Paylaş
İlginç bir nokta, Cumhurbaşkanı bu girişin ardından konuşurken -çok kısa bir süre için- mikrofondan sesinin gelmemesi. Sesi yeniden geldiğinde Erdoğan’ın şöyle dediği duyuluyor:
“... yani bir defa Cephe El Nusra olsun, HTŞ olsun, hepsi için... Bir defa, silahı bırakın... Bırakın ki buraya sulh gelsin. Bu çağrıyı zirveden yapmış olalım...”
Sesinin duyulmadığı bölümde Cumhurbaşkanı’nın ne dediği bilinmiyor. Ancak daha sonra “hepsi” dediğini dikkate aldığımızda, silah bırakma çağrısı yaptığı kesimler arasında İdlib denkleminin diğer aktörleri olan Suriye ordusu ve Suriye muhalefetini temsil eden silahlı grupları da kastettiğini düşünebiliriz.
Bu çıkışın en dikkat çekici yönü, Cumhurbaşkanı’nın zirvede doğrudan Heyet Tahrir üş Şam, kısa adıyla HTŞ’ye de seslenmiş olmasıdır.
Bu sesleniş aslında İdlib krizinin merkezinde yatan en ciddi sorunla yakından ilişkili.
HTŞ, 2016 sonunda El Kaide’nin Suriye şubesi El Nusra içinden çıkarak kurulan, bu nedenle başta BM olmak üzere uluslararası camia tarafından ‘terörist’ olarak kabul edilen bir örgüt. HTŞ’nin önemi, İdlib’deki başat askeri güç konumuyla diğer gruplara kıyasla sahada biraz daha geniş bir alan kontrolüne sahip olmasından kaynaklanıyor.
HTŞ’nin adıyla Erdoğan’ın Tahran’a hareketinden bir hafta önce 31 Ağustos tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan bir Cumhurbaşkanlığı kararında da karşılaştık. Bu kararla, HTŞ, Türkiye’nin ‘terörist’ olarak kabul ettiği örgütler listesine dahil edilmiş oldu.
İdlib’deki açmazın birinci boyutu burada beliriyor.
Çünkü Türkiye, Rusya ve İran’ın 4 Mayıs 2017 tarihinde imza attıkları Astana mutabakatının getirdiği ‘çatışmasızlık bölgeleri’ için öngörülen ateşkes rejimi, terör örgütlerini kapsamıyor. Aksine, mutabakatın beşinci maddesi BM’nin ‘terörist’ diye tanımladığı örgütlerle mücadele için “tüm tedbirlerin alınacağını” belirtiyor. Bu mutabakat, “şimdiye kadar katılmamış silahlı grupları da ateşkes rejimine katılmaya” davet ediyor. Yani, terörist örgütlerle silahlı muhalefet grupları arasında ayrım yapıyor.
Bu noktada açmazın ikinci boyutu karşımıza çıkıyor.
Çünkü, hedef alınacak terör örgütü Astana’ya göre ‘çatışmasızlık bölgesi’ olan İdlib coğrafyasının yarıdan fazlasını kontrol ediyor.
Bu durumda söz konusu örgütü ortadan kaldırılmaya yönelik topyekûn bir askeri hamlenin sivil ölümlerine, büyük bir göç dalgasına yol açması, sonuçta çatışmasızlık bölgesinin tümünü bir kaosun içine itmesi de kaçınılmazdır.
Peki, o zaman ne yapılmalı?
Bu soruya yanıt ararken, Erdoğan’ın zirvenin sonunda HTŞ’ye yaptığı silah bırakma çağrısı ile zirvenin girişindeki konuşmasında isim vermeden yine HTŞ konusunda getirdiği bir öneriyi ilişkilendirebiliriz.
Cumhurbaşkanı, konuşmasının bu bölümünde “Rus ve İranlı dostlarımızın İdlib’deki bazı terörist oluşumlardan kaynaklanan güvenlik endişelerini elbette anlıyoruz...” dedikten sonra ‘İdlib’te tarafların ortak kaygılarını dikkate alan makul bir çıkış yolu’ olarak şu formülü öneriyor:
“Gerek Halep’in, gerekse Hmeymim hava üssünün güvenliğine yönelik tehditlerin bertaraf edilebilmesine yönelik her türlü çabayı göstereceğiz. Bu çerçevede Rus dostlarımızın rahatsızlık duyduğu unsurları Halep ve Hmeymim bölgesine yönelik saldırılara girişemeyecekleri yerlere çekmeyi deneyebiliriz.”
Bu formüle göre HTŞ unsurları İdlib’de bulundukları yerleri terk edip, Akdeniz kıyısında Lazkiye’nin hemen altında Rusların kontrolündeki Hmeymim hava üssü ve doğuda yine rejim kontrolündeki Halep’i -özellikle insansız hava araçlarıyla- tehdit edemeyecekleri bir menzile kaydırılacaktır. Akla hemen İdlib’in kuzeyi ve TSK-ÖSO denetimindeki Fırat Kalkanı bölgesi geliyor.
Erdoğan, ardından “Böylece İdlib bölgesinde kritik yerlerin kontrolü sadece ılımlı muhalifler tarafından sağlanır hale gelecektir” diyerek, HTŞ’nin boşalttığı bölgelere “ılımlı muhalifler” olarak adlandırdığı, büyük ölçüde Türkiye ile işbirliği içinde hareket eden grupların yerleştirilmesini öneriyor.
Rusya ve İran’ın Türkiye’nin bu önerisine verecekleri resmi yanıt, İdlib dosyasının önümüzdeki günlerde merak uyandıran sorularından biridir.
Paylaş