12 Nisan 2002
<b>AMERİKA'</B>da bir kadın polise başvurarak, boksör <B>Mike Tyson'</B>un kendisine yumruk attığını iddia etmiş. Şimdi polis bu iddianın doğru olup olmadığını araştırıyormuş.<br> Sevgili okurlar.
Bazen bazı haberler beni aşırı derecede sinirlendiriyor.
ABD'den gelen bu son haber de onlardan bir tanesiydi işte.
Mike Tyson'un yumruk hızını bir zamanlar ölçmüşlerdi. Yanılmıyorsam saatte 160 kilometre hızla yumruk atıyordu kendisi.
Durum böyle olunca basit bir mantık hesabı yaparsanız eğer, bir kadının ondan yumruk yediğini bir İDDİA olarak ortaya atabilmesinin kesinlikle imkánsız olduğunu da görebilirsiniz.
Çünkü:
Adı geçen kadın ya yumruğu yediği anda ölecek ve iddiayı ortaya atma imkánını maalesef bulamayacaktır;
Ya da anında ölmese dahi karakola gittiği zaman olayla ilgili bütün deliller onun vücudunda renkli sinemaskop bir şekilde yazılı olacaktır, yani ortada daha fazla araştırılması gerekecek bir olay kalmayacaktır.
Olayda bunun aksi bir şey olması mümkün değildir.
Tyson'un bir kadına yumruk atacak duruma gelebilmesi ancak onun sinirlenmesiyle mümkün olabilir.
Otoritelere göre de sinirlendiği zaman yumruk hızı saatte 200 kilometreyi aşabiliyormuş.
Sinirlendiğinde neler yapabileceğine de bir kez şahit olmuştu insanlık álemi.
Bir gün işinden dönmekte olan bir Amerikalı önde giden bir arabaya arkadan hızla bindirmişti.
Bu işte kesinlikle suçlu olduğu halde bir de üstüne üstlük bağıra çağıra arabadan inmiş ve ön arabadaki şoförü dövmek amacıyla öne doğru yürümüştü.
Ön arabadaki şoför bir müddet arabadan inmemek için direnmiş, bunu onun korkaklığının bir sonucu olduğunu sanan adam ise daha fazla bağırıp çağırmaya, küfretmeye başlamıştı.
Sonunda ön arabadaki adam dayanamayıp arabasından dışarı çıkmıştı.
Bağırmakta olan adam işte o anda hayatının belki de en vahim hatasını yaptığını anlamıştı çünkü ön arabadan Mike Tyson inmişti.
Daha sonra adamı hastanede mülakat yapmak için gören gazeteciler adamın çekmekte olduğu büyük acılara rağmen başına gelenlere belirli bir espri anlayışıyla yaklaşmakta olduğunu, fiziksel acılarının temelinde aslında son derece de komik bir olayın yatmakta olduğunu bildiğini ve bunu kendisini ziyaret eden herkese de anlattığını aktarmışlardı.
Yani özet olarak diyeceğim şu ki Mike Tyson kendisi hakkında iddia edileni gerçekten yapmışsa bunun üzerinde herhangi bir şüphe ihtimalinin bulunması katiyen mümkün olamaz.
Bu arada başka bir şey de hatırladım.
Bir keresinde de bir hırsız Bruce Lee'nin evine girmişti, üstelik o evde uyumaktayken yapmıştı bu hatayı.
Bruce Lee'nin uyanmasından yaklaşık beş dakika sonra adamı hastaneye yetiştirmek için ambulans yola çıkmıştı bile.
Anlayacağınız bazı insanlar doğuştan bahtsız oluyorlar, bunu da bilin.
* * *
Sinirlendiğim haberler sadece böyle detayda kalmış, hiçbir sağlıklı kafanın önemsemeyeceği düşük düzeyde olan haberler değil.
Uluslararası ilişkilerle ilgili haberlere de kızıyorum bazen.
Şimdi, Cemil Bayık İran'da yakalandı diyorlar.
Sonra da bir Türk uçağının onu almak için hazır bekletildiğini, bordo bereli bir timin de bu uçakla gidip onu alacağını yazıyorlar.
Gerçekten yakalandı mı yakalanmadı mı, İran şöyle mi yaptı böyle mi benim ilgilendiğim onlar değil.
Ben zaten yakalanmış ve hapiste tutulduğu iddia edilen bir adamı almak için neden illa da bordo berelilerin oraya gitmesi gerektiğini anlayamıyorum bir türlü.
Bunun mutlaka bir mantığının olması gerekir ama bunu bir tek ben bilmiyorum medya dünyasında ve bu da çok ama çok üzüyor beni.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2002
<B>SALI </B>akşamı NTV'de <B>Emin Çölaşan, Yavuz Donat ve Mustafa Balbay'</B>ın tartışma programını izledim. Ve hepimizin sıkça yaptığı bir yanlışı bu üç tecrübeli gazetecinin de yapmakta olduğunu gördüm.
