2 Mayıs 2002
<B>EĞER Hikmet Sami Türk'</B>ün (HST) bir yıl daha adalet bakanı olarak kalacağı güvencesini bana verirseniz, genel yayın yönetmenini büyük bir gönül rahatlığıyla öldürürüm. Yeni bir af yasası nasıl olsa çıkacaktır ve ben, bu katliamın vereceği keyfi yaşamak için maksimum 2-3 ay hapis yatmayı nasıl olsa seve seve göze alırım.
Hem sonra tahmin ediyorum ki benim afla salıverilmemi içine sindiremeyecek de pek çıkmayacaktır...
Yani tartışma yaşanmaz bu konuda.
Bilmem anlatabiliyor muyum yani!
* * *
Şimdi gel de şu makul insanlardan korkma...
Bizim HST de hukuk fakültesindeyken son derece makul bir insandı.
Hatta diyebilirim ki Türkiye'de bir makul insanlar ‘‘top 10’’ listesi hazırlanacak olsaydı o mutlaka bu listeye girerdi yani.
Ama sonra olanlara bir baksanıza....
Onun için ben diyorum ki nerede bir makul insan varsa, ki buna çoğunluklar da dahildir, lütfen benden mümkün olduğunca uzak dursunlar.
* * *
Galatasaray üst yönetimi ile medya üst düzey yöneticileri arasında muazzam benzerlikler var.
Galatasaray takımı şampiyon yapan hocayı onu işten atarak cezalandıracak.
Medyada da iyi yazı yazana az, kötü yazana çok para verme ádeti var...
Zaten bu işin böyle olacağı medyadan çok sayıda ismin futbol kulüplerine yönetim kurulu üyesi olarak girmeye başlamalarıyla belli olmuştu.
Başarının cezalandırılmasını orada öğrendiler, medyada uyguluyorlar bu taktiği.
* * *
Ya, dayanamayacağım artık, konuya girmeliyim...
Aslında yazı başlığına neden olan konuyu yazının sonunda işleyecektim ama mesele had safhada abuk olduğundan sabrım kalmadı işi ertelemeye.
Amerika'da hayvan hakları savunucuları, maymunların mahkemelerde avukat tutarak kendilerini savunma haklarının resmen tanınması gerektiğini söylemişler.
Maymun yüzde 98 oranında insana benziyormuş, dolayısıyla da onların avukatla kendilerini mahkemede savunma haklarının olması da gerekirmiş.
Benim merak ettiğim nokta şu: Kendini savunmak zorunda kalacak olan maymun acaba ne yaptı da mahkemelere düştü.
Kader kurbanı mı acaba kendisi.
Yine merak ettiğim diğer bir nokta ise acaba HST ABD'de adalet bakanı olsaydı bu öneriyi nasıl karşılardı. Avukatı yetersiz kalıp da ceza almış maymunlar için de bir af düşünür müydü?
Ve son merak ettiğim nokta: Eğer maymunlar gerçekten insana yüzde 98 oranında benziyorlarsa, o iki puan fark o kadar da mı önemsiz be birader!
* * *
Medya üst düzey yöneticilerine açık mektup:
Sayın yöneticilerim, canlarım.
Siz Amerikan hayvan hakları savunucularına kulak vermeyin.
Nasıl ki maymun ile insan arasında var olan o iki puan fark önemsiz değilse, köşe yazarları arasında var olan 20-30 puanlık farklar da önemsiz değildir.
Bundan sonra maaş ayarlamalarında zeká ağırlık puanlarını göz önüne alarak düzenleme yapmaya başlamanızı rica eder, geçmiş bahar bayramınızı saygıyla kutlarım.
Serdar Turgut- part time yazar, full time anti-makul.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2002
<B>ŞİMDİ </B>bu yazının başlığını okuyan <B>Hasan Cemal,</B> Watergate skandalını ortaya çıkaran kişinin vefat ettiğini sanarak heyecanlanmıştır büyük ihtimalle. Hayır, hayır Hasan Cemal, mesele senin tahmin ettiğin gibi değil, heyecanlanmana gerek yok.
Lütfen sakin ol!
Burada bir kuşak açısından çok daha derin acılara neden olacak bir kayıp söz konusu ama bu seni ilgilendirmez çünkü konu prensip itibarıyla gayri ciddi.
Ayrıca ilgileniyorum desen de yazıyı yine okumanı istemem çünkü internet sitelerinden öğrendiğim kadarıyla bu hafta evlilik yıldönümünü kutlamak için büyük bir faaliyet içindeymişsin.
