Paylaş
O birkaç gün içinde memleket büyükleri, isimlerini gazetelerde görmek için “üzüntü beyan eden” konuşmalar yapacak.
Benim gibi üç-beş köşe esnafı, durumdan vazife çıkarıp yazılar yazacak. O yazıları yazanlara Ak Troller küfür, hakaret yağdıracak. Sonra, yaklaşan seçimin heyecanı ile olay tavsayacak.
“Dostlar alışverişte görsün” babından soruşturma başlatanlar da dosyaların arkasına saklanacak.
* * *
Fıkra eskidir ama her dönemde gideri vardır. Adam günah çıkarıyormuş. Papaza “Çaldığım şeyleri satıp parasını fakir fukaraya dağıtıyorum ama yine de her seferinde karakol dayağı yiyorum, durumum nedir?” diye sormuş.
Papaz açıklamış:
“Çalarken suç işliyorsun, eline geçeni fakire verip sevap kazanıyorsun. Günahın sevabını götürüyor, yediğin dayak yanına kâr kalıyor.”
Teşbihte hata olmaz derler. Ahmet Hakan’ın günahı yazarken muktedirleri kızdırmak. Yazılarıyla da zulümden yüreği yananları rahatlatıyor, bu da sevabı. Yediği dayak ise demokrasimizin(!) hanesine kâr yazılıyor.
SONUCU BEĞENİLMEYEN SEÇİM
1911 seçimlerine gidilirken, dönemin partisi İttihat Terakki derin bir yalnızlık yaşıyordu. Sultan Hamid’in hal edilmesi ile gelen değişim dalgası durulmuş, İttihatçıların çapı ve gerçek yüzü ortaya çıkmıştı.
1908 seçiminin coşkusu yoktu.
1911’deki seçime böyle gidemeyeceklerini kestiren İttihatçılar, 1910 yılında üç gazeteci cinayeti işlediler. Sırasıyla önce Hasan Fehmi, sonra Ahmet Samim, nihayet Zeki Bey öldürüldü.
Bütün İstanbul, bulunamayan katillere lanet edip şehit gazetecilerin davasına sahip çıktı. İktidarın itinayla sakladığı katillerin kim oldukları ancak İttihatçılar kaçıp gittikten sonra anlaşılabildi.
O dönemde gazetecilerden başkaları da dövüldü, öldürüldü. Ortak özellikleri “muhalif” olmalarıydı. Enver’in, Talat’ın sinirine dokunmalarıydı. Yaptıklarının karşılığını 1911 seçiminde alıp azınlığa düştüler.
Seçim sonuçlarını saymadılar.
1912 seçiminde sandıkların yeri değişmemişti ama sandık başlarına eli sopalı adamlar dikilmişti. Katılım düşük olsa da İttihatçıların oyu yüzde 94’e fırlamıştı. “Fırladı da ne oldu?” diye soracak olursanız cevabı bellidir.
Hep birlikte dışarı kaçtılar. Yandaşlarını, tetikçilerini, dayak atan zorbalarını geride bırakarak.
KONUŞAN ESKİ BİR FOTOĞRAF
O fotoğrafa eski dergilerden birini karıştırırken rastlamıştım. Devrin muhaliflerinden Mahmud Mazhar Bey’i iktidarın tetikçileri kıstırıp katletmişler. Naaşı sokak ortasında kalmış.
Naaşı hastaneye götürmek için bir araba gelmiş. İki fesli adam, Mahmud Mazhar Bey’in naaşını sedyeye yüklemiş, araca sokuyorlar. On beş-yirmi fesli adam merakla seyrediyor.
Seyredenler arasında bej tören üniformalı bir de hassa alayı süvarisi var. Çerkez kalpağından saray süvarisi olduğu anlaşılıyor. Herkesin suratını “cinayetin ağırlığından” kaynaklanan, derin bir endişe kaplamış.
Sadece bir adam, fesini arkaya atmış. İki elini pantolon ceplerine sokmuş ve arkasındaki ağaca yaslanıp göbeğini çıkarmış. Yüzünde üzüntüden eser yok. Poker surat denen ifadeyle bakıyor. Bir muhalifin morgda bitecek akıbetini seyrediyor.
O fotoğraf konuşmasa da bir ismi işaret ediyor.
Bu isim İttihatçıların “Büyük Efendi” diye selamladığı, devrin güçlü adamı Talat Paşa’dır.
* * *
Yakın tarih eşelendikçe Talat Paşa’nın daha çok marifeti ortaya çıkıyor. O dönemde yaşanan her türlü karanlık olayının altından o çıkıyor.
O devirler geçip gitti. Akıllarda o terör devrinin kurbanı üç şehit gazetecinin ismi kaldı. Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki beyler.
Zorbalardan hatırda kalan kimse yok.
İpe ne kadar un sererlerse sersinler, yüz yıl sonrasına “bu dayağın ayıbı” ile saldırının kurbanı Ahmet Hakan’ın adı kalacak.
Paylaş