdiğim ritim budur. Tüm turist kardeşlerime (Araplar hariç) bu ritmi tavsiye ediyorum, pek güzel oluyor vallahi.

Tuvalete gitmek için bile iki saat kendi içinizde bir tartışma yaşamanın (tartışma dediysem de öyle fazla stres yaratıcı değil yani, sadece şimdi gitmesem olur diye düşünüp sonra konuya bir saat sonra geri döneceksiniz, bunu kastediyorum) keyfi hayli güzel oluyor, bana inanın.

Sonra mayıs sonu itibarıyla İstanbul boys gelmeye başlar ve ‘‘Mısır Çocukları’’ film seti aniden ritim değiştirir.

İlk gelen İstanbul boys genelde bar sahipleridir, aslında onların da ritmi hayli düşüktür ama onlar yüksek sesli müzik eşliğinde yaşarlar bu ritim düşüklüğünü ki bu hayli şık bir olaydır.

Daha moderndir bu ve bunun da takılanları vardır.

Ve en sonunda İstanbul girls gelir. Bunlar Virginia Slims sigara reklamındaki ‘‘You've come a long way’’ sloganını utanca sürükleyecek derecede özgür tiplerdir.

Yani o reklam metnini yazan kişiye ‘‘Ne gelmesi sen gelirken bir dönüyorduk o yollardan’’ deseler kimse onları yanlışlamaya cesaret edemez, öyleler yani.

Tatil yörelerinde onları dürbünle kuş gözlemleyenler gibi uzaktan seyrederken onlarla kış aylarını aynı şehrin çatısını paylaşmış olmakla gurur bile duyuyor insan.

Gitmesek de görmesek de orada bizim kızlarımız var işte ve Türkiye gayet tabii ki onlarla da gurur duyuyor.

Turizm Bakanı bu kızların ritmini kastediyorsa ben de ona diyeceğim ki kardeşim ne garezin var elin gavuruna karşı, bırak adamcağızları rahat, başlarını belaya sokma onların.

O da çaktırmadan Avrupa'ya düşman galiba ha!

***

Turizm Bakanı Irak bombalandığı takdirde ritimli sloganı ‘‘Gülümseyin... Akdeniz'desiniz’’e çevirerek insanları rahatlatacakmış.

Bu slogan bana gizli kamera şakaları programını hatırlattı. Hani kurbanın başına türlü belalar gelir, bir sürü olay olur, sonra programı sunan onun yanına gelir ve bitip tükenmekte olan adama bir yeri işaret ederek ‘‘Gülümse... Gizli kamera önündesin’’ der ya, işte onu hatırladım bu sloganı duyunca.

Benim hayalime şöyle bir şey geliyor. Karşıda iki Alman turist duruyor. İkisi de şişman ve evliler. Yanlarında kendileri kadar sevimsiz olan çocukları da var ve onlar da şişman.

Tam o anda gökyüzünde bir Scud füzesi beliriveriyor ve o tam Alman aileye doğru geliyor.

Bu arada süpermen gibi çevik hareketlerle ortaya çıkıveren ve aynı Almanlar kadar (belki de daha fazla) şişman olan Turizm Bakanımız onlara ‘‘Gülümseyin... Akdeniz'desiniz’’ diye bağırıyor, onlar da buna inanıp tam gülümserlerken...

Füze hedefini buluveriyor.

Bunu film olarak çekseler belki pek turist çekemeyebiliriz ama gerçekten komik bir film yapmış oluruz, bunu da bilin.
Yazının Devamını Oku