Bu mutlu olay için hummalı bir faaliyet göstermekteyken herhangi bir nedenden dolayı üzülmeni istemem, o nedenle bu yazıyı lütfen okuma!
* * *
Geçtiğimiz günlerde Linda Lovelace'i kaybettik sevgili okurlar.
Şimdi yaşı 40'ı aşkın bütün erkek okuyucularımı bu acı kaybımızı anmak için bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.
Haydi ayağa. Hazır olun .......Tiiiiiiiiiiiiiiiii
...
....
Tiiiiiiiiiiiiiiiiiiii.
Teşekkür ederim, buyrun yerlerinize.
* * *
Linda Lovelace ‘‘Deep Throat’’ adlı porno filminin yıldızıydı.
30 yıl önce oynayan bu filmden sonra da hayatında pek kayda değer bir şey yapmadı ama bu da çok doğaldı çünkü o kadar özgün senaryosu olan bir filmde başrol oynadıktan sonra herhangi bir insanın kendini aşıp, daha yeni bir şey yapabilmesi de bence imkánsızdı.
‘‘Derin Boğaz’’ filminde Lovelace'in canlandırdığı karakterin ilginç bir fizyolojik özelliği vardı.
Kadının klitorisi ve G noktası boğazındaydı sevgili okurlar.
Bunu burada konuyu bilmeyenlere ilk kez açıklamış olmaktan dolayı ayrıca şu anda büyük bir mutluluk da duymaktayım gayet tabii ki.
Yani bir anlamda Aaaaaaaa deyince G noktası görülebilen ilk ve tek ve büyük ihtimalle de son kadın oydu.
Eh, durum böyle olunca artık ‘‘Derin Boğaz’’ adının filme neden yakıştırıldığını daha açık cümlelerle anlatmama umarım gerek kalmamıştır.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
Bir de tabii bir önceki paragrafta neden sadece erkek okuyucuları saygı duruşuna çağırmış olduğum herhalde bu son açıklamalardan sonra daha net olarak anlaşılmaktadır.
Ama gayet tabii klitorisi boğazında olan bir kadın için saygı duruşuna katılmak isteyen bayanlar varsa onları da ben engellemek istemem, onlar da katılsınlar bize.
Demokrasi var ya Allah Allah...
* * *
Bizim memlekette Bülent Ecevit nedeniyle ‘‘sindirim sistemleri’’ meselesi tartışılmakta ya.
Size yemin ediyorum ben siyasetten pek bir soğumuş durumdayım.
Yani af tasarısı, onu kimin ne kadar sindirdiği, neden sindirmediği falan filan o haberleri izlerken ben tamamen farklı şeyler düşünüyorum.
Örneğin klitorisi ve G noktası boğazında yer almakta olan bir kadının sindirim sistemi nasıl çalışır ki.
Ve bir başka düşünce daha. Bu biraz bilim kurgusal olacak ama olsun. Linda Lovelace Türkiye'de başbakan olsaydı acaba son af yasa tasarısı tartışmalarında ‘‘Bunu içime sindiremedim’’ lafını eder miydi ve haydi bunu söyledi diyelim köşe yazarları bu laf üzerine mizahi yazılar yazarlar mıydı acaba?
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2002
<B>FİLİSTİNLİ </B>gençlerin canlı bomba olma hevesleri, onların gelecek hakkından tek bir umutlarının kalmamasıyla açıklanıyor. Bu dünyada güzel bir şey olabileceğini düşünmüyorlar artık, bari öteki dünyada iyi yaşamamızı sağlayacak eylemler yaparak işi sağlama bağlayalım diyorlar. Bütün bu mantıksızlık sürerken, Arap ülkeleri de resmen destekliyor bu çılgınlığı. Canlı bomba olarak hayatını kaybeden çocukların ailelerine büyük para yardımı yapılıyor.
Ben diyorum ki, acaba ölümü teşvik etmek için değil de, yaşamı teşvik etmek için para dağıtmaya başlasalar daha iyi olmaz mı?
Çocuklarını canlı bomba olmaktan alıkoyan ailelere para yardımı yapılmaya başlansa, tüm Ortadoğu cehenneminde çözüme ulaşılması biraz daha kolaylaşır bence.
Ama biliyorsunuz ki Arap ülkelerinde rejimler, masum vatandaşlarının ölümünü sağlama konusunda son derece yaratıcı olma geleneğine sahip olduklarından, onlara mantıki çözüm önermek de abes kaçıyor gayet tabii ki.
* * *
İsrail, çöl ortasında yoktan bir demokrasi yarattı.
Fikirlerin serbest tartışılması geleneğinin hiç olmadığı bir coğrafyada, hiç durmadan savaştığı halde kendi içinde özgürlükleri yaşattı.
Ama orada da din adına delirmek isteyenler çok sayıda.
Ve din adına delirme başladığı anda insanların nerede duracağı belli olmadığından, İsrail de belki bölgeye örnek olabilecek bir sistemi, kendi demokrasisini, gözü dönmüşler sayesinde tehlikeye atıyor şimdi.
* * *
Ha bu arada Katolik kilisesinde olan bitenler hakkında pek haber, yazı çıkmıyor bizim medyada.
Tüm dünyada ise bu haber manşetlerde her gün.
İnsanlara durmadan namustan, ahlaktan bahseden bazı Katolik din adamları, özel yaşamlarında ilk fırsat buldukları anda küçük kızları, ama daha çok küçük oğlanları taciz etmişler.
‘‘Bazı’’ dediysem de sayının hiç de az olduğunu zannetmeyin. Öylesine şeyler anlatılıyor ki, insan tüm Katolik kilisesinin boş zamanlarında seks partisi álemiyle eğlendiğini filan zannetmeye başlıyor.
Kriz büyüyünce Roma'da toplantı yapıldı ve küçük çocuklara cinsel tacizin günah olduğu, Katolik kilisesinin bundan böyle sıfır toleransla konuya yaklaşacağı açıklandı. İyi ki söylediniz ya, siz açıklamasaydınız bütün bunları biz akıl edemeyecektik.
Eğer ben bir Katolik olsaydım, sadece o açıklama bile dinimi anında reddetmem için yeter de artardı bile; o kadar sahtekárlık akıyor her yanından yani.
* * *
Suudi Arap prensi, Başkan Bush ile görüşmek için Amerika'ya uçarken, kadın hava kontrol yetkililerinin kendi uçağına rota çizmemelerini istemiş.
Bunu bile bir günah olarak görüyor.
Bunu önerecek kadar kafayı yemiş durumda yani.
Böyle şeyler din adına yapılıyor ve bunun temelde utanç verici bir önerme olduğunu bile algılayamıyor insanlar.
* * *
Bütün bunları okuyunca, din adına, dindarlık adına yapılanları izleyince kendi seçimimin daha doğru olduğunu da düşünmeye başladım sevgili okurlar.
Gündelik yaşamın bütün moral bozucu gelişmelerine, yaşamdaki kötülüklere, şanssızlıklara rağmen hayatı bir ateist olarak yaşama kararını almıştım ben.
Zaman zaman beni çok zorlayan ve açıkça söylemek gerekirse birçok zaman da bir tutunma noktasından yoksun bırakan karardı bu.
Ve yaşlandıkça da bu kararımı zorlayacağımı sanıyordum hep.
Ama olan biteni, mantıksızlıkları, din adına yapılan sahtekárlıkları, kötülükleri görünce kendimi o kadar da fazla sorgulamama neden olmadığına yine karar vermiş durumdayım.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2002
<B>SİZE </B>bir şey söyleyeyim mi, eğer keyifli yazı yazmak gibi bir niyetiniz varsa hayatta, o zaman Türkiye gündeminin tamamen dışına çıkmanız gerekiyor. Örneğin dün ben yazmaya oturduğumda bizim şu ‘‘öteki Türkiye’’nin durup dururken ‘‘makul çoğunluk’’ diye adlandırılmaya başlamasındaki felsefi manasızlık üzerine, bence gülümsetici cümle serpintileri içermekte olan bir yazı yazacaktım.
Fakat genelde yapmamaya çalıştığım bir hatayı yaptım, ne var ne yok diye ortalığı kolaçan ettim.
Ve bizim üçlülerden başbakan yardımcısı olanının yazılı soru önergesine vermiş olduğu cevabı okudum.
Devlet Bahçeli, krizin etkilerinin haneler üzerindeki etkilerini tam olarak bilemediklerini, bunun ancak bir yıl sonra belli olacağını söylemiş.
Krizin etkilerini neden bilemediklerine dair açıklaması ise olağanüstüydü bence çünkü Devlet İstatistik Enstitüsü'nün 2001 Ocak ayında başlatılmış olan gelir dağılımı araştırması da ‘‘kriz nedeniyle’’ iptal edilmiş sevgili okurlar.