Programın bir bölümünde Türkiye'de artık yeni siyasetçi yetişmediği, eğitimli birçok insan olmasına rağmen bu nüfusun aralarından siyasete kalite getirecek isimler çıkaramadığı konuşuldu.
Benim de aynen katıldığım tespitler yapıldı var olan durum hakkında.
Sonra konu politikaya atılmak için Washington'daki diplomatlık görevinden istifa edip Türkiye'ye dönmeye hazırlanan Mehmet Ali Bayar'a geldi.
Ve o da bence birkaç cümleyle tüketilip bitirildi programda sevgili okurlar.
Yanlış anlamayın bu üç gazetecinin ona karşı olduğunu sanmıyorum, böyle bir tutumları varsa da bunu söylemediler.
Ancak üçü de Bayar'ın lüzumsuz bir iş yaptığı ve zaten baştan başarılı olması mümkün olmayan bir işe girişerek kendisini harcamış olduğu havasındaydılar.
‘‘O da bir şey yapamayacak zaten’’ tavrı programa hákim oldu birden.
* * *
İşte bu yanlışı hepimiz yapıyoruz.
Ve bence genç, dinamik, yeni insanların siyasete soyunmalarının önündeki en önemli engel Türkiye'deki siyasi partilerin yapısı, liderlik sultası, ayak oyunları, çıkar bağlantıları filan değil, bu sergilediğimiz tavırdır .
‘‘Bu ortamda o da bir şey yapamaz zaten’’ dediğimiz andan itibaren içinde siyaset ateşi yanmakta olan yeni isimler korkup sessiz kalıyorlar, çünkü bizler her şeyin başında o tür insanlara karşı bir inançsızlığımız olduğunu açıklamış oluyoruz.
Peki ama Mehmet Ali Bayar siyasete atılmasın da kim atılsın? Ya da şöyle sorayım soruyu. Onun siyasete atılması uygun değilse kimin atılması daha uygun?
Yeni yüz, yeni fikirler, yeni siyasetçiler istiyorsak eğer bu insanlar hangi kanallardan gelecek? Bunun Bayar'ın yapacağı gibi yapılmasından başka bir yolu, başka bir kanalı var mı?
Eğer lider sultası var diyorsak -ki gayet tabii ki var- Türkiye'de yönetime talip olacak insanların Bayar'ın atmayı planladığı adımlar dışında adım atabilmesi mümkün mü?
Bu soruları soralım, üzerinde düşünelim ve lütfen bir işe girişen insanın önünü daha baştan kesmeyelim.
* * *
Ben destekliyorum Mehmet Ali Bayar'ı.
Birikimli, dış dünyayı tanıyan, mesleğinde yükselme yolunda olan bir insan.
Siyaset ateşi içinde yanmakta olduğu için iyi mesleğini bırakabiliyor, geleceğini riske atıyor.
Politikayı bilen bir aileden geliyor. Devleti tanıyor.
Onun fikirlerini duymak, Türkiye için ne planlıyor anlamak ve ona bir şans tanımak istiyorum.
Evet onun arkasında Demirel desteği var. Evet Demirel'in bütün siyasi yoldaşları onun elinden tutacaklar.
Birçok insana dezavantaj gelebilen bu gerçekler bence son derece olumlu şeyler. Demek ki bu genç ve haliyle devlet işlerinde tecrübesiz olan arkadaşın elinden tutacak akil insanlar da var.
İsmet Sezgin koordine ediyormuş Bayar'ın partinin başına geçmesini. Ne güzel, İsmet Sezgin yaşamını bu ülkeye hizmet için adamış, namuslu, şerefli, sapına kadar adam gibi adam olan bir insandır.
Biz Türkiye'de siyaseti el birliğiyle vıcık vıcık ederken o kaya gibi durdu ve bulaşmadı bir şeylere, dolayısıyla onun varlığı da Bayar açısından olumlu bir gelişme bence.
* * *
O da bir şey yapamaz diyenler, Türk insanının nasıl da büyük bir istekle siyasette yeni bir açılım beklemekte olduğunun farkında değiller.
Ben bu gerçeği net olarak Teknokratlar Hükümeti tartışması yapılırken gördüm.
O kavrama toplumun her kesiminden gelen müthiş destek ve var olan siyasi partilere duyulan tepki aslında yeni yüzlere cesaret vermesi açısından en büyük yeşil ışıktı.
Ancak o zamanlar Türkiye'de ekonominin batması tehlikesi vardı ve işe soyunmaya hazır olanlar bence olası bir enkazın altında kalmaktan korkarak o dönemde geri planda kalmayı tercih ettiler.
