23 Nisan 2002
<B>BAŞLANGIÇTAKİ </B>soruya uzun zamandır makul bir cevap aramaktaydım. Hayatta bana olmayan her şey ona oluyordu ve bunun da bir cevabı olmalıydı elbet, bu nedenle meseleye takmıştım uzun süredir. Öyle ya baksanıza ikimizi yan yana koyun.
Bir kere adam yakışıklı.
Sonra ciddi.
Patron ve üst düzey yöneticiler onu seviyor.
Genel yayın yönetmeni onu hep yurtdışına yolluyor.
Gazeteci arkadaşları var.
Yazılarındaki her cümleyi kan ve gözyaşıyla yazıyor.
Ve de son olarak benden daha çok maaş alıyor. (Bunu söylemek için bir araştırma yapmam gerekmedi çünkü bana göre herkes benden fazla maaş almakta.)
Bütün bunların bir sebebi olmalıydı gayet tabii ki.
* * *
Uzun yıllar süren araştırma ve düşünme sürecinin sonucunda aradığım cevabı sonunda yine onun yazmış olduğu bir yazıda buldum.
20 Nisan 2002 tarihli Milliyet Gazetesi'nin 19'uncu sayfasında kollarını kavuşturmuş olarak çektirmiş olduğu fotoğrafının hemen altındaki ‘‘Avrupa Türkiye'yi Gözden Çıkarabilir mi, Çıkaramaz mı?’’ başlıklı yazısında bakın Hasan Cemal ne yazmış:
‘‘(Floransa)- Pencereden dışarıya bakıyorum. Bahar bütün güzelliğiyle patlamış. Yemyeşil tepeler. Toscana'nın seyrine doyum olmayan zarif selvileri.
Yeşillikler arasında gözü okşayan pastel renkleriyle evler. Ulu çamlarla flört eden, kökleri yüzyılların ötesine uzanmış, görmüş geçirmiş köşkler.
Ve insanın içini kıpır kıpır yapan güneşli, ılık bir havayla kuş cıvıltıları.
Tabiat ana çağırıyor.
Ama biz bütün bu güzelliklerin ortasında hakikaten zor olanı yapıyoruz.
KOCAMAN BİR MASANIN ETRAFINDA 25-30 KİŞİ TÜRKİYE'YLE AVRUPA BİRLİĞİ'Nİ, KIBRIS'I KONUŞUYORUZ.’’
* * *
Sevgili okurlar.
Milliyet Gazetesi onun yerine beni Floransa'ya yollamış olsaydı benim yazımda yukarda büyük harflerle yazmış olduğum bölüm ve sonrası katiyen olmazdı.
Ha, belki gerçekten benimle Floransa'da o anda bulunan bazı kişiler içerlerde bir yerlerde Avrupa Birliği'ni, Kıbrıs'ı ve Türkiye'yi konuşuyor olabilirlerdi.
Ama ben onları gezi boyunca hiç görmeyeceğim, söylemiş olabilecekleri önemli şeyleri hiç duyma imkánım olmayacağı için siz sevgili okurlarıma bunları anlatmam da mümkün olmayacaktı.
İşte benim bir Hasan Cemal olamamamdaki en önemli faktör bu arkadaşlar.
Hatta Hasan Cemal'i bizim sektörde biricik, eşi bulunmaz kılan da bu.
Benim bildiğim, tanıdığım gazeteciler arasında genel yayın yönetmenine anlattığı Floransa'ya gidiş nedeni ile oraya gittiğinde yaptıkları birebir çakışacak tek gazeteci Hasan Cemal'dir.
Ben Floransa'ya iki günlüğüne gitmiş olsaydım aklıma gelecek en son şeyler Top 100 listesinde 99'uncu sırada Türkiye, 100'üncü sırada Avrupa Birliği olurdu.
Kıbrıs meselesi bu listeye bile giremezdi.
Ama Hasan Cemal bu işte, o bu konularla heyecanlanıyor, bu konulara kafa patlatıyor, haydi bunu kendisinde tutsa iyi, bunu da yapmıyor ve yukarıdaki gibi güzel başlamış bir yazıyı Kıbrıs meselesi, Mesut Yılmaz'ın görüşleri, Milli Güvenlik Kurulu tartışmaları ve benzer konularla sürdürebiliyor.
Anlayacağınız Hasan Cemal son derece cesur bir insan da çünkü başladığı gibi sürdürse yazısını okuyucu kitlesi ikiye katlanacak ama o okuyucunun katiyen ilgilenmediği bütün araştırmalarda gözüken konularla sürdürebiliyor yazısını.
Ayrıca şunu da söylemek istiyorum: Bu Mehmet Y. Yılmaz da çok şanslı bir genel yayın yönetmeni, yemin ediyorum.
Hayatta onun dışında hiçbir genel yayın yönetmenine Floransa'ya gidip de o güzel havada gerçekten semineri izleyip yazı yazacak bir köşe yazarıyla çalışmak nasip olmamıştır.
Bu, Hasan Cemal'in Türkiye'ye yılda sadece iki veya üç gün uğramasının altında yatan gizemi de açıklamaktadır gayet tabii ki.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2002
<B>AYDINLAR </B>halka ineceğine halk aydınlara çıksa ya... Şimdi bunu onlara söylesem hepsi mazeretler uydururlar, yok çok yorgunlarmış, yok siyatikleri tutarmış, yok belleri tutukmuş falan filan...
Aydınlara çıkmamak için binbir türlü bahane uydururlar, gerçekte olmayan işler yaratırlar yalan söylemek için.
Eh, aydınlar da inmek istemiyor çünkü her inişin bir çıkışı vardır ve bu da Blood Sweat and Tears'in ‘‘What Goes Up, Must Come Down’’ şarkısı eşliğinde gerçekleşirse çok şık olur ve şunu bilesiniz ki aydınlar da bitip tükenmek bilmeyen ve temelde de bir anlamı olmayan, sonuç getirmesi mümkün olmayan bu iniş çıkışlardan had safhada sıkılmış durumdadırlar.
* * *
Yabancı ekonomi çevreleri (bu laf bana ekonomi muhabirliği yıllarımı hatırlatıyor. O zamanlar gerçekte var olmayan kaynaklara dayanarak, hayali haberler yazacağım zaman haberi ya yabancı ekonomi çevrelerine, ya da ekonomiden sorumlu bürokratlara dayandırırdım ki manşet olabileyim. Şunu bilin ki benim müdürlerimin haber kaynaklarıma ulaşıp da konuşmaları hiçbir zaman mümkün olmadı) Türkiye'yi şaşkınlıkla izlediklerini açıklamışlar.
Onlara bir tek mesajım olacak: Welcome to the Club ya da Türkçesiyle biz de yıllardır Türkiye'yi şaşkınlıkla izlemekteyiz ve bunu da her fırsatta dile getiriyoruz. Bunu siz söyleyince neden heyecanlanalım ki!
* * *
Aaaa yetti ama be!!!!
Bu kadar, sadece bunu bağırarak söylemek istedim.
Siz de deneyin bakın rahatladığınızı göreceksiniz.
Haydi...
AAAAAA YETTİ AMA BE!!!!!!
* * *
Yabancı medyada artık yazarlara, televizyon yorumcularına büyük paralar verilmemesi, tasarrufa gidilmesi tartışılmaya başlanmış.
Bizim üst düzey yöneticiler de dış dünyanın tartıştığı bu teoriyi ilk olarak benim üzerimde uygulamaya karar vermiş olmalılar.
Öyle bir izlenim edindim yani!
Olsun ama ben yine de üzüntülü değilim, hiç olmazsa bu şekilde kendimi global ekonominin bir parçası olarak hissetmeye başladım en sonunda.
* * *
Amerikan ve İngiliz istihbaratının bulamadığını bizimkiler bulmuş.
Bin Ladin ‘‘Özgür Keşmir’’ diye bilinen bir bölgede bulunmaktaymış.
Onu bilemem ama şunu biliyorum ki özgür kelimesinin Keşmir ile birlikte kullanılarak bu kadar aşağılanması da benim içimi sızlatmaktadır.
Ayrıca şu da var. Eğer Bin Ladin saklandığı yerde Hürriyet Gazetesi okuyorsa -ki okumuyor olmasını düşünmek bile istemiyorum- o zaman yine elimizden kaçırdık demektir herifi.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2002
<B>ORWELL'</B>in <B>‘‘1984’’ </B>adlı romanında totaliter bir dünya anlatılır. Dünyayı yönetenlerin elindeki en büyük güçlerden bir tanesi de ‘‘Tarihi Yeniden Yazma Dairesi’’dir romanda.
Gündelik gelişmelere göre her gün ülkenin tarihi yeniden yazılır ki insanlar kendi geçmişlerine bakarak ‘‘yanlış’’ fikirler edinmesinler, geçmişten dersler alarak geleceği filan sorgulamaya kalkmasınlar.
Tarih her gün yeniden yazılınca, fiilen tarih tamamen ortadan da kalkmış oluyor gayet tabii ki.
Yani aslında görünüşte tarih yazımı tamamen dinamik hale gelmiş ama aynen bu dinamizm kendi konusunu ortadan kaldırıyor sonuç olarak.
*
Yazıya ‘‘Türkiye 1984'ü yaşıyor’’başlığını atarken aslında bizim memlekette de pek sık uygulanan tarihi yeniden yazma işlemini düşünmüyordum.
Bizim memlekette de tarih, son siyasi gelişmelere uysun diye durmadan yeniden yorumlanıyor ve böylelikle biz bırakınız Osmanlı tarihini şu kısacık Cumhuriyet tarihinde bile neler olduğunu tam olarak bilemiyoruz...
Hiç de bilemeyeceğiz çünkü ‘‘Türkiye'nin şartları’’ bu tarihin güncel olayların akışına göre hep yeniden yazılmasını, hep yeniden yorumlanmasını gerektiriyor.
*
Bu böyle de benim başlığı atarken asıl aklımda olan şey ‘‘Kaset Dairesi’’ydi'
Türkiye'de bir merkezi kaset idaresi var. Kaset Mahsulleri Ofisi (KMO) gibi bir şey bu.
Elinde her türlü ses ve görüntü kasedi stokta var.
Bir gün mutlaka lazım olur diye alakasız insanların konuşmalarını, görüntülerini bile çekip stoka atmış durumdalar.
Ve burası Türkiye ya, bu ülkenin bir benzeri başka yerde yok ya, tahmin edilen de hep oluyor ve bir gün mutlaka lazım olur diye saklanan o kasetler hemen her defasında da lazım oluyor gerçekten.
İşte Tayyip Erdoğan'ın başına gelen de bu kadar basit aslında.
Alacağı oy oranı yükseldikçe Kaset Mahsulleri Ofisi memurları fazla mesai yapmaya başlıyor.
Ağzı torba değil ki büzesin o da konuşmuş da konuşmuş, gerçek hislerini saklayamamış, anlatmış durmuş kameralara.
O da biliyor olmalı ki böyle bir merkezi, Orwell'ci Kaset Mahsulleri Ofisi'nin varlığını ki ‘‘Alışın’’ diyor, ‘‘Alışın böyle daha çok kasetler çıkacak ortaya’’ diye konuşuyor.
Hey Allahım yahu, bu ne tuhaf ülke, inanılacak gibi değil.
Hani şurası çarpık, burası çarpık diye yazıp duruyoruz ya bunlar da nafile uğraşlar bence çünkü neresi doğru ki.
O yüzden fazla kafaya da takmamaya çalışmak en iyi tavır olacak bence.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2002
<b>SENEDE </B>500 yazı yazıyorum. Yakında bu sayı daha da artacak. Bunların hepsine ayrı başlıklar bulmak düşüncesi bile üzerimde korkunç bir stres yaratıyor.
Bunu bilin ve bana sempati gösterin lütfen.
* * *
Tüm dünya depremlerin önceden tahmin edilemeyeceğinde hemfikir.
Türkiye'de ise deprem tahmini üzerine koskoca bir sektör oluştu.
Yahu nedendir bilmem ama bu memlekette çok üçkáğıtçı var be!
Yani insan acayip sıkılıyor bunların fazlalığından.
* * *
Konu üçkáğıtçılardan açılmışken bağlantılı bir konuya yatay geçiş yapmalıyım.
Şimdi tartışıyorlar millet neden Filistin halkıyla dayanışmasını açıkça göstermiyor diye.
Konu hakkında bilimsel açıklamalar yapılmaya çalışılıyor.
Nafile uğraş bu. Bilime dayanarak bir sonuca varamazsınız.
Bizim insanımızın büyük bölümü üçkáğıtçılıkla para kazanmayı dünyadaki her türlü ideolojinin ve inancın üstünde değerli görür.
Bırakın Filistin halkının çektikleri kendi komşusunun, hatta akrabasının çektikleriyle ilgilenmez bu tipler.
Eğer para meselesi varsa, örneğin acı çekmekte olan akrabası kendisine para bırakması ihtimali olan biriyse ancak o zaman ilgilenir gibi yapar onun sorunlarıyla.
Para yoksa da onu katiyen iplemez.
Bu memlekette hiçbir ideolojinin gerçek anlamda maya tutmamasının nedeni de budur.
Dolayısıyla ruh hali bu şekilde çarpılmış olan çoğunluğun özel konuşmalarında ana avrat sövmekte olduğu Araplarla herhangi bir dayanışmaya girmelerini beklemek de tek kelimeyle abesle iştigaldir.
* * *
Bir önceki paragrafta tanımlamaya çalıştığım tiplere bir de ‘‘makul’’ çoğunluk demeye çalışmıyorlar mı?
Çok komik ya bu, yani insan bu memlekette 15 gün kalsa bile radikal bir nihilist olur yemin ediyorum.
Ki ben yaklaşık 47 yıldır buradayım, düşünün halimi artık siz.
* * *
Bakın şunu artık net olarak görün.
Bu memlekette insanların kendi yaşamlarında yaptıklarıyla, davranış biçimleriyle, teoride savundukları, sadece bunun doğru olduğunu etrafa anlattıkları davranış biçimleri arasında kesinlikle tek bir çakışma yoktur.
Ve para kazanıldığı anda da teoride savunmuş oldukları tüm davranış biçimlerini bir anda bırakmaya hazırdır kitleler.
Dolayısıyla Türkiye'de bir seçim olacaksa eğer bu ancak bireyler tekrar para kazanmaya başladığında olacaktır, seçime ancak o zaman izin verilecektir.
Çünkü sıradan insanlar para kazanmaya başlar başlamaz AKP'yi de, türbanı da, Necmettin'i de, Tayyip'i de bir anda unutacaklardır.
Hatta bu tipleri yeni kazandıkları paraları yıllardır hayal ettikleri gibi harcayabilmeleri için önünde bir engel, bir tehdit olarak göreceklerdir.
İşte o zaman demokrasinin gereği yapılacak ve üçkáğıtçı çoğunluğun siyasi sistem üzerine fikir beyan etmelerine izin verilecektir.
Ve onlar gayet tabii ki yine kendilerine en fazla haksız kazanç sağlayacak partiyi iktidara getireceklerdir.
* * *
Bugün çok erken kalktım. Saat henüz sabahın altısı ve ben güne bu tür fikirlerle başlamış durumdayım.
Gün geliştikçe hislerimin yumuşayacağını da hiç sanmıyorum.
Çünkü sokaklar boşken yazdım bunları, biraz sonra herkes sokağa dökülecek ve o zaman daha da sinir bozucu olacak her şey.
Buna eminim ama belki de bir sürpriz olur, bakarsınız işe gitmekten vazgeçerler bugün.
Nüfusun yüzde 80'i mesleksiz ama bunların çoğu da işe gidiyor ve bu da bizim memlekete özgü çözümü olmayan bir muamma.
Bir de şunu eklemeliyim ki nüfusunun yüzde 45'i köylü olan bir ülkede doğru dürüst kıvırcık salata bulmanın da imkánsız hale gelmesi lanet okunacak bir gelişmedir.
Bunu da bilin yani.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2002
<B>BEYİN </B>avcıları dün ziyaretime geldiler. Fazla oturmadılar, başka randevumuz var filan diyerek acele kalktılar. Daha sonra hakkımda tuttukları raporu gördüm.
‘‘Avlanmaya kayda değecek bir şey bulamadık’’ diye yazmışlar.
Biraz üzüldüm gayet tabii ki...
* * *
Herkesten rica ediyorum.
Herhangi bir yerde, herhangi bir nedenden dolayı benim adım geçerse...
Lütfen ‘‘Serdar Turgut mu, hani şu bitmiş tükenmiş adam var, ondan mı bahsediyorsunuz’’ cümlesini de ad ve soyadıma mutlaka ekler misiniz?
Bunu yapın; çünkü bu gerçeğe çok da yakın bir tespit olacaktır yani.
* * *
Ertuğrul Özkök, kendisine bundan böyle ‘‘Chairman Özkök’’ diye hitap etmem önerime sıcak bakmadı.
Neden tepki duydu bu önerime anlamıyorum.
Oysa kendisi ‘‘Chairman Mao’’dan daha uzun süre liderlik yapmış bir insan ve ben insanlara ne yakışıyorsa öyle hitap edilmesinden yanayım.
* * *
Makul insanlar sıkıcıdır be!
Üstelik biraz da eblehtirler yani!
Siz hiç yaratıcı olup da aynı zamanda makul olmayı başarabilen bir insan tanıdınız mı Allah aşkına?
* * *
Haydi diğerlerini anladık da, travestiler neden İsrail'i protesto ettiler ki?
Yoksa benim bilmediğim bir şeyler mi var? Örneğin, travestilere Filistin'de İsrail'de olduğundan çok daha hoşgörüyle mi yaklaşılıyor?
Sonra başka bir şey daha var; yahu kardeşim sizin sorunlarınız size yetmiyor mu Allah aşkına, size ne Ortadoğu meselelerinden ya!
Makul olun diyeceğim ama şunu da itiraf etmeliyim ki ‘‘makul travesti’’ bir oxymoron'dur. (Yan yana kullanılması doğru olmayan iki kelime.)
* * *
Bir gün başyazar olursam sadece ‘‘penis’’ üzerine yazacağım.
Ve hey, belki bu yazılarım nedeniyle Türkiye'de hiçbir şey iyiye gitmeyecek ama şurası da bir gerçektir ki en azından hiçbir şey kötüye de gitmeyecek.
Bu kesindir yani.
* * *
Gazeteden aradılar, yazımı ne zaman geçeceğimi sordular.
Size yemin ediyorum bu insanların sanatçıya hiç saygıları yok.
Bu tür yazıların ciddi yazılara benzemediği, bu tür yazılara bir emek verilmesi gerektiği, siyasi ve ciddi görünümlü yazıların aksine bu tür yazılarda düşünmek gerektiği gerçeğini mümkün değil anlayamıyorlar.
* * *
Psikoloğum aradı ‘‘dozajı artır’’ dedi.
Dozajı biraz daha artırırsam yakında günde bir kutuya çıkacağımı söyledim.
O da ‘‘İşte o zaman tedavinde kesin sonuca nihayet ulaşırız, sen de kurtulursun ben de’’ dedi.
Ama ben onun öğüdünü tutmayacağım; çünkü arkamdan satanistti diye yazarlar, oysa ben sadece sıradan bir mazoşistim.
Biraz da fetişistim ama o kadar da olacak yani. Anlayacağınız, hayatın hiçbir dalında olmadığım gibi seks konusunda da katiyen makul değilim.
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2002
<B>ERTUĞRUL Özkök </B>geçen hafta beni çok üzen bir şey yaptı. Şimdi diyeceksiniz ki bunda yeni olan ne var, yani bunu zaten her zaman yapıyor. Bunu derseniz genelde haklı olursunuz ama bu sefer yaptığı daha farklıydı. Bu kez beni derinden yaraladı davranışıyla.
Bu memlekette yaşamakta olan insanların çoğunluğunun makul olduklarını iddia etti genel yayın yönetmeni.
İşten atsaydı, köşemi kaldırsaydı, maaşımı düşürseydi yiyeceğim darbe onun bu fikrinin vurduğu darbeden daha etkili olamazdı sevgili okurlar.
Memleketteki aptal insan oranının Aziz Nesin'in ortaya atmış olduğu yüzde 60'ın kaç puan üstünde olduğunun tartışıldığı bir ortamda çoğunluğun makul olduğu iddiasının ortaya atılması hiç şüpheniz olmasın ki ilerde Cumhuriyet tarihinin en büyük skandallarından bir tanesi olarak bilinecektir.
* * *
Gerçi onun bu tespiti yaparken son derece iyi niyetli olduğunu da biliyorum.
Kendisinin halkla en son teması 1982 yılında oldu.
O zamanlar makul insanların sayısı daha fazlaydı.
20 yıldır filan halk tanımından anladığı şey Hürriyet'in yazı işlerinde çalışan elemanlar. (Yanlış anlama olmasın yazı işleri çalışanlarına makul insanlar yakıştırması, dahası hakareti yapacak kadar kendimden geçmiş filan değilim. Eğer bir insan gerçekten makulse yılın 365 günü her gün gazete hazırlama işinde çalışamaz. Gazete hazırlayan insanların önemli bir bölümü gayri makuldürler, işte ben de sadece bu yüzden onları özlüyorum arada bir. Genel yayın yönetmeni onları makul sanıyor çünkü üst yönetime öyle davranıyorlar, kendisi odadan çıktığında olan bitenleri bir bilse, ‘‘makul insan’’ tanımını son derece radikal bir biçimde değiştirmek zorunda kalacağı da kesindir.)
Böyle bir yanılsama içinde genel yayın yönetmeni. Halka 10 metreden fazla yaklaşmadı 20 küsur yıldır filan.
Sadece bir keresinde benim provokasyonuma gelip Nevizade Sokağı'nda meyhaneye gitmeye razı oldu.
Onda da tüm sokağın raconunu bozdu, çünkü elinde içeceği şarap, kravat ceket şık bir halde ve arkasında kalabalık bir eleman kadrosu ile birlikte sokağa geldi.
Anlayacağız vatandaş meyhaneye geldi halk içmeyi bir süreliğine kesti sendromu yaşandı sokakta.
Onu tanıyan alkolikler mutlaka darbe olduğunu filan sanmışlardır genel yayın yönetmenini meyhanede görünce.
Hele bir de genel yayın yönetmeninin sokakta dolaşmakta olan satıcıdan bir oyuncak asker satın alıp, onu kurup yerde sürünerek ateş ettirdiğini görselerdi eminim ki ilk yakın askeri garnizona koşup teslim bile olurlardı kesin darbe oldu zannedip.
Özetle söylemek gerekirse genel yayın yönetmeninin 20 küsur yıldır halka ilk sıcak temas girişimi halk açısından büyük bir tedirginlik ve stres kaynağı olmuştur.
* * *
Tüm Cumhuriyet tarihinde çoğunluklar ne zaman işe karışmışlarsa o zaman Türkiye daha da kötüye gitmiştir.
Çoğunluğun zihinsel yapısındaki deformasyon nedeniyle Türkiye'de yapılan bütün seçimler sonucunda iktidara gelen partiler ülkeyi daha da kötüye götürmüş, ülke kötüye gittikçe çoğunluklar onları daha da sevmiş bu arada olan da memleketteki gerçek makul insanlar olan ve nüfusun çok da küçük bir bölümünü oluşturan insanlara olmuştur.
Türkiye'deki çoğunluk makul olmaktan o kadar uzaktır ki onların nasıl olup da bu hale geldiklerini hiçbir bilim insanının çözüp bulabilmesi mümkün değildir.
Tek bir tane makul açıklama yoktur onları anlatmaya yarayacak.
İşte bu nedenle geçen hafta bizim üst yöneticilere bir teklif götürdüm, gelin size bir halk turu yaptırayım, ek ücret de almam, yeter ki bir görün durumu da vazgeçin şu makullük argümanından, dedim.
Hálá daha cevap bekliyorum onlardan.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2002
<B>GÜNLERDEN </B>pazar olduğunu unutarak hamburgerciye gittim. İçerdeki nüfusun yüzde 80'i çocuktu. Hepsi bir anda, farklı numaraları bağırıyorlardı. Anlaşılan hangi numara karşılığında hangi hediyenin verildiğini hepsi ezbere biliyordu.
Ders çalış desen hiçbirisi bir şey ezberlemez ama böyle işlerine gelince zekáları açılır bir anda.
Farklı numaraları sayıklamakta olan çocukların takriben yüzde 20'si ise hem numara söylüyor hem de ağlıyordu.
Onların istedikleri oyuncaktan kalmamıştı hamburgercide.
Madem oyuncaklar bu kadar popüler, neden köfte işini tamamen bırakıp direkt oyuncakçı dükkánı açmıyorlar, bunu da anlamak mümkün değil.
O karmaşa içinde yapabildiğim kısa kamuoyu araştırmasına göre 4 numaralı oyuncak çok popüler olmalıydı ve ticareti becerebileceğime inansam hemen şu anda yazmayı ebediyen bırakır, dört numaraya tekabül eden oyuncakları yurt sathından toplar, bunları stoklar ve sonra da büyük bir vurgun yaparak bunları üç misli fiyatına ağlayan çocuklarını susturabilmek için her türlü öneriye -ki bunlar arasında cinayet de olduğu kesindir- açık olan anne ve babalara satardım.
* * *
Bu Amerikan çıkışlı köftecilerde satış elemanlarına hiperaktif olmaları öğretiliyor galiba.
Pazarlama teorisinde son gelinen nokta bu. Pazarlama elemanları her zaman çok neşeli, çok keyifli ve çok hızlı olmalılar.
Bu hamburgercilerden bir tanesine girdiğinizde içerde tek müşteri siz olsanız bile ergenlik çağının ucundaki kız ve oğlanlar bağırmaya çağırmaya, oradan oraya koşuşturmaya ve kendi aralarında şakalaşmaya filan başlıyorlar.
Bir firma kültürü yarattıkları inancındalar bu şekilde davranarak.
Ancak bütün bu hiperaktivite sırasında sizin lafınızı tek bir defada anlamaları katiyen mümkün olmuyor.
Ne istediğinizi iki veya üç defada ancak anlıyorlar.
Ve her defasında onların da size söyleyecek bazı lafları oluyor, yani siparişi alıp hamburgeri getirmekle yetinmiyorlar.
Belki iyi önerileri de oluyordur, belki iyi fikirleri de vardır ancak onlar televizyon magazini Türkçesi konuşuyorlar. Anlamı olmayan kelimeleri şekilsiz ve yayık bir şekilde mırıldanma lisanı bu ve dolayısıyla da bugüne kadar söyledikleri tek bir kelimeyi bile anlamadım.
* * *
‘‘Mısır Çocukları’’ adlı korku filminin setine dönüşmüş olan hamburgercide ilk lokmayı tam ısıracakken üç yaş civarı bir oğlan geldi yanıma.
Elinde tuhaf bir oyuncak vardı.
Oyuncağı bana doğru uzattı ve ‘‘Baaaaaakkkkkk’’ diye konuştu.
Ben o sırada yıllar önce okuduğum bir Jerzy Kosinski hikáyesini hatırladım.
Hikáyede kahraman binmiş olduğu uçakta ön sırada oturmakta olan Polonyalı ailenin minik çocuğuna anne ve babasına duyurmadan kendi diliyle kötü şeyler söylüyor, çocuğu ağlatıyor, anne ve baba arkalarına dönünce de onlarla sadece İngilizce konuşarak ne demek istediklerini anlamadığını anlatıyordu.
Uçak yolculuğu bittiğinde öndeki çocuk tımarhanelik deli haline dönüşmüştü.
Çok keyifli bir hikáyeydi o.
Ben de ondan esinlenerek çocuğun uzattığı oyuncağa bakmak yerine onun suratına sabit bir şekilde, gözümü kırpmadan bakmaya başladım.
O da bana baktı, baktı, baktı ve sonunda bana dilini çıkardı.
Ve sonra benim bu hayattaki varlığımı tamamen unutarak bir başka masayı taciz etmek için yanımdan ayrıldı.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2002
<B>DÜNYADA </B>en çok sevdiğim ikinci genel yayın yönetmeni olan <B>Mehmet Y. Yılmaz </B>aşk yazılarını sürdürüyor. Şimdiye kadar yazmış olduklarını kitap halinde de yayınladı.
Kitabın adını vermeyeceğim çünkü onun gazetesinde ombudsman var, müşteri temsilcisi gibi bir şey yani, şimdi onun kitabının adını verecek olsam arkadaş için ticari reklam yaptım diye filan beni eleştirir.
Yani ben üzülmem böyle şeye de genel yayın yönetmeni üzülmesin, bunu istemem!
Diyeceğim o ki ilgiyle takip ediyorum bu yazıları.
Son yazısına kadar kanaatim gözümüzün önünde bir genel yayın yönetmenin adım adım intihara doğru gitmekte olduğuydu.
Çünkü temelde çözümsüz olan bir sorunu kendisine mesele edindi ve bence yakında tamamen çıldırmaması mümkün değildi.
Bu nedenle onun uğraşısına dışardan teorik müdahale etmedim bugüne kadar çünkü itiraf etmeliyim ki herhangi bir genel yayın yönetmeninin düşünme yoluyla kendi kendisini intihara sürüklemesini izlemek son derece keyifli bir olay.
Ben uzun süre benim genel yayın yönetmeninin böylesine bir sürece girmesini bekleyip durdum.
Ama o kendisine bambaşka bir rota seçti, o kendisini değil başkalarını intihar etmeye hızla itecek şekilde davranmaya başladı.
Dolayısıyla aşk üzerine en son yazısını okuyuncaya kadar benim umudum Mehmet Y. Yılmaz'daydı, onun ilgiyle izliyordum.
* * *
Son yazısını okuyunca dehşet içinde anladım ki sonunda intihar edecek o değil bir kadın olacak sevgili okurlar.
Cumartesi günü yazmış olduğu ‘‘Sevgin İçin Yaşamayı Göze Alacaksın’’ başlıklı yazısında dünyada en sevdiğim ikinci genel yayın yönetmeni aşk acısını ele alıyor.
Adam sevdiği kadını elde edemeyince ne yapar?
İntihar ilk akla gelen şey ama Mehmet Y. Yılmaz bunu reddediyor.
Peki ne yapacaksınız?
Onun kaleminden aktarayım çözümü: ‘‘Hayır, cesareti ölüm ile sınama düşüncesini doğru bulmuyorum. Cesareti asıl vurgulayacak şey ölüp mağlubiyeti ve geri çekilmeyi kabul etmek değil, tam tersine kararlı bir şekilde aşkın varlığında ayak diretmektedir diye düşünüyorum.’’
Tamam mı, bu kadar...
* * *
Şimdi bu kendi yazdıklarından yola çıkarak Mehmet Y. Yılmaz'ın bir gün bir kadına sırılsıklam áşık olduğunu varsayalım.
Diyelim ki kadın bir sürpriz yapıyor ve genelde bu tür durumlarda beklenenin dışında davranarak onu reddediyor diyelim.
İşte o zaman yandı kadın, yandı ki ne yandı!
Düşünsenize bir türlü pes etmiyor adam. Kadın ‘‘İstemiyorum yahu’’ dedikçe daha fazla áşık oluyor ona.
Kadının içi bunalıyor, sonunda içinden ‘‘Bir ölüp gitse de kurtulsam şundan’’ diye geçiriyor.
Ama nerede o şans, intihar da etmeyecek, bunu yazmış açıkça.
Hem yaşamakta hem de ortada bir aşkın olduğu konusunda ısrarlı ve kadının söylediği sözlerin hiçbirisi de onu caydıramıyor.
Gayet tabii ki bu işin sonunda kadın Mehmet Y. Yılmaz'dan tek kurtuluş yolunun intihar olduğuna kısa sürede karar verecektir.
Kitabı yayınlandıktan ve Haber Türk kanalında konuştuktan sonra herkes ‘‘Acaba gerçekten de bir sevgilisi mi var ki’’ diye merak etmişti Mehmet Y. Yılmaz'ın.
Ancak bu son yazısı bir sevgilisi olmadığının ve konuyu sadece teorik olarak ele aldığının kesin kanıtıdır, çünkü hayatta hiçbir kadın bu kadar lüzumsuz ısrarı kaldıracak kadar sabırlı değildir.
Şunu bilin ki bu yazısından sonra Mehmet Y. Yılmaz kadınlar açısından ‘‘alınabilecek risk’’ sınırının tamamen dışına çıkmış, yine onların yapabileceği ‘‘fayda maliyet analizlerinde’’ de sadece maliyet olmuş durumdadır.
Yazının Devamını Oku