Krizin etkilerini araştıracak kurum kriz nedeniyle çalışamamış, varın siz abukluğun çapını tahmin edin bakalım.
* * *
Öyle mi Sayın Bahçeli? Sayın Ecevit, Mesut Yılmaz?
Krizin sizin hane halkı diye adlandırdığınız benim ise soyutlama düzeyini biraz daha aşağıya çekmek için ‘‘ev’’ olarak nitelendirdiğim yerler üzerine etkilerini bilmiyorsunuz öyle mi?
Peki öyleyse bir gün ara verin ne yapıyorsanız da gelin benimle sizi o ‘‘hanelerden’’ birkaç tanesine ziyarete götüreyim ben.
Korkmayın ben gidilecek yerlerle önceden konuşurum, kimse suratlarınıza gerçekleri söylemez, gerçekten ne düşünüyorlar anlatmaz, olan biten her şeye rağmen efendi davranırlar sizlere.
Artık iyice sessizleşmiş evlerdeki solgun suratları siz de bir görün artık.
Ben çok ev gördüm öyle, onun için kusura bakmayın üslubum biraz sert oluyorsa ama temelde kendimle özleştirmiş olduğum bu insanların, kendilerinin tamamen dışında gelişen olaylar nedeniyle itildikleri bataklığı görünce başka türlü hissedemiyor insan, ne yapayım.
Solmaya başladı artık suratlar.
Bizim memleketin aile bağları nedeniyle belki açlıktan değil bu solma, ama umutsuzluk çok derinde.
İşini çoktan kaybetmiş insanlar eşlerine karşı ezilmiş hissediyorlar kendilerini.
Çocuklarına söyleyecek yalanları tükenmiş.
Gelecekte iyi şeyler olacak diye kandırıyorlardı kendilerini, dolduruşa getiriyorlardı ayakta kalmak için ama şimdi sessiz yalanlar için bile takatleri kalmamış durumda.
Sinirler gerilmiş sizin o ‘‘hane’’ dediğiniz yerlerde.
İlişkileri zorlamaya başlamış umutsuzluk.
İş konusu artık açılamıyor, gelecek planlanamıyor, çocuklar ne olacak konusu açılacak diye herkes korkuyor, korkular sinirleri daha geriyor, insanlar eski düzenlerinden ellerinde kalan son damlaları da harcamamak için umutsuzluklarını içlerine atıyor, patlamalar bastırılmaya çalışılıyor..
Suratlar daha da soluyor, evler daha da sessizleşiyor.
* * *
DİE kriz nedeniyle gelir dağılımı çalışması yapamadı öyle mi?
Haydi canım sen de, korktuk da yaptırmadık desenize şuna erkekçe.
Korktuk sonuçlar görülecek, bizim iktidarımızda Türkiye'nin en eğitimli, en birikimli insanlarının üzerinden silindir gibi geçtiğimiz, dünyada başka hiçbir ülkede hiçbir zaman görülmeyen bir şeyi yaptığımız, kendi geleceğimizi omuzlayacak insanları tükettiğimiz ortaya çıkacak diye panikledik desenize doğruca...
Bu iktidar, bu koalisyon kendi geçmişinden kurtulamayacak, buna imkán yok.
Ve rejim bunlara alternatif yaratmadığı sürece kendisini sorgulayanların da darbelerinden kurtulamayacak.
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2002
<B>ÇOK </B>değil bundan beş yıl öncesinde, geleneksel medyanın artık sonunun yaklaşmakta olduğu tartışmaları yapılıyordu. Bu düşüncede olanlara göre yeni teknolojiler ve onların temelini oluşturduğu yeni medyalar (örneğin internet, elektronik gazetecilik, kablolu dijital yayıncılık) eski medyayı (gazeteler, parasız televizyon kanalları) kısa sürede öldürecekti.
Şimdi gelinen nokta ise çok enteresan.
Bu tahminlerin hemen hiçbiri tutmadı sevgili okurlar ve dahası öleceği söylenen bazı medyanın şimdilerde hálá daha çok güçlü olduğu ortaya çıktı.
Örneğin Amerika'da NBC, CBS, ABC' den oluşan ana televizyon kanalları hálá daha toplumsal söylemi belirleyen, konuşulan programları, şovları yapıyor.
Gayet tabii ki büyük rekabet karşısında eski güçlerinden kayıpları oldu ancak hálá en büyük seyirci kitlesi onlarda.
Ayrıca habercilik sektöründeki özellikle kablolu yayıncılıktan kaynaklanan büyük rekabete rağmen Amerika haberlerini temelde bu üç kanaldan almayı sürdürüyor.
*
Gelinen noktada ortaya çıkan diğer bir sonuç gelecek açısından çok daha ilginç.
Büyük yatırımlar yapılan kablolu yayıncılıkta ve dijital teknolojide yaşanan gelişmeler sonucunda tüketiciye büyük bir seçim yapma imkánı getirilmişti.
Tüketici istediği an istediği filmi, şovu izleyebilecekti. Programlarını kendisi yapacak, zamanlarını kendisi ayarlayabilecekti.
Bu büyük bir gelişmeydi ve bütün şirketler yeni teknolojiyle geleceğine inandıkları pastadan pay alabilmek için atladılar işin üstüne.
Ancak iki süreç beklenildiği gibi gelişmedi:
1- Bu kadar talebi karşılayacak malzeme kolay bulunmuyordu. Yani kaliteli şov, program, televizyon filmi üretilmesi ve gittikçe artan talebi hızla karşılayacak üretime geçilebilmesi mümkün olmadı. Televizyon kanalları popüler olan şovlar üretmekte çok zorlandılar. Özellikle komedi dizisi dalında iyice bir kuruma yaşandı. Arada bir çıkan büyük seyirci toplamayı başaran dizilerin ise maliyeti çok fazla olmaya başladı. Örneğin NBC'nin çok popüler olan ‘‘Friends’’ adlı komedi dizisinin tek bir 25 dakikalık bölümünün kanala maliyeti 8 milyon dolar gibi olağanüstü bir rakam tutuyor.
2- Daha da önemlisi para ödemeden televizyon izlemeye alışmış olan kitlelerin bu alışkanlıklarını kolay kolay değiştirmek niyetinde olmadıkları dolayısıyla da dijital televizyonun nimetlerinden yararlanmaya niyetli olan insan toplamının hiç de fazla olmadığı ortaya çıktı. Almanya'da Kirch medya imparatorluğunun iflasına yol açan da bu gerçekti zaten. Kirch medya şirketleri arasında tek kendini kurtaran, batmamış halde olan tek şirket geleneksel televizyon kanalı yani parasız kanal ProSiebensat.1. Paralı diğer bütün kanallar ise iflas bayrağını açmış durumdalar. Medyada geleceği planlayanların göz önüne almak zorunda oldukları en önemli gelişmelerden bir tanesi bu.
*
Yeni teknolojinin simgesi olan dev internet şirketi American Online (AOL) dev medya imparatorluğu Time-Warner ile birleşip fiilen patron haline geldiğinde bu gelişme yeni teknolojilerin, yeni medyanın geleneksel medyaya karşı bir zaferi olarak nitelendirilmişti.
Bu birleşmeden çok kısa süre sonra büyük problemler oluştu, Time-Warner elindeki sağlam şirketlerin bir bir zayıtlatıldığını gördü, birleşmiş yeni şirkette kriz doğdu.
Ve şirket tekrar güçlü hale getirilecekse bunun sadece Time Warner'ın zengin program kaynaklarına, filmlerine, şov üretme kapasitesine ve tecrübesine dayanılarak yapılabileceği yolunda uzlaşma sağlandı.
Yani AOL ile gelen yeni şirket kültüründen bir anlamda vazgeçildi, tekrar eski kültüre dönüş yapılarak yola devam edilmesi kararlaştırıldı.
Ve son tespit. En önemli gelişme seyircisi belli ama kısıtlı olan uzmanlaşmış kanalların devreye sokulması kararı olarak ortaya çıkıyor. Örneğin Shekespeare kanalı, kuş izleyicileri kanalı gibi kanalların maliyeti çok düşük, seyircisi belli ve sadık izleyiciler oldukları için sektörün bu kısmına yatırımlar son derece hızlandı.
Medyada geleceği planlamak isteyenlere duyurulur.
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2002
<B>BUGÜN </B>sorularınızı cevaplama günüm. Amcanız size kurban olsun e mi... Haydi bakalım ilk soruya:
* * *
Rumuz: Güzellik
Soru: Serdar Amca. Hiç estetik yaptırmayı düşündün mü? Bıçak altına yatacak olsaydın hangi uzvunu düzelttirirdin?
Cevap: Sevgili Güzellik. Soruna cevap vermeye geçmeden önce naçizane bir tavsiyem olacak. Öyle durup dururken ‘‘uzuv’’ falan diyerek içimde baskı altında tutmakta olduğum hisleri ateşlemeye, beni eski tür yazıları yazmam için tahrik etmeye filan kalkma. Uyuyan devi uyandırma tamam mı? Sonra pişman olabilirsin. Şimdi gelelim cevaba. Son gelişmeden önce bana bu soruyu sormuş olsaydın cevap alamazdın çünkü doktorlar benim vücudumun yüzde 95'inin estetik müdahaleye ihtiyaç duyduğunu düşünmekteydiler. Dolayısıyla ‘‘Nereni düzelttirirdin’’ sorusuna cevap vermem için vücudumun bütün uzuvlarını tek tek saymam gerekirdi ki bu hem cevap veren hem de okuyan açısından son derece sıkıcı bir şey olurdu. Ancak estetik cerrahi dalında yaşanan son bir gelişmeden sonra artık ben bile göğsümü gere gere, benim de estetik müdahaleye ihtiyaç duymayan bir vücut parçasına nihayet sahip olmayı başardığımı açıklayabilirim. Amerika'da yeni moda popolara estetik müdahale yapılarak, küçük olan popoların büyütülmesiymiş. Doktorlar buna Jennifer Lopez sendromu diyorlarmış. Benim hakkımda her şey diyebilirsiniz, her türlü uzvum hakkında çeşitli söylentiler çıkarabilirsiniz ama söyleyemeyeceğiniz tek şey popomun daha da büyümeye ihtiyacı olduğudur. Bu gerçek üzerinde bilim álemi de hemfikir zaten...
* * *
Rumuz: Hayırlı vatandaş
Soru. Serdar Amca. Sen hali vakti yerinde bir insan olmalısın, hayatında hiç bağışta bulundun mu ki?
Cevap: Bana bak dangalak. Ben Hürriyet Gazetesi'nde çalışmakta olan bir yazarım, bir daha bu gerçeği unutup da bana ‘‘Halin vaktin yerindedir’’ diye konuşursan sana bir tane korum, aklın durur. Anlaşıldı mı? Ya kendimi tutamıyorum ya..... Ya çok kafam attı ya..... Gel lan buraya tutmayın lan beni........ Neyse.... Soruna gelince hayır hiç bağışta bulunmadım ve bulunmayı da düşünmüyordum. Ancak estetik cerrahi alanında son yaşanan gelişmelerden sonra popomun bir bölümünü, bu organını büyütmek için bıçak altına yatmayı düşünen bir yardıma muhtaç vatandaşımıza seve seve bağışlayabilirim. Ve inşallah bu bağışta bulunduğum insan dans etmeyi seven biri olur çünkü sadece bir parçasının da olsa benim de popomun hareket etmeye ihtiyacı var yani! Bu gerçeği kabul ediyorum.
* * *
Rumuz: Rekor
Soru: Sayın Serdar Amca. Basın dalındaki başarılarını bana tek tek sayar mısın?
Cevap: Bir yazımda ‘‘penis’’ kelimesini tam 31 kez yazarak bırakınız Türkiye'yi dünya basınında bile kırılması çok zor olan bir rekor kırmıştım. Bu benim için meslek yaşamımın zirvesini oluşturmaktaydı. Aslında ondan sonra başka başarılarımın olabileceğini düşünmüyordum ama bu yazının gidişatından da anladığım kadarıyla yeni bir başarıya imza atmak, mesleğimde yeni bir zirveyi yakalamak üzereyim. Şu ana kadar tam beş kez popo (altı) kelimesini bir yazı içinde kullanmış durumdayım. Bu Türkiye için kesin bir rekordur, dünyayı incelemedim ama orada da zirveyi kolaylıkla yakalayacağıma eminim.
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2002
<B>TÜM </B>dünyada 240 milyon insan düzenli olarak futbol oynuyor. Yani dünyadaki 25 insandan biri kendisini futbol oyuncusu olarak tanımlıyor.
Dünyada 1 buçuk milyon takım ve 300 bin de futbol kulübü var.
1998 yılındaki dünya kupası maçları televizyondan naklen 196 ülkede izlenmiş. Toplam 30 bin saat dünya kupası karşılaşmalarıyla ilgili yayın yapılmış.
Ve geçen dünya kupasını televizyondan izleyen toplam izleyici sayısı 34 milyara ulaşırken, yakında Güney Kore ve Japonya'da başlayacak dünya kupasında bu izleyici toplam miktarının 50 milyar kişiye ulaşması bekleniyor. (Bir izleyici birden fazla maçı naklen izlediğinden toplam izleyici miktarı bu sayılarla ifade ediliyor.)
* * *
Şimdi bütün bu rakamlara bakınca futbol oyununun reklamcıların gözbebeği olduğunu düşünüyor insan doğal olarak değil mi?
Ancak durum öyle değil. Aksine reklam vermek isteyenlerin en sevmediği televizyon yayını futbol maç naklen yayınları sevgili okurlar.
Bunun nedenlerini 17 Nisan 2002 tarihli The Wall Street Journal gazetesinde Alessandra Galloni yazmış.
Futbol, reklam-dostu bir spor olarak görülmüyor reklamcılarca.
Çünkü hepimizin bildiği gibi 45'er dakikalık neredeyse kesintisiz oynanan bir spordan söz ediliyor burada.
Oysa Amerikan futbolu, beyzbol, basket ve teniste reklam yerleştirmeye son derece doğal, oyunun akışına uygun uzunca duraklamalar var.
Baskette time-out alındığında, Amerikan futbolunda her oyundan sonra oyuncular yeni oyun planı yaparken, teniste oyuncular yer değiştirirken verilen aralarda reklamlar giriveriyor işin içine.
Futbol buna imkán tanımıyor.
Oyun sürerken alt bantlardan reklam geçilmesine büyük tepki var, zaten birçok ülkede bu uygulama yapılamıyor.
Üstelik reklamcılar 15 dakikalık arada verilen reklamları da pek sevmiyorlar.
Aslında o arada da fazla zaman yok çünkü seyirci televizyonda maçın analizinin yapılmasını, röportajlar gösterilmesini talep ediyor.
Bunun yerine reklam görenlerin 15 dakika için kanalı seyretmeyi bırakmaları çokça görülen bir davranış biçimi.
* * *
Futbolun bu şekilde reklama uygun olmaması mali açıdan risklerin çok büyük olmasına yol açıyor televizyonlar açısından.
Almanya'da KirchMedia'da ve İngiltere'de ITV Digital'de mali kaosun yaşanması maç naklen yayınlarından kaynaklanan büyük zararların olmasına bağlanıyor.
Bu nedenle futbol yayınlarını reklamcılar açısından çekici kılacak yeni önlemler üzerinde düşünme süreci Dünya Kupası yaklaşmaktayken tekrar hızlandı bu aralar.
Eskiden ortaya atılan bir fikir yine ortalıkta dolaştırıldı ve maçların dört bölümde yani üç devre arası verilerek oynatılmasının iyi olacağı söylendi.
Ancak toplam 90 dakikalık oyun ve 15 dakikalık ara formülünün ‘‘kutsal’’ olduğu , bununla oynayarak risk alınamayacağı karara bağlandı.
Bir başka öneri olarak ise maç sürerken ölü anlarda, yani topun orta sahalarda gezdiği zamanlarda, ekranın yarıya bölünmesi, bir yarıda maç sessiz bir şekilde yayınlanmaya devam edilirken ekranın diğer yarısında ise reklam gösterilmesi olarak sunuldu.
Bu fikir üzerinde düşünme süreci sürüyor.
Bir başka öneri de daha ilginç bence. Futbolda hem heyecanın daha artması hem oyunun hızlanması hem de verilen araların artması gol sayısının artmasına bağlı.
Kale genişliğinin ve yüksekliğinin biraz daha artırılması önerisi bu nedenle üzerinde ciddi olarak düşünülen bir konu.
Hem üstelik insan fiziğinde olan gelişmeler nedeniyle şimdiki kale boyutlarının artık kalecilerin ortalama fiziğine göre küçük kalmasına yol açtığı da tespit edilmiş durumda.
Dolayısıyla kale yüksekliğinin ve genişliğinin artırılması hem maçın daha gollü ve heyecanlı olmasını sağlayacağı hem de gol nedeniyle verilecek aralarda reklamcıları sevindireceği nedeniyle ciddi bir alternatif olarak ortaya çıkıyor bu aşamada.
Anlayacağınız reklamcılar yakında futbolu bir şekilde değiştirecek ama tam ne yapılacak, bakalım bunu hep birlikte göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2002
<B>MEMLEKETTE </B>sorunlar bile sorunlu olmaya başladı. Yani artık sorunları bile normal bir şekilde yaşayamamaya başladık. İlk önce bankadaki koruma soygun girişiminde bulunanları vurup öldürdü.
Onu hapse attık, polis müdürü ‘‘Keşke adamlarım onun gibi olabilse’’ dedi.
Sonra bankalar yol geçen hanına döndü, adam vuran koruma hapiste olduğu sürece hiçbir korumanın elini silahına atmayacağı kesin olduğundan soyguncular neredeyse silah yerine dondurma külahını kullanarak bile banka soymaya başladılar.
İlk celsede adam vurmuş olan koruma tahliye olunca bu kez uzun süredir sakin durmakta olan korumalar, silahlarına hasretle bakmaya başlayıp, ‘‘Ah bir soyguncu gelse de vursam onu’’ diye sabırsızlandılar.
Ve en son olarak da olayı sosyal açıdan tamamen içinden çıkılmaz hale getiren şey oldu.
Polis banka soymaya kalktı, silahını kapıp gitti ve koruma aslında polis olan soyguncuyu vurdu.
Böylece bu meselenin makul sınırlar içinde tartışılmasıyla ilgili son umut da ortadan kalkmış oldu.
İş mantıken tamamen içinden çıkılmaz hale geldi, sorun Türkleşti.
* * *
Eşcinseller 20-21 Nisan tarihlerinde Ankara'da toplandılar.
‘‘Neye Karşı, Nasıl Mücadele’’ ana başlığı altında düzenlenen toplantılarda ele alınan bazı konuların alt başlıkları ise şöyleymiş:
- Heteroseksüalizm ve gündelik hayatta karşılığı
- Eşcinsel hareketin bileşenleri
- Yok mu aslında birbirimizden farkımız
- Kurumlaşma
Bu başlıklara bakınca kesin olan iki şeyi hemen tespit edebiliyor insan.
Evet bu arkadaşlar eşcinsel, bu kesin.
Ama aynı zamanda da son derece sıkı birer sosyal demokratlar.
Murat Karayalçın gibi konuşup düşünmeye başlayan eşcinsellere sahip olmamızın ilerde ne tür sorunlar yaratacağını hep birlikte göreceğiz bakalım.
* * *
Başbakan Ecevit, soykırım dedi, sonra da Yahudilerden özür diledi.
Ve birçok insanın kafasında bu olay Bülent Ecevit'in devlet işlerini yürütmede ne kadar sağlıklı davranabileceği yolundaki şüpheleri tekrar ortaya çıkardı.
Bazıları Ecevit'in sağlık meselelerini yine gündeme getirdiler.
Hatta diplomatların yabancı meslektaşlarına Ecevit'in sağlık sorunlarını hatırlatarak yapılan bazı açıklamaları ciddiye almamaları gerektiğini anlattıkları bile söylendi.
Çoğu insan bu durumdan tedirgin, bu durumun ciddi bir devlet krizine yol açabileceğinden ürküyor insanlar.
Ben ise gayet sakinim.
Ben ne zaman ürkmeye başlarım biliyor musunuz?
Eğer Başbakan Ecevit bir gün basının önüne çıkar ve durup dururken halktan ‘‘saçını iki gündür boyamayı unuttuğundan dolayı’’ özür dilerse...
İşte o zaman acayip paniklerim.
İşte asıl o zaman Türkiye'de bütün devlet işlerinin tehlike altında olduğunu düşünmeye başlarım.
Dikkat edin bakın Ecevit yıllardır o kadar badire atlattı, düştü, unuttu, gideceği yeri şaşırdı, konuşurken gaflar yaptı, konuk cumhurbaşkanlarına genel müdür dedi, falan filan.
Ama bütün bunlar olurken istikrarlı bir şekilde hiç unutmadığı tek şey saçlarını düzenli olarak boyamasıydı.
Onu hiç aksatmadı.
İşte onu da unutmaya başlarsa o zaman siz de panikleyin bence.
* * *
Bende yeni bir paranoya başladı.
Gökdelene çakılan ikinci uçaktan sonra Hürriyet Medya Towers üzerinden her dakikada bir geçmekte olan uçaklara bir başka gözle bakmaya başladım.
Son olaydan sonra onlar biraz daha alçaktan uçmaya başlamışlar gibi gelmeye başladı bana ama tabii yanılıyor da olabilirim.
Ancak son geçen uçaktaki hosteslerin hepsi de pek suratsızdı, bunu da bilimsel bir tespit olarak sizlere aktarmak boynumun borcu.
Yazının Devamını Oku