Ben Mehmet Ali Bayar'ın siyasete hazırlandığını 10 ay önce duymuştum, çok insan onun adını konuşmaktaydı zaten.
Anlayacağınız uzun zamandır hazırlanan bir isim Türkiye için kolları sıvamakta şu aralar.
Ve evet onun ortaya attığı makul çoğunluk bir şeyleri beklemekte çoktan beri.
Sadece ona şans tanıyabilmek için kendisine desteğim tamdır.
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2002
Amerika'da <B>‘‘Bible-belt’’ </B>(İncil kuşağı) diye adlandırılan ve ülkenin güneyindeki bir dizi eyaleti içine alan bir bölge vardır. Buralarda muhafazakár Protestan akımlar hákimdir ve vaizlerin (preacher) sözlerine de hayli itaat edilir. Son derece ilginç bir gelişme yaşanıyor bu bölgelerde sevgili okurlar.
Amerika'da şu anda İsrail'e en ateşli destek bu bölgedeki dini cemaatlerden (Evangelical Christians) ve onların Amerikan politik söyleminde son derece etkili olan Pat Robertson gibi vaizlerinden geliyor.
İsrail için paralar toplanıyor, ateşli konuşmalar yapılıyor bu eyaletlerde.
Ve hatta ‘‘The Economist’’ dergisinin 6 Nisan sayısında sayfa 47'de vurgulandığı gibi Mississippi eyaletinde Pentecostal Hıristiyanlar, kutsal topraklar Müslümanlardan tamamen temizlendikten sonra İsrail'deki kutlamalarda kurban edilmesi için gönderilmek üzere doğurmamış genç inekler (düve) yetiştirmeye de başlamış durumdalar.
* * *
Ne oluyor?
Bu sorunun cevabı 11 Eylül'den sonra Amerika'da popüler kültür alanında yaşanan depremi anlamakla da yakından bağlantılı
Amerikan muhafazakár Hıristiyanları -ki bunların içinde İslami köktendincileri hiç aratmayacak kadar radikal olanları da vardır- uzun yıllar boyunca hem kitap yayıncılığı hem de film yapımcılığı alanında büyük yatırımlar yaptılar.
Yayınladıkları kitaplarda, finanse ettikleri filmlerde İncil'de anlatılan hikayeler popüler kültürel çerçevede tekrar anlatılıyor ve ‘‘kötülere’’ karşı savaşan Hıristiyanlar sonunda ilahi gücün de yardımıyla savaşlarını kazanıyorlardı.
Ayrıntılarda farklılaşan film ve kitapların temaları hemen hemen hep aynıydı.
Ve uzunca süre bu kitaplar ve filmler son derece amatörce hazırlandı, bunlar o kadar kötü ve birçoğu da o kadar anlamsızdı ki eğer gerçekten fanatik bir dindar değilseniz bunları sonuna kadar okumanız, seyredebilmeniz mümkün değildi.
Fakat sonra büyük sermaye girdi işin içine. Bu alanda kazanılacak büyük paralar olduğu görüldü ve birden işin çehresi değişti.
Profesyoneller el attı işe. Hepimizin tanıdığı büyük aktörler, yine tanınan direktörlerle bir araya getirtilip hiçbirimizin görmediği -çünkü çoğunlukla video için üretilen ve abonelere özel gönderilen- filmlerde rol almaya başladılar.
Kitaplar da profesyonel gölge yazarlara yazdırılmaya başlandı.
Konu yine aynıydı. Kutsal topraklarda ‘‘kötüye’’ karşı ‘‘iyinin’’ savaşı değişik temalarla anlatılıyor, ‘‘iyi’’ sonunda hep kazanıyor.
Ve iş bu sürece girince de talipleri çok arttı bu video ve kitapların.
* * *
11 Eylül saldırısı ile birlikte bu film ve kitaplarda verilmekte olan mesajlar çok daha net bir hal almaya başladı.
İlahi güç ve onun yanında olanlar müdahale etmezse dünyanın sonunun gelebileceği teması işlenmeye başlandı örneğin. Kötülere karşı kutsal toprakları korumada Yahudilerin önemli rolü vurgulanmaya başlandı.
Dünyanın sonunun yaşandığı filmler de yapıldı ve bu filmler de sondan kurtulan Yahudilerin kutsal topraklara geri döndüğü sahnelerle bitirildi.
Kötülerin Müslüman oldukları daha net gösterilmeye, anlatılmaya başlandı yayınlarda.
Kutsal topraklarda şu anda sürdürülmekte olan kanlı çatışma Amerikan sıradan insanının bilincine çok farklı imajlarla, çok farklı anlamlar yüklenerek işlendi anlayacağınız.
* * *
Gayet tabii ki bu son derece tehlikeli bir gelişme.
Pandora'nın kutusunu açıyorlar sevgili okurlar ve bunu yapmakta olanlar eğer kutunun içinden çıkacak canavarı kolayca, istedikleri noktada dizginleyebileceklerini sanıyorlarsa çok ama çok yanılıyorlar...
Sıradan, fanatik ve rasyonel bilgileriyle değil irrasyonel inançlarıyla yaşayan çoğunlukların belirlediği bir söylem içine itiliyor dünya.
20'nci yüzyılın en kritik dönemlerinde bile dizginleri elinden kaçırmayan devlet adamları yok ortada.
Var olanlar ise sıradan insan söyleminin saldırganlığına, basit coşkularına kaptırmış gidiyorlar kendilerini.
Medeniyetler çatışması yok diyenler, ülkelerdeki sıradan insanların bunu çoktan yaşamakta olduğunu ve dahası çatışmanın da topyekûn savaşa dönüşmüş olduğunu görmek istemiyorlar.
Çoğunlukların bu çılgınlık sarmalına müdahale gerekiyor ve bu işi tek yapabilecek olan ABD yönetimi eğer klasik devlet adamı ciddiyetini takınma kararını almazsa kısa sürede, işte o zaman ben gerçekten korkmaya başlayacağım.
Bakalım orada bunun olacağı yolunda bir işaret gelecek mi, bazı derin devlet isimleri devreye girecek mi, işler rasyonel hale getirilecek mi?
İşareti alırsam hemen size de aktaracağım.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2002
<B>YAŞAMINI </B>yazarak kazanmayı tercih etmiş insanların sıkça karşılaştıkları bir sorudur, <B>‘‘Sen bunu nasıl söylersin’’ </B>sorusu. Yazı mesleği açısından son derece mantıksız bir sorudur aslında bu, ama bir o kadar da yaygın kullanılıyor.
Doğal olarak dünyada herkesin bir fikri var; bunu ifade etme özgürlüğünün de olduğu söyleniyor ve insanlar bunu yapıyorlar.
Ve tecrübeyle sabittir ki, dünyadaki her insan, okuduğu her yazarın aynen kendisi gibi düşünmesini talep ediyor.
Yazar bunu yapmadığı zaman da muteber bir insan olmaktan çıkıveriyor o insanın gözünde.
Bana her gün gelen e-mail'leri derleyip kitap haline getirsem, yazardan taleplerin ne kadar da çelişkili olabildiğini herkes görse, belki o zaman bir ihtimal durum biraz normalleşebilir, ama ben o zaman da bir şey değişmeyeceğine eminim.
Yazı, onu yazan için hayati önemdedir de, onu okuyan açısından gayet tabii ki önemi fazla değildir. Yazı, özellikle de gazete yazısı şöyle bir okunup geçilmesi gereken, pek de hayat değiştirici önemde görülmemesi gereken bir olaydır bence.
Gazete yazısına haddinden fazla önem verildiğinde, dünyadaki önemli şeyler hiyerarşisindeki olması gereken düzen sarsılır ve bu da iyi bir şey değildir.
* * *
Geçen hafta Ortadoğu'daki durumla ilgili bir fikir açıklaması girişimim oldu.
Hemen tepkiler geldi gayet tabii ki.
Örneğin, ben İsrail'de nüfusun yüzde 46'sının Filistin'de bir ‘‘transfer’’ politikası izlenmesi gerektiğine inandıklarını söylemişim.
Ve transfer politikasının da aslında etnik temizleme harekátı olduğunu, bunun da faşistlere özgü bir iş olduğunu yazmışım.
Geldi tepkiler, ‘‘Vay sen bunu nasıl söylersin’’; haydi bakalım al başına bela!
Yahu kardeşim, ben İsrail'e fiilen gidip de kamuoyu yoklaması yapmadım ya.
Veyahut gece uyurken yukardan vahiy filan da gelmedi tabii ki.
Newsweek Dergisi'nde yazıyor bu aktardıklarım; üstelik de ‘‘aktarma’’ politikasının faşist bir uygulama olacağını söyleyen derginin yorumcuları değil, bizzat İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı.
Üstelik de din adamı kendisi.
Bu mantıkla gidersen, İsraillilere de ‘‘Siz nasıl söylersiniz bunları’’ dememiz gerekecek.
Ve öyle bir eğilim de yok değil yani. Bakıyorum da İsrail'in kendi içinde yaşanmakta olan tartışmalarda edilen lafları Türkiye'de söylemeye kalksanız, hemen kızıveriyor insanlar.
Onların kendilerine yöneltebildikleri eleştirileri, biz onlara söylemekten çekiniyoruz gibi bir hava var ve bu gayet tuhaf doğal olarak.
* * *
Bir başka tepki çeken husus da canlı bomba olayı karşısındaki tavrım.
Ben aslında canlı bombalarla masum insanları öldürmenin korkaklara özgü bir olay olduğunu, bunu yapan insanın artık karşı tarafta masum insan kalmadığı yolunda bir inanışa sahip olması gerektiğini, bir tarafta bu tür bir inanış yaygınlaştığı zaman karşı taraftakilerin de ötekilerde masum insan kalmadığı inancına sahip olmayı hak olarak görecekleri, bu duruma gelindiğinde de ortada haklının kalmadığı bir çılgınlık sarmalından başka bir olay kalmayacağını düşünüyorum.
Ancak aldığım tepkiler, Türkiye'de Ortadoğu meselesi üzerine rasyonel düşünmeye çalışan insanların sayısının gün geçtikçe azalmaya başladığını gösteriyor sevgili okurlar.
Çünkü bu da bir şekilde iç düzenimizle alakalandırılmış insanların kafasında. Bu nedenle de sinirler gerginleşmiş ve rasyonel söylemin dışına çıkılarak başkalarının kavgası aynen Türkiye gündeminin bir parçası gibi algılanmaya başlanmış.
Bunu görünce anlıyorsunuz ki, bu memlekette siyasetçi olmak da zor, asker de, sıradan vatandaş da.
Ve gayet tabii ki yazar olmak da zor.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2002
<B>TÜRKİYE </B>genelinde çoğunluğun mizah anlayışı ile benim mizah anlayışım arasında son derece ciddi bir uzlaşmaz çelişki var. Meseleyi diyalektik materyalist jargondan kurtarıp daha net olarak ifade edersek onların güldüğüne ben, benim güldüğüme de onlar gülemiyor bir türlü.
Televizyon ekranlarını salgın hastalık gibi sarmış olan dizilerde ve kendisine has komedi diyen programlarda yapılan, birçok insanı kırıp geçirdiği söylenen şeylerin zeká düzeyinin son derece düşük olduğunu düşünüyorum.
Ve de memlekette ortalama düzey buysa eğer işte o zaman durum son derece vahim sevgili okurlar.
Çünkü şuna gerçekten inanmaktayım ki bir memleketteki insanların hayatla dalga geçme kapasitelerinin düzeyi o memleketin de düzeyini gösterir ve meseleye bu kriterden bakarsanız, eğer denilenler gerçekse, eğer insanlarımız bunlara gülebiliyorsa o zaman Sakıp Sabancı'nın bir zamanlar son derece veciz bir şekilde ifade ettiği gibi gerçekten de ‘‘Vuah, Vuah, Vuah bizim memleketimize...’’
* * *
Durum böyleyken bazen, son derece nadiren de olsa bir ışık çakıveriyor ekranda.
Geçtiğimiz cuma akşamı TRT'de bir komedi skeci vardı.
Magandalar sergi açmış.
Açılışta bir sürü tipi faüllü adam serginin bulunduğu galerinin kapısındaki kurdeleyi makasla kesiyorlar.
Sonra davetliler galeriye giriyorlar.
Herkesin ellerinde birer içki, davetliler ve ‘‘sanatçılar’’ bir arada sergilenenleri tek tek gezip, birbirlerine yorumlarda bulunuyorlar.
Bu bir ‘‘dayak yemiş kadınlar sergisi’’.
Sanat eseri olarak suratı şişmiş morarmış kadınlar ayakta sessizce sergilendikleri bölümde duruyorlar ve davetliler bunların önüne gelince de birbirlerine yorumlar yapıyorlar.
Örneğin ‘‘Bak ne güzel çalışmış, bravo vallahi, eli de pek yetenekliymiş şu morartının estetiğine bak’’ veya ‘‘Bak işte sanatçı diye buna denir, nasıl vurmuşsa kadın gülüyor mu ağlıyor mu suratına ilk kez bakınca anlaşılamıyor’’ şeklinde yorumlar yapılıyor.
Harika bir kara mizah örneği bu. Galerilerdeki hava da çok iyi verilmiş, sanat söylemi de çok iyi oturtulmuş senaryonun içine, oyuncular da çok başarılı.
* * *
Ama yetmiyor sevgili okurlar.
Meseleyi bir noktada kesip bizi rahat bırakmıyorlar. İlla kafa ütüleyecekler bir şekilde.
Skecin finalinde benim korktuğum gayet tabii ki oldu ve o ana kadar sessiz durmakta olan kadınlar da konuşmaya başladı.
Bunun bir sanat olmadığını, dayak olduğunu, sadistlik olduğunu, bir gün gelip bunun hesabını soracaklarını falan anlatmaya başladılar.
Ve güzelim kara mizah örneği bir anda iyi yurttaş nasıl olunur dersine dönüşüverdi.
Bunu neden yapıyorlar anlamıyorum.
Acaba gerçekten de bu toplumun büyük bölümünde insanlar gerçeklik ile komedi skecinin gerçekliği arasındaki farkı anlayamayacak kadar ebleh mi?
Acaba soyutlama yapamayacak kadar beyni düşük düzeyde mi işlemekte insanların.
Neden rahat bırakılmaz insanlar da, bir skeci izleyip gülüp geçmek yerine kafaları lüzumsuz derslerle doldurulur her defasında.
Neden her defasında illa da dersler vermek, öğretmencilik oynamak gerekir ki bu yığınlara, acaba öğrenme sorunları mı var bunların?
Yani gerçekten Vuah, vuah, vuah be!
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2002
<B>EVİNDE </B>kedi, köpek besleyen insan sayısında hayli artış oldu son zamanlarda. Bu, ev hayvanlarını seven, onlara dost olan benim açımdan çok sevindirici bir gelişme.
Umarım bu bir moda değildir, insanlar bir süre sonra sıkılıp evden atmaya filan kalkışmaz bu dostlarını.
Çünkü tecrübeyle sabittir ki özellikle köpekle yaşamak son derece zor bir olay.
Müthiş keyifli köpek dostun evde olması, ancak bireyi zorlayan, vaktini yiyip bitiren, hayatı çok da zorlaştıran yanları da yok değil yani!
Bu tür konularda romantik yaklaşım göstermek yerine ben diyorum ki köpek almak isteyenler çok düşünmeli ilk önce, alacakları kararın hayat boyu kendilerini bağlayacağını ve köpek eve bir girdikten sonra da hemen hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilmeliler.
Göze alıyorlarsa çekecekleri bazı zorlukları, ondan sonra hayat çok daha güzel olacaktır buna emin olun.
Benim korkum ülkemizde var olan bir modanın, her moda olayında olduğu gibi geçici olması ve birden sokaklarda eve, sevgiye alışmış köpeklerin dolaşmaya başlamasıdır.
Geçenlerde Engin Ardıç çok güzel yazdı, köpek sevgiyle yaşar bunu kaybedince de ölür.
Herkes bunu bilsin, hatırlasın diye bir hatırlatma da ben yapayım dedim.
*
Batı ülkelerinde evcil hayvanla yaşama bir yaşam sanatı haline gelmiş durumdadır.
Ve daha da önemlisi bu yaşam sanatının bazı kuralları, yasaları vardır.
Örneğin Amerika'da köpek sahiplerinin uyması gereken son derece katı kurallar var ve bunlara uymayanlara ceza veriliyor.
Köpeğin bir insanı hangi durumda ısırdığı takdirde haklı olacağını belirleyen yasa maddeleri de bulunuyor.
Örneğin ben parkta köpeğimi yürütürken bir adam gelip durup dururken ona tekme atarsa, bunu gören şahitler varsa, köpek o adamın bacağını ısırdığında sahibe hiçbir ceza verilmiyor.
Hangi durumda köpeğin suçsuz olacağının belirlenmesi hangi durumda suçlu olacağının da belirlenmesi anlamına geliyor gayet tabii ki.
Yani her şey net olarak ortada, herkesin davranış sınırları belli ve dolayısıyla da ev hayvanlarıyla ortak yaşam sorunsuz sürüp gidiyor bu ülkelerde.
*
Türkiye'de hayvan hakları meselesi gündemde değil. İnsan hakları meselelerinin daha tam çözülemediği bir ortamda hayvan haklarının da sözü mü olurmuş derseniz kendi mantık çerçevenizde pek de haksız sayılmazsınız ama bunu deyince de sorunlar ortadan kalkmıyor.
Ev hayvanları korumasızdırlar, onları koruma altına almak gerekiyor.
Bu meseleyi neden durup dururken gündeme getirmek zorunda kaldım biliyor musunuz?
Ev hayvanı beslemek moda oldu ya şimdi, çok sayıda pet-shop açıldı İstanbul'un çeşitli bölgelerinde.
Buralarda kedi ve köpek de satıyorlar, dükkánlarının vitrinine de koymuşlar bunları küçücük kafeslerde.
Ben açıkçası oralarda satılmakta olan hayvanların ciddi bir işkence altında olduklarını düşünmekteyim ve dahası bu ülkede hayvan haklarıyla ilgili içerikli bir yasal düzenleme olmadığından bu hayvanların yasaların var olduğu başka ülkelerde olduğu gibi dükkánlar kapatıldıktan sonra açık havalı bir başka mekánda bekletilmek üzere götürüldüklerini de düşünmemekteyim.
Amerika'da da bu tür dükkánlarda kedi köpek satılır ancak onların günde belirli saat boyunca kafesleri dışında tutulmaları zorunludur.
Burada istisnalar dışında işlerin böyle yürümediğini bildiğimden onları kafesleri içinde her gördüğümde içim cız ediyor, bu da bilinsin.
Bu nedenle de hepsi yalvararak bakıyor her yanlarına yaklaşanlara, alın beni buradan alın götürün dercesine sanki.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2002
<B>YAŞADIĞIM </B>sitede kurucular çok şık bir girişim yapmışlar. Sitenin tümünde dairelerde köpek beslemek serbest. Bu nedenle de ortak kullanımda olan parkta çok güzel bir köpek oynama alanı hazırlatmışlar.
Oldukça büyük bir alanı tel örgüyle çevreletmişler, sahiplerin köpekler orada oynarken ayakta beklememeleri için oturma alanları da hazırlamışlar.
Yurtdışında gördüğüm köpek oynama alanlarının hemen hepsinden çok daha şık olan bir bölge oluşturmuşlar.
* * *
Ancak bir tek şeyi unutmuşlar.
Biz Türklerin sosyal olabilecek şeylere karşı içgüdüsel bir tepkimiz var.
Başka diyarlarda böylesine alanlar hep şenlikli olur. Onlarca köpek alanın içinde koşup oynarken, sahipler de kendi aralarında sohbet ederler.
Bizim sitede ise tek bir Allah'ın kulu bile köpeğini oraya oynaması, eğlenmesi için getirmiyor.
Üstelik alanı da kendilerine göre tanımlayarak, ‘‘köpeklerin tuvalet yapma bölgesi’’ adını takmışlar.
Bazen bir sahip köpeğiyle geliyor, boş alana sokuyor köpeğini, o tek başına orada dolaşırken de tuvaletini yapmasını bekliyor.
Eğer yaparsa bir acele köpeğini alıp evine doğru hareket ediyor. (Bu arada söylemem gerekiyor ki, ben kendi köpeğimi evden o bölgeye gidinceye kadar tuvaletini nasıl tutmaya ikna edeceğimin formülünü henüz bulmuş değilim. Bir gün herhalde onu ikna etmeyi başaracağım. Ve yine söylemeliyim ki, etrafta gördüğüm deliller bana köpeğin ‘‘çişini yaptıktan sonra’’ arkasından temizlik yapılması konusunda da bazı insanların fazla duyarlı olmadıklarını gösteriyor.)
Galiba kimse büyük bir fırsatı kaçırdığımızın da farkında değil.
Evde köpek beslemeyi dünyada en rahatlatan şey böylesine oyun alanlarıdır.
Orada başka köpeklerle sosyalleşen, oynayan, koşan, yorulan köpek evde de sorunsuz olur.
Bunu yapmıyor kimse ve sonuçta sevdikleri köpeklerine kötülük yaptıklarının da farkında değiller galiba.
* * *
Aslında diyeceğim şu ki, biz Türkler hemen hiçbir konuda toplu halde davranmayı başaramıyoruz.
Türkiye'de sosyalizmin bir siyasi güç olarak hiçbir zaman tutmamasıyla, köpek oynama alanını kullanamama arasında direkt alaka vardır; ikisi de aynı bireyci ve egoist tavırdan kaynaklanır.
Sol fikirlerin moda olduğu dönemlerde sosyalist hareketin anında bin parça bölünüp, parçaların birbirlerine düşman olmaları da bu yüzdendir.
Bırakın sosyalizmi, bizim coğrafyaya çok daha uygun olan faşizm bile bu memlekette bir türlü tam tutmamıştır.
Faşizm bireyden, kendisini toplu hareket içinde kaybetmesini talep eder. Biz Türkler ise tarihimizde hep ve istikrarlı olarak tüm toplumu kendi bireyimiz içinde kaybettirmeye uğraşmışızdır, bunu başaramadığımızda da toplumu lanetleyip durmuşuzdur.
Bir ara bu ülkede tartışıldı: Türkiye de Arjantin gibi olur mu, burada da orada olduğu gibi toplu isyan yaşanır mı?
Kardeşim, köpekleri mutlu etmek için hazırlanmış mekánda bir arada 10 dakika bile toplu halde durmaya tahammülü olmayan bireylerden oluşan bu ülke, dünyada toplu isyanla karşılaşacak dünyadaki en son ülkedir.
Türkler bir konuda toplu isyana kalkışsalar, yürüyüşün daha 15'inci dakikasında toplu isyancılar arasında fraksiyonlar oluşur ve yarım saat sonra da toplu isyanın nedeni unutulup bu fraksiyonlar birbirleriyle çatışmaya başlar.
Bunu bilin de içiniz rahat olsun yani.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2002
<B>11 </B>Eylül saldırısının hemen ardından Amerikan Cumhurbaşkanı <B>George Bush, </B>vatandaşlarına seslenerek <B>‘‘Hazır olun, belki de 30-40 yıl sürecek uzun bir mücadele dönemi başlıyor’’</B> demişti. O zamanlar neden böyle uzun bir savaş gerekeceği konusunu anlamakta güçlük çekmiştim.
Hálá da bunu anlayamamakla birlikte belki onun söylediğinden çok daha uzun bir savaş dönemine girildiğine, önümüzdeki dönemde insanlığı acılı günlerin beklediğine ve belki de uzun yıllar boyu olamaz dediğimiz şeyin de sonunda olacağına, bu korkunç sürecin sonunda bir büyük dünya savaşının çıkma ihtimalinin son derece ciddi olduğuna ben de inanıyorum artık.
Ne yazık ki bütün veriler bu yöne işaret ediyor ve işin daha kötüsü, bu süreci tersine çevirebilecek, durun diyecek, bir karşı güç dengesinin oluşma ihtimali de hemen hemen hiç yok gibi.
* * *
11 Eylül'den önce dünyayı anlamak, kavramak ve kendi yaşantımız açısından anlamlandırmak için elimizde bazı kavramlar vardı.
Her zaman doğru olan kavramlar değildi belki bunlar ama en azından her insan kendi inanışına, tercihine göre ideolojik bir anlamlandırmaya gidebiliyordu dünyayı.
Sizleri bilemem ama ben şu anda bunu tamamen yapamaz hale gelmiş durumdayım.
Bir dehşet dengesizliği, bir terör dengesizliği oluştu dünyanın her tarafında aniden.
Soğuk savaş döneminde bir vahşet dengesi vardı, sonuçlar her tarafın kötülüğüne olacağından kimse savaşa gerçekten girmeye cesaret edemiyordu.
Şimdi öyle gözüküyor ki, bu korku tamamen ortadan kalkmış durumda.
Savaş, teorik bir seçenek olmaktan çıkıp son derece pratik bir kaçınılmazlık haline geldi.
Sizleri bilemem ama bu durum beni gerçekten ürkütüyor; çünkü maalesef bu bizlerin öyle uzaktan seyredeceği, bizlere bulaşmayacak bir savaş olmayacak katiyen.
* * *
Filistinliler işgal altındaki toprakları için, kurtuluş için ayaklandılar.
Ayaklanmanın neferleri sadece savaşçı erkekler değil, kadınlar, çocuklar da oldu.
Onlar ön plana çıkınca, vahşet onlara yönelince, İsrail'in dünyada dostu kalmayacağı hesaplandı.
Haklı da çıktılar bu hesaplarında. Ama başka bir şeyi unuttular. Ölümcül sonuçları olabilecek bir unutkanlıktı bu ve tüm dünyayı tehlikeye atıyorlardı ama belki de yapabilecek başka çareleri, alternatifleri olmadığından benzinle gittiler ateşin üstüne.
İsrail ülke olarak bütünlüğünü ancak savaşarak koruyabilmektedir. Gerçek bir barış gelse, İsrail'in kendi içindeki çelişkileri, çatışmaları nedeniyle parçalanması ihtimalinin büyük olduğunu söyleyenlerin sayısı hiç de azımsanmayacak miktardadır.
Savaşla beslenen İsrail içinde faşist eğilimler, tırmanan vahşet nedeniyle çok güçlenmiştir.
Bugün İsrail nüfusunun yüzde 46'sı ‘‘transfer’’ adı verilen politikanın Filistinlilere uygulanmasını desteklemektedir.
Bu, Filistin toprakları üzerinde ‘‘etnik temizleme’’ yapılmasıdır aslında ve İsrail gibi kendi içinde demokratik sistemi olan bir ülkede bunun böylesine büyük destek görebilmesi korkunçtur.
Öte yanda ise Filistin halkının yüzde 70'e yakını İsrail'e yapılan intihar saldırılarını tamamen desteklemektedir.
İşte bu korkunç durum sevgili okurlar, dünyada bir büyük savaşın çıkmasına neden olabilecek kadar büyük bir tehlike arz etmektedir.
O küçücük topraklarda kökü atılan büyük kinler, hesaplaşma beklentileri vardır. O kinler, hesaplaşmalar bütün dünyaya yayılmıştır, o bölge kaynaklı yepyeni bir terör dalgasının kısa sürede Avrupa'yı sarması kaçınılmazdır.
Yani anlayacağınız, 40 yıl öncesine, terör günlerinin başlangıcına dönüyoruz ne yazık ki ve üstelik de süper güç dengesi yok bu dünyada ve tek süper güç olan Amerika da savaşıyor.
İşler pek iç açıcı gözükmüyor anlayacağınız.
Yazının Devamını